Deprem – Şerif Gören (1976)

Deprem“Bu güzel eller balta mı tutmalı, odun mu kesmeli! Bu gözler böyle mi bakmalı!”

Evde kalma korkusu ve bir inat uğruna yapılan bir evliliğin gecesinde kaç(ırıl)an bir kadın ve aşığının hikâyesi.

1970’lerden bir Türkan Şoray – Kadir İnanır filmi. Safa Önal’ın senaryosundan Şerif Gören’in çektiği film, Şoray, İnanır ve Nasır Melek (70’li yıllarda Yeşilçam’da filmler çeviren ve hayli ünlenen İranlı oyuncu) isimleri yukarıdaki kısa özetle birlikte düşünüldüğünde akla gelebilecek ne varsa onu içeren ama yine de sinemamızın ilginç çalışmalarından biri. Kimi hayli başarılı kotarılan sahneleri, Şoray ve İnanır’ın daha önceki ve sonraki ortak filmlerindekini tekrarlıyor olsa da yine de uyumu ile dikkat çeken oyunculukları ve olumlu/olumsuz unsurlarının ilginç kıldığı hikâyesi ile görülmeyi hak eden bir film bu.

Cahit Berkay’ın keyifli ve etkileyici melodilerinin eşliğinde anlatılan hikâye teknelerde kaptanlık yapan ve babasının ölümü nedeni ile ve ondan kalanları satmak üzere sekiz yıl sonra memleketine dönen bir adamla, tüm taliplilerini -anlaşılan zengin bir damadın peşindeki annesinin baskısı nedeni ile- reddetmiş ve “evde kalmanın” kıyısında bir kadının aşkını anlatıyor bize. Bir de kadına aşık ama onun güzelliğinin yanında sönük kalan fakir bir tamirci var ortada. Kadın, kaptanın alaylarına ve “şirin” kabalıklarına kızıyor, kendisine aşık olan tamirciye evet diyor ve sonra düğün gecesi kaçı(rılı)yor kaptan ile/tarafından. Sonrası bir intikam ve kaderlerini bir depremin belirlediği üç karakterin hikâyesi olarak devam ediyor. Hikâyeden devam edersek, Safa Önal’ın varlığını her anında olmasa da hissettirdiğini söylemek gerekiyor öncelikle. Şerif Gören’in başarılı bir mizansen anlayışı ile çektiği “ilk karşılaşma” sahnesi veya iki baş oyuncunun hemen tüm ikili sahneleri ve bu sahnelerdeki diyaloglar kesinlikle Önal’ın usta kaleminin izlerini taşıyor. Aldatılan ve onuru çiğnenen adamın intikam hikâyesi de içeriği ile belli bir ilginçlik taşıyor. Adamın iki aşığı doğrudan tehdit etmeyen ama sürekli tedirgin etmek üzerine kurulu planı Türk sineması için bir farklılık kuşkusuz. Takip sahnesinde de kovalayana değil, kaçanların korku, yılgınlık ve tedirginliğine odaklanılması ve İnanır’dan bir kahraman yaratılmaması doğru ve etkileyici bir tercih olmuş.

Kadir İnanır’a yakışan bir tatlı serserilik ve hafif bir mizahla örülü ilk yarısı kendi içinde başarılı ama hikâyenin gerisi ile uyumsuz bir parça ve mizah da biraz zorlama görünüyor açıkçası. Hikâyenin asıl kusurlarından biri ise başka bir yerde: Senaryo adeta seyircinin Şoray – İnanır ikilisinin olduğu bir hikâyeden ne beklediğini bildiği için boşluklar bırakmaktan rahatsız olmuyor çünkü seyircinin bu boşlukları kendi tecrübesi ve beklentisi ile dolduracağına emin olarak hareket ediyor. Bu nedenle ikilinin çekişmesinin aşka dönüşmesi de epey çabuk oluyor örneğin. Benzer şekilde Şoray’ın “erotik hayaller”e bu kadar çabuk kapılması da anlaşılır oluyor çünkü ne de olsa eline dokunan Kadir İnanır! Hikâyenin daha önemli problemi ise erkek ve kadın karakterlerine yaklaşımındaki klasik Yeşilçam kalıpları: İnanır kendilerini ortalıkta hiç görünmeden takip eden adamdan delikanlı gibi ortaya çıkmasını isterken “Erkek misin sen? Karı gibi korkaksın” diye bağırıyor ve bunu sevdiği kadın hemen yanıbaşındayken yapıyor üstelik. Güçlü bir karakter olarak çizilen kadının “evde kalmak” korkusu ile hareket ettirilmesi, bir erkeğe muhtaç gösterilmesi ve kendisini şiddetli direnişine rağmen kaçıran adama boyun eğmesi ve sonra sırılsıklam aşık olması Yeşilçam’ın erkek fantezilerinden biri olarak kendisini gösteriyor rahatsız edici bir şekilde. Kadının kendisine cinsel olarak saldırmaya teşebbüs eden ama “aşık olduğu için teşebbüsünden vazgeçen” bir erkeğe aşık olması Yeşilçam’ın “erkek bakış açısı”nın bir örneği oluyor sonuç olarak. Bu “maço” anlayışına rağmen, filmin çözümünde İnanır’ın erkek kuvveti veya zekâsının değil, ilahi bir elin deprem aracılığı ile rol alması bir nebze de olsa rahatlatıcı yine de.

İranlı oyuncu Nasır Melek’in yine Yeşilçam’ın Türk yıldızlarının aşk oyununda kaybetmeye mahkum bir karakteri oynadığı filmde Şerif Gören’in Yeşilçam’ın o dönem standartlarının üzerinde bir teknik beceri gösterdiği at arabalı kapışma sahnesi, yakın planlarla birbirine bakan gözler gibi tercihleri ve biraz uzatılmış olsa da kaçış bölümü dikkat çekiyor ve filmin değerini artırıyor. Mark Robson’un 1974 tarihli “Earthquake – Deprem” filminin popülaritesinin verdiği ilhamla mı Safa Önal depremi yedirmiş hikâyeye bilmiyorum ama yabancı bir filmden (ç)alındığı açık olan görüntülerin yine de becerikli bir kurgu ile yedirildiği film Gören adına bir yarım başarı olarak nitelenebilir diye düşünüyorum. Serencebey Yokuşu’nda olan ama pek yokuşta görünmeyen bir ev, silah sesinden bir saniye sonra olay yerine gelen polis ordusu, hamile bir kadını dağ bayır sürükleyen bir sevgili, hikâyede seyircinin bir refleks olarak dolduracağından emin olunan boşluklar ve hiçbir hazırlık (yiyecek, su vs.) yapmadan dağa kaçma planı (etkileyici görüntüler sergilemek için elbette) gibi tipik Yeşilçam kusurlarını barındıran film, Safa Önal’ın kalemini sağlam biçimde konuşturduğu işkenceye karşı konuşarak direnme bölümü ve özellikle de “Zeynebim” türküsünün söylendiği sahne ile kesinlikle etkileyici olmayı başarıyor yine de. Bu türkü sahnesi dublajın azizliğine uğramasa gerçekten müthiş bir sahne olabilirmiş açıkçası.

(Visited 937 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir