The Dressmaker – Jocelyn Moorhouse (2015)

The Dressmaker“Ben cinayet işledim mi? Katil miyim? Bu yüzden mi lanetlendim?”

Yıllar sonra evine dönen bir kadının bir yandan kasabanın kadınlarını elbise tasarımları ile büyülerken, diğer yandan uzun süredir içinde taşıdığı intikamını almasının hikâyesi.

Rosalie Ham’ın aynı adlı romanından uyarlanan bir Avustralya yapımı. Senaryosu Jocelyn Moorhouse ve aynı zamanda eşi olan sinemacı P. J. Hogan tarafından yazılan filmi Moorhouse yönetmiş. Başroldeki Kate Winslet dışındaki oyuncuları da Avustralyalı olan film özellikle ülkesinde seyirciden hayli ilgi görmüş ve Avustralya’da tüm zamanların gişe geliri en yüksek on birinci filmi olmuştu. Bir yandan tasarımcılık üzerinden yaratıcılığı, diğer yandan kadına çocukken yaşatılanlar üzerinden intikamı anlatan bir film bu ve eğlenceli ve dinamik havası, su gibi akıp giden hikâyesi ve “güzellikler”i ile çok rahat ve ilgi ile izletiyor kendisini. Oyuncu kadrosunun çekiciliği de (hem oyunculukları hem de fiziksel özellikleri açısından!) filme ayrı bir zenginlik katıyor kesinlikle. Buna karşılık, içinde ölümler olan (beş kişi hayatını kaybediyor hikâye boyunca) hikâyesinin mizahını, daha doğru bir deyişle çılgınlığını dizginleyememiş görünüyor film ve trajedi ile komedi hedeflediği gibi pek de uyum içinde ilerleyemiyorlar. Özellikle bu ölümlerden biri anlamsızlığı ve filme “güzellik”, romantizm ve erotizm katan karakterlerden birini ortadan kaldırması ile hayli rahatsız da edebilir seyircisini. Hikâyesine onca ve birbirinden tuhaf karakterleri katması ve gereğinden fazla şey anlatıyor görünmesi de filmi zaman zaman zayıflatıyor açıkçası. Çok önemli olmayan ama iyi bir eğlencelik olarak ilgiyi hak ediyor yine de.

Avustralyalı yönetmen Jocelyn Moorhouse dört çocuk annesi ve çocuklarının ikisi otistik. Özel hayatındaki bu durumun da etkisi ile belki de, 1983 yılında başlayan yönetmenlik kariyerinde sadece beş film var yönetmenin. On sekiz yıl aradan sonra çektiği bu şimdilik son filminde geniş kitlelerden ilgi gören ve ülkesinde epey ödül alan bir sonuç almış Moorhouse ve bir bakıma beklettiğine değmiş seyirciyi. Kate Winslet, Judy Davis, Hugo Weaving ve Liam Hemsworth gibi oyunculukları ve/veya fiziksel çekicilikleri ile çarpıcı bir kadrosu olan bu filmi onlardan da aldığı güçlü destekle hayli “güzel” kılmış yönetmen ve tüm o çekici kıyafetler/tasarımlar ile de bu güzelliği pekiştirmiş. Dolayısı ile “güzel” bir film bu kesinlikle; örneğin Liam Hemsworth sinemaya gelmiş geçmiş en güzel erkeklerden biri olarak karşı konulamaz bir cazibe yaratıyor göründüğü her sahnede. Moorhouse da onun bu avantajını hayli akıllıca kullanıyor açıkçası ve dozunda bir erotizmi ustaca sergiliyor. Hemsworth’un Kate Winslet ile ikili sahnelerinde bu hoş erotizmi hissetmemek için ölü olmak gerekir diyelim kısaca! Hele bir “terzinin ölçü alması” sahnesi var ki Judy Davis’in yarattığı komedi ile desteklenerek ileride belki de klasik olacak anları getiriyor karşımıza.

Şık bir kıyafet içinde istasyonda görüyoruz Winslet’in canlandırdığı karakteri açılışta ve onun ağzından duyduğumuz ve hikâyeyi de açan “Geri döndüm, sizi p.çler” cümlesi bir güzellik ve intikam hikâyesi seyredeceğimizi söylüyor bize. Açıkçası her iki konudaki sözünü de tutuyor film. Tıpkı kadının, annesinin evini çöplük halinden içinde huzur içinde yaşanacak sıcak bir yuvaya dönüştürmesi gibi kasabanın kadınları da onun dokunuşu (daha doğrusu tasarladığı elbiseleri) ile adeta bir Dior defilesinin mankenlerine dönüşüyor. Yine hemen açılışta yer alan, golf toplarını evlere tek tek fırlatma sahnesi bize bu intikam hikâyesinin mizahla örülü olacağını müjdeliyor. İşte bu temalar üzerinden ilerleyen hikâye her biri birbirinden tuhaf karakterleri acımasız bir şekilde önümüze fırlatıp duruyor; filmin seçtiği çılgın havaya uygun ama bir süre sonra baştaki kadar ilgi doğuramayan ve yoran bir tercihe dönüşüyor bu. Bununla da yetinmiyor senaryo ve sonlarda kadının bilmediği bir sırrı da koyuyor ortaya. Sonuç da gerçekten çılgın ama bir süre sonra neresinden tutacağını bilemediğiniz bir eser oluyor; bir sinema eleştirmeninin kadının terzi olmasına gönderme olarak dediği gibi “dikişleri tutmuyor” hikâyenin.

Kate Winslet’in üzerindeki o şık kıyafetlerle, hem sağlam bir komedi ve erotizm yaratttığını hem de belki kendisi için bir parça “basit” olan rolün içini rahatlıkla doldurduğunu söylemek gerek ama oyunculuk açısından filmin öne çıkan ismi annesi rolündeki Judy Davis. Filmin çılgınlığına uygun ama bu çılgınlığın oyun gücünün önüne geçmesine izin vermeyen çok başarılı bir performansı var sanatçının. Hugo Weaving mizaha uygun ama zor bir rolü -sonuçta kadın kıyafetleri giymekten hoşlanan ve tüylü kıyafetlere dokununca neredeyse orgazm olan bir polisi oynuyor kendisi- ustalıkla canlandırıyor. Hemsworth ise yukarıda söylediğimiz gibi o denli güzel bir fizikle resmediliyor ki hikâye boyunca, hani nerede ise oynamasına bile gerek kalmıyor ama o da sevimli gülümsemesini esirgemediği sahnelerde ve özellikle romantik anlarda filmi güzelleştiriyor kesinlikle. Winslet’in bir rugby maçının oyuncularını dekolte kıyafeti ve seksîliği ile dağıttığı sahne, bir elbisenin neler yapabileceğini anlatan bölüm ve David Hirschfelder’in müziği gibi eğlenceli yanları da olan filmin, anne karakterinin söylediği gibi “rezil bir kasaba”da geçmek için fazlası ile eğlenceli bir havaya sahip olmak gibi bir problemi var yukarıda da vurguladığımız gibi. Pek de önemsiz değil bu kusur açıkçası ama gerek tüm o eğlencesi gerekse yardımcı oyuncularının tümünün canlandırırken kendilerinin de eğlendiği açık olan karakterleri ile de ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Bir kaosa dönüşmenin hemen yanından geçen ama bu tuzağa düşmemeyi başardığı için de o kaostan olumlu yönde beslendiğini söyleyebileceğimiz filmin tasarım düşkünleri (filmdeki tüm o elbiseleri, setleri vs. düşünün) için görülmesi gerekli bir yapım olduğunu söyleyelim son olarak.

(“Düşlerin Terzisi”)

(Visited 323 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir