Esir Hayat – Lütfi Akad (1974)

Esir Hayat“Ağlayacaksın. Bu esir hayatımıza hepimiz oturup ağlamalıyız. Kollarımıza, beynimize, kalbimize vurulan zincirleri kıracak yürekliliği buluncaya kadar ağlayacağız. Ta ki içimizden biri yüreğinde buz tutmuş öfkesi ile ayağa kalksın, kırsın zincirlerini”

Paranın hayatlarını esir almasına karşı çıkan ve tüm engellere rağmen bir arada olmak isteyen iki genç aşığın hikâyesi.

Lütfi Akad’ın yönettiği ve senaryosunu Erol Keskin ile birlikte yazdığı bir film. Yönetmenin son dönem çalışmalarından biri olan eser, Kıbrıs savaşından önce ve tamamı adada çekilen, Yeşilçam tarzı bir hikâyeyi Yeşilçam kalıpları dışında anlatmaya soyunması ile ilgi çeken bir çalışma. Akad’ın otobiyografisi “Işıkla Karanlık Arasında”da hakkında “… çelişkinin olmasına karşın dram yok” ve “dram taşımıyor olmasına ve orta karar kabul edeceğimiz bir yönetime…” cümleleri ile bahsettiği film onun “Çelişki, çatışma yok ama drama düşmüş insan veya insanlar var” diye tanımladığı bir hikâyeye sahip. Dönemin filmlerinden bu özellikleri ile ayrılan filmin hiç iş yapmasının beklenmediğini ama “beklenenden çok daha iyi iş yaptığını” söylüyor Akad ve bunun üzerinde sonraki filmlerinde de durmaya karar veriyor. Evet, farklı bir film bu ve hikâyesini inceliklerle anlatan ve genç karakterlerine sevgisini çok net ortaya koyan bir yönetmenin sade yönetimi ile ilgi çekmeyi de başarıyor. En dramatik anlarının bile altını çizmemeyi tercih eden Akad’ın ilgi kadar saygıyı da hak eden tercihleri ile sinemamızın o dönemdeki kayda değer filmlerinden biri bu ve kimi kusurlarına karşın görülmesi gerekli bir çalışma.

Temmuz 1974’teki Kıbrıs harekâtından yaklaşık yedi ay önce çekimlerine başlanan ve Nisan ayında, savaştan sadece üç ay önce gösterime giren filmin bir kısmı, Akad’ın “Maraş denilen terk edilmiş yazlık mahalle”diye tanımladığı bölgede çekilmiş ve savaşa giden süreçteki çatışmaların izlerini getiriyor karşımıza bu anlarında. Akad, “bütün savaşların her iki taraf için aslında peşin bir yenilgi olduğunu, canlı bir örnekle, gözlerimizin önünde görüyoruz” diye tanımladığı bölgedeki boş sokakları ve evleri hikâyesinin parçası yapmayı denemiş ve mütevazî ölçüler içinde başarmış da bunu. Adadaki gerilimi ve savaşı doğrudan konusu yapmıyor hikâye ama Hulusi Kentmen ve Turgut Boralı’nın canlandırdığı iki babacan karakterin çatışmalara gönderme yapan kimi diyaloglarında değiniyor bu konuya. Akad’ın, Erol Keskin’in katkısı ile yazdığı senaryonun asıl derdi bambaşka ve açıkçası hikâyenin Kıbrıs’ta geçiyor olmasının da hiçbir önemi yok. Paranın esir aldığı hayatları yaşamaya karşı çıkan film, zengin, güçlü ve kötü karakterinin ağzından dile getirdiği “sermayenin bir özelliği de her bayrak altına girebilmesidir” cümlesi ile derdinin sermaye ile olduğunu net bir şekilde söylüyor. Genç aşıklarımızın isyan ettiği esir hayatları sert bir şekilde eleştiriyor film ve Akad’ın ince anlatımı ile, “gözyaşlar”ına hemen hiç başvurmadan ortaya koyuyor “mesaj”ını. Hikâyenin ilk yarısındaki küçük mizah anlarının fazlası ile Yeşilçam’ı çağrıştırması ve ikinci yarının atmosferi ile pek örtüşmemesi gibi bir kusuru olan filmde Metin Bükey’İn “müzik direktörü” olarak konuşmasız hemen her ânı müzikle doldurmuş olmasının neden olduğu bir problem de var. Daldan dala atlayan tarzı ile bu -elbette bir yerlerden apartılmış- müzikler fazlası ile öne çıkıyor ve filme zarar veriyor bu kullanım şekli.

Tekstil mühendisi ve yoksul bir aileden gelen erkek (Tarık Akan) ile zengin bir ailesi olan ve Paris’te Güzel Sanatlar okumuş kadının (Perihan Savaş) çatışma ile başlayıp aşka dönen ilişkilerinde, hikâyenin yerel olma / Batıya özenme üzerinden giriştiği millîlik telâşı dönemin koşulları da düşünülerek anlaşılabilir belki ama Akad’ın iki karakteri Kıbrıs’ta kendisine hiç yakışmayan zayıflıktaki sahnelerde bir turistik geziye çıkartıp, camiye çevrilen kilise veya “Türk mimarlığının inceliğini gösteren” eski Türk evleri üzerinden nerede ise propagandaya soyunması çok rahatsız edici. Bu sahnelerde Akan’ın karakterinin sesinden adeta bir kamu spotu sığlığına sahip cümlelere maruz bırakılmamız unutulacak gibi değil, olumsuz anlamda elbette. Bu sahnelerin bir bölümünde genç aşıklar terk edilmiş evleri ve sokakları da geziyor ve Akad’ın birkaç kez karşımıza getirdiği, vitrinde tek başına duran plastik manken görüntüsü üzerinden dokunaklı kareler de yakalanıyor ama sinema olarak Akad’dan beklenmeyecek zayıflıkta genel olarak bu sahneler. Perihan Savaş’ın bu sahnelerdeki nerede ise trajik yüz ifadesinin Akan’ın turistik tanıtım yapan sesi ile eş zamanlı kullanılması da hayli tuhaf. Özellikle ilk yarıdaki bu problemler, Akad’ın Yeşilçam’dan uzaklaştığını ama gittiği yerin de bir parça vasat olduğunu söylüyor bize ama neyse ki sonra toparlıyor Akad ve ilk yarıdaki hikâyenin ilerleyememe problemini de çözüyor çoğunlukla.

Düğün sahnesinin Rauf Denktaş’ın evinde çekildiği filmde Akad’ın yönetmenliği genel tarzına uygun olarak ve burada daha da fazlası ile sade ama yine kimi incelikleri barındırıyor içinde. Örneğin iki aşığın hipodromdaki kaçma sahnesi diyalogsuzluğu, yalınlığı ve ustaca çekilmiş ve kurgulanmış planları ile kesinlikle çok etkileyici. “Kurulu düzeni yıkmaya kalkan herkes belli bir tehlikeyi de göze almalı” diyerek sisteme karşı çıkmanın hiç de kolay olmadığını hatırlatan hikâyesi ile sisteme toptan ve örgütlü bir karşı çıkışı olmasa bile bireysel bir isyanı teşvik eden filmde aslında kaçırılan önemli bir fırsat da var: Esiri olduğu hayatın neden olduğu mutsuzluğu ile yaşamak zorunda kalmanın trajedisini her nefesinde hisseden Kamer karakterinin (Suna Selen hayli incelik dolu bir oyunla oynuyor bu karakteri) hikâyesi açıkçası iki baş karakterimizinkinden daha çekici olabiliyor kimi zaman ve finalde onun akıbetinin “unutulması” da dikkat çekiyor.

Kusurlarına rağmen, Akad’ın filmi sinemamızın ilgiyi hak eden ve dürüst duruşu ve bir derdi olması ile önemi artan filmlerinden biri. Başrollerdeki Tarık Akan ve Perihan Savaş’ın üzerlerine düşeni yaptığı, Kentmen ve Boralı ikilisinin sinemamızda en iyi çizilmiş erkek dostluklarından birini başarı ile sergilediği ve koca bir sistem karşısında umudu diri tutan hikâyesi ile de görülmesi gerekli bir film.

(Visited 289 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir