“Mektupta, beni görmek istiyorsa tekneye o sarı yelkeni asmasını ve uğrayıp yelkenin orada olup olmadığına bakacağımı yazdım. Orada değilse çekip gideceğimi ve bir daha onu rahatsız etmeyeceğimi söyledim”
Bir adam, genç bir erkek ve genç bir kadının birlikte çıktıkları ve onları dönüştüren yolculuğun hikâyesi.
Amerikan sinemasından “bağımsız” bir yapım. Amerikalı gazeteci Pete Hamill’in 1971’de New York Post gazetesi için yazdığı bir köşe yazısı dizisi 1977’de Japon Yönetmen Yoji Yamada’nın “Shiawase No Kiiroi Hankachi” adlı filmine esin kaynağı olmuş ve 2008 yılında yine bu diziden yola çıkarak Erin Dignam’ın yazdığı senaryodan Udayan Prasad bu filmi çekmiş. Hamill’in yazısının da bir halk hikâyesinden yola çıktığını söyleyelim bu arada. Finali ile göz yaşartması garanti olan film Amerika’da kısıtlı bir dağıtım imkânı bulabilmiş ve gişe geliri de oldukça düşük kalmış. William Hurt, Maria Bello ve sonradan birer yıldız olan Kristen Stewart ve Eddie Redmayne’ın varlıklarının değer kattığı ama özellikle Redmayne’in mükemmel bir performans gösterdiği film kameranın arkasında yer alan Chris Menges’ın görüntüleri, Eef Barzelay ile Jack Livesay imzalı müzikleri ile de ilgi çekebilir. Buna karşılık filmin bağımsız sinema ile ticari sinema arasında kalmış görünen dili ve senaryonun kimi problemleri filmi sıradanlaştırıyor sık sık.
Bir kavga sırasında istemeden birinin ölümüne neden olduğu için altı yıl kaldığı cezaevinden tahliye olan bir adamın ayrı düştüğü sevgilisine doğru yapmaya karar verdiği ama tereddütlerle dolu yolculuğunda tesadüfen karşısına çıkan ve birbirlerini tanımayan genç bir erkek ve bir kadınla birlikte yaşadıklarını anlatıyor film. Adamın sevgilisi ile geçmişte yaşadıklarını geriye dönüşlerle gösteren filmin hikâyesinin özellikle kahramanlarının yolculuk boyunca yaşayacakları ve geçirecekleri değişimler açısından hemen hep tahmin edilebilir yolları tercih etmesi filmin problemlerinden biri olarak kendini gösteriyor öncelikle. Abartmadan kullandığı duygusallığı -her ne kadar finalde bu konuda epey taviz vermiş olsa da, seyircinin arzu ettiğine kavuşması bu tavizi affedilebilir kılıyor bir parça- ve karakterlerini bağımsız filmlere yakışır bir şekilde “sıradan” insanlardan seçmiş olması, bu tahmin edilebilirliğin olumsuz etkisini bir parça dengeliyor belki ama filmin bir televizyon filmi havasından yeterince kurtulamaması yine de sık sık hissettiriyor kendisini. Filmin bütününe bakıldığında geçmiş ile bugünü belki özel bir başarı göstermeden ama aksamadan ve dengeli bir şekilde aktarmayı beceren senaryonun kimi sahnelerdeki tekdüzeliği ise hayli şaşırtıcı. İki gencin, sevgilisi ile yaşadıklarını merak etmeleri üzerine adamın onlara olan biteni anlatmaya soyunduğu sahne örneğin oldukça monoton ve sinemasal açıdan da başarılamamış bir görüntü taşıyor kesinlikle. Hele hikâyenin sonunda adamın iki gence hayat dersi vermeye soyunması bir bağımsız filmden çok televizyon için çekilmiş bir aile filmine yakışır içeriği ile oldukça eğreti duruyor. Bu ciddi problemlerine karşın senaryo başka bir şeyi çok iyi başarıyor: Adamın iki genci tanıması, sıkıntılarını hissetmesi ve mutluluklarına giden yolu ince müdahalelerle görmelerini sağlaması hayli ince ve sakin bir şekilde sergileniyor. Bu başarısını o yapay “hayat dersi” sahnesi ile bozması yönetmen ve senarist adına elbette doğru bir seçim olmamış.
Usta oyuncu William Hurt’un varlığı ile filmi zenginleştirdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla ama performansı bir parça düz bu filmde. Maria Bello senaryonun izin verdiği ölçüde üzerine düşeni yapıyor ve Kristen Stewart da gençliğini ve çekiciliğini hiç aksamadan karakterinin hizmetine vermeyi başarıyor. Oyunculuk açısından filmin yıldızı ise kesinlikle Eddie Redmayne: Sanatçı karakterini hem fiziksel hem ruhsal açıdan çok iyi kavramış ve oynaması zor olan bir rolü en ufak bir yapaylık tuzağına bile düşmeden canlandırmayı başarmış. 2015 yılında aday olduğu Oscar ödülünü 2016’da kazanan oyuncunun buradaki performansı sonraki yıllarda kazanacağı ödüllerin adeta habercisi ve kendisi de filmin en önemli kozu belki de.
Film mekan olarak Hollywood usülü gösterişli ve zengin yerlerden kaçınması ve karakterlerini ait oldukları sınıfın kodları içinde göstermesi ile bir bağımsız filme yakışanı yapıyor. Görüntüye sık sık giren ve yolculukları boyunca üç karakterin sığınma alanlarına dönüşen terk edilmiş mekanlar ve hikâyenin 2005 yılında ABD’de büyük bir yıkıma ve ölümlere neden olan Katrina Kasırgası’nın hemen sonrasında geçmesi nedeni ile tanık olduğumuz yıkım filme hüzünlü bir yoksulluk katıyor ki hikâyenin tonuna yakışıyor bu yoksulluk ve filmin gerçekçiliğine katkı sağlıyor. Görüntü yönetmeni Chris Menges’in bu yoksulluğu sömürmeden kullanması ve mesaj vermenin peşine düşmemesi, yönetmen Prasad’ın da karakterlerini tanımamıza ve onları anlamamıza imkân veren bir tempoyu tercih etmesi gibi artıları da olan film duygusal seyircilerin finalde ellerinde bir mendil bulundurmasının şart olduğu bir çalışma. Sinema açısından çok da özel bir yanı olmayan ve hikâyesi ile şaşırtamayan çalışma özellikle duygusal ve hayat dersi veren filmlere düşkünler için çekici olabilecek bir eser yine de.
(“Sarı Mendil”)