“Hava bu kadar sıcak olduğunda, ne yapıyorum biliyor musunuz? İç çamaşırlarımı buzluğa koyuyorum”
Eşi ve çocuğu yaz tatiline giden bir adamın, üst katındaki sarışın kadınla çapkınlık yap(ama)ma hikâyesi.
George Axelrod’un kendi tiyatro oyunundan Billy Wilder ile birlikte sinemaya uyarladığı ve Wilder’ın yönettiği bir klasik. Marilyn Monroe’nun metronun havalandırma ızgarası üzerindeki sahnesi ile belleklere kazınmış olan filmin hikâyesi başroldeki erkek oyuncu ve tiyatroda da aynı rolü canlandıran Tom Ewell üzerine kurulu olsa da, filmi bugün en çok hatırlanır kılan Monroe’nun varlığı olsa gerek. Hollywood’un Marilyn için yarattığı resmin tipik pek çok örneğinin yer aldığı film, tiyatroya yakışan ama sinemasal açıdan yeterince geliştirilememiş hikâyesine rağmen, eğlendirmeyi ve Monroe’nun cazibesi aracılığı ile de etkilemeyi başarıyor. Yönetmen Billy Wilder yıllar sonra verdiği bir söyleşide, o dönemin sansür mekanizması nedeni ile ortaya çıkan sonuçtan hiç memnun olmadığını söyleyerek “keşke çekmeseydim” bile demiş ama bu ifadeyi kesinlikle hak eden bir film değil bu.
Filme kaynak olan tiyatro oyununda, yaz bekârı olan adam üst kattaki kız ile yatar ama filmde bu birliktelik -sansür kuralları nedeni ile- gerçekleşmez. Wilder’ın oldukça şikâyet ettiği bir konudur bu ama hikâyesine bunu ekleyebilseydi ne değişirdi diye düşünmemek elde değil açıkçası. Hikâye pek güçlü değil ve oyunun senaryo karşılığında da kimi problemler var. Axelrod/Wilder ikilisinin senaryosu filmi eğlenceli bir tiyatro oyunu havasından yeterince kurtarıp, eğlenceli bir sinema havasına çok fazla getirememişler. Böyle olunca da, film hikâyedeki ağırlığı gereği, adamı oynayan Tom Ewell’ın üzerinden ilerlemeye çalışmış. Ewell’ın hayli dinamik ve eğlenceli performansı filme ciddi katkıda bulunuyor ama kendi kendine konuştuğu (kafasındaki düşünceleri bizim anlamamız için konuşması gerekiyor çünkü) sahneler daha çok bir tiyatro sahnesine yakışır cinsten duruyor. Akranı olan erkeklerin aksine, yaz bekârlığı sırasında karısını asla aldatmaya niyeti olmayan adamın üst katına taşınan “sarışın”la karşılaşmasının sonucunda iradesinin onu nereye götüreceğini anlatıyor temel olarak hikâye. Sarışın kadınla oyunda yatıp, filmde yatmamış olsa da her ikisi de aynı “mutlu son”la bitiyor Amerikan değerlerine uygun olarak.
Herhalde yine sansürün gereği olarak, apartmandaki diğer komşuların aynı dairede yaşayan “iki iç mimar” olduğunun altı çizilerek vurgulanması ama elbette eşcinsellikten söz edilmemesi anlaşılır bir durum şüphesiz. Evet, bundan söz etmiyor film ama o tarihlerde artık bir yıldız olmuş olan Marilyn Monroe’yu sanatçının hemen tüm diğer filmlerinde olduğu gibi sonuna kadar “kullanmaktan” çekinmiyor. Monroe’nun güzelliğinin ve çekiciliğinin ardında bir birey, bir kadın olduğu ile ilgilenmeyen filmlerden biri bu da, bir başka deyiş ile. Öyle ki sanatçının filmde canlandırdığı karakterin bir adı bile yok ve jenerikte “The Girl” olarak geçiyor. Yedi yıldır evli olan ve “her erkek gibi” tek eşli hayattan sıkılan erkeğin “yedi yıllık kaşıntı”ya boyun eğip eğmeyeceğini seyirci için bir merak konusu yapmaya soyunan film, adamın karşısına, çıkabilecek en zor engeli koyuyor: Marilyn Monroe. Üstelik bir sahnede doğrudan Monroe’nun adını kullanarak (“Mutfaktaki sarışın belki de Marilyn Monroe’dur”), onun bir seks objesi olarak tanımlanmasını da çekinmeden devam ettiriyor. Saf, sakar ve seksi bir sarışın olarak resmedilen kadını canlandıran Monreo’nun sıkı bir performans vermediği söylenebilir ama kendisinden bu istenmiş de görünmüyor zaten. Adamın sekreter, hemşire, karısının en yakın arkadaşı gibi karakterlerle kurduğu fantezilere (bu klişe fantezi karakterler ile eğlenceli biçimde dalga geçiyor film) karşılık, en erotik fantezilerin nesnesi olarak Monroe’yu adamın/seyircinin karşısına koyuyor film. Fazlası ile fısıldayarak konuşması, daha ilk sahnesinde dar bir etek ve yüksek topukları ile görünmesi, iç çamaşırlarını buzlukta soğuttuğu için balkonda çıplak durması, küvette uyuması veya kendisi küvette iken tamircinin küvetin musluğunu tamir etmesi gibi sahneler sık sık bize kadının adamın bir fantezisi olduğunu da düşündürtüyor. Film burada akıllıca bir oyunla, hem bu imada bulunuyor hem de adamın kadını gerçekten hayal ettiği fantezi sahnelerini de getiriyor önümüze ki bu tercih filme eğlenceli bir katkıda bulunmuş.
Hollywood’un Monroe’nun saflığı, hatta daha da cüretkâr davrandığında “aptallığı” üzerine değinmeleri bu filmde de yerini almış elbette. Adamın klasik müzik ve özellikle Rahmaninof sevgisinin bu bağlamda kullanıldığını görüyoruz filmde ve bir fantezi sahnesinde, sarışın kadın Rahmaninof’tan tüyleri ürperecek şekilde etkilenirken, gerçek hayatta kadın (yani Monroe’nun kendisi) bu müzikten hiç anlamıyor (“Klasik müzik, değil mi? Vokal olmamasından anladım). Kadın (Monroe) içkiden de anlamaz ve viski soda yerine cin soda ister, ayak baş parmağını musluğa sıkıştıracak kadar aptaldır vs. Kısacası Hollywood bir kez daha, Monroe’ya gerçek bir karakteri oynama fırsatı tanımayıp, onu erkeklerin en basit arzularının objesi olarak sunar sinema perdesinde.
Monroe sinemada kendisine biçilen rolü benimsediği için tutunabilmiş ama bu durum bir yandan da onu ruhsal olarak çöküntüye götürmüş kuşkusuz. İşte burada da, filmin asıl karakteri olmamasına rağmen, göründüğü her sahneye damgasını basması, güçlü bir oyunculuk sunmadığı halde Tom Ewell’ın önüne geçmesi onun bu kalıp içinde seyirci üzerinde ne denli etkileyici olabildiğinin örnekleri olarak çıkıyorlar önümüze. Fiziksel komedinin öne çıktığı kimi sahneleri (anidenliği ile saksı düşmesi ve patene basarak havaya fırlama sahneleri gibi), Dorian Gray ve Gregory Peck göndermelerini akıllıca kullanması, adamın aldatma düşüncesinden dolayı kapıldığı paniği gösteren ve Tom Ewell’ın parlak bir oyun verdiği sahneleri ve elbette ızgarada havalanan etek gibi kült olmuş kareleri ile kesinlikle seyredilmeyi hak eden bir film bu. Adamın panik anlarının zaman zaman tekrara girmesi, psikanalist karakterinin göründüğü tek sahnenin filme adeta yamanmış gibi eğreti durması ve başarılı oyununa rağmen Tom Ewell’ın Monro’nun karşısına çıkmak için fazla sıradan bir fiziği olması gibi problemlerine rağmen, Monreo’nun oynamak durumunda kaldığı bu en aptal kadın rolüne büründüğü filmi seyrederken şu akılda tutulmamalı hep: Kadını oynayan Marilyn Monroe olmasaydı, bugün film bırakın klasik olmayı, muhtemelen pek az kişi tarafından hatırlanırdı. Bunun nedeni ise Wilder’ın yakındığı sansür değil (film kimi kaba esprileri yapmaktan geri kalmamış çünkü); sorun hikâyenin zayıflığı ve filmin sinemasının yeterince güçlü olmaması daha çok.
(“Yaz Bekârı”)