A Perfect World – Clint Eastwood (1993)

A perfect world“Seninle çok ortak yanımız var, Phillip: İkimiz de yakışıklıyız, ikimiz de çok kola içiyoruz ve ikimizin de babası bir işe yaramaz”

Hapishaneden kaçan bir adam ile rehin aldığı bir çocuk arasında gelişen dostluğun hikâyesi.

John Lee Hancock’un orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği, 1993 tarihli bir ABD yapımı. Bir suçluyu odağına almasına ve hikâye boyunca ölen üç kişiye rağmen rahatlıkla aileler için çekilmiş bir televizyon filmi sınıfına sokulabilecek bir film bu ve sinema sanatı açısından vaat ettiği pek bir şey olmasa da rahat seyredilen hikâyesi, finaldeki etkileyici duygusallığı, ünlü isimlerin varlığı ve onlara eşlik eden çocuk oyuncunun başarısı filmi görmeye değer kılıyor. 1960’larda geçen hikâyesinin Amerikalı seyirci için yaratacağı nostalji dışında döneme özgü unsurlara hemen hiç değinmeyen film ticarî sinemanın kalıplarından hiç ayrılmayan, eli yüzü düzgün anlatımı ve Kevin Costner – Client Eastwood ikilisi ile belli bir ilgiyi garanti eden bir çalışma.

Parlak bir güneş, onun önünde uçan bir kuş, etrafta uçuşan dolar banknotları ve yeşil çimende huzur içinde uzanmış görünen bir adam… Bu görüntülerle açılıyor film ve hikâye finalde işte bu sahneye geldiğinde görüntülerin aslında yanıltıcı olduğunu ve trajik bir son ile karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. Hapisten kaçan bir suçlunun yol boyunca bir ailenin yanına sığınması veya onları rehin alması, bu sırada da ailedeki kadın ile (ki genellikle çocuklarını tek başına yetiştiren bir ebeveyndir bu) aşk yaşaması sinemada çeşitli varyasyonlarını gördüğümüz, tanıdık bir hikâye. Burada da benzer bir konu var ama adamın kadınla kısa süren bir teması dışında ilgi alanına başta zorunlu olarak, sonra da gönüllü olarak bir çocuk giriyor asıl olarak. Babası ortalarda olmadığı için bir baba özlemi içinde olan çocukla, benzer bir çocukluğu olan adamın dostluğunun oluşumu ve gelişimi -inandırıcılık problemleri bir yana- hikâyenin asıl odaklandığı alan ve çocuk oyuncu T.J. Lowther’ın başarılı performansının da katkısı ile film çekiciliğinin büyük bir kısmını buradan alıyor. Hikâyenin neden 1960’lı yıllarda geçmesinin tercih edildiğini açıklayamayan senaryo bu iki karakter arasındaki ilişkiyi açıklamakta hayli başarılı açıkçası ve bu da senaryonun dikkat çeken en önemli özelliği. Texas eyaletinde yaşanan hikâyenin, Kennedy’in yapacağı bir ziyaret ve suçlunun peşine düşen ekipte yer alan kadın kriminologun herhalde mesleğe yeni yeni giren kadınların karşılaştıklarının sembolü olarak erkek polisler tarafından kabullenilme sorunu ve taciz edilmesi bir kenara bırakılırsa, neden 1960’lara taşınarak yapım maliyetlerinin yükseltildiğini anlamak pek mümkün değil. Kaldı ki Laura Dern’in canlandırdığı ve oldukça yüzeysel çizilmiş karakterin hikâyede hiçbir önemi olmadığını ve tıpkı FBI ajanı gibi rahatlıkla hikâyeden tamamen çıkarılabileceğini de düşününce bu iki nedenden asıl olanı da geçerliliğini kaybediyor.

İyi bir yüreği olan, zekî ve “delikanlı” bir suçlu Costner’ın canlandırdığı karakter ve hikâye onun çocukluğunda içine düştüğü suç dünyasını ve onu bu dünyanın parçası kılan sistemi seyirciye rahatsız etmeyecek hafiflikte de olsa bir sistem eleştirisini de içererek anlatıyor bize. Gerek bu eleştiri gerekse valinin seçim dönemi hassasiyetleri ve adamın peşindeki ekip içinde oluşan ve benzerini binlerce film veya dizide gördüğümüz çekişmenin yeterince güçlü ve/veya orijinal olmaması kimi seyircinin -haklı olarak- burun kıvırmasına yol açacaktır olan bitene ama ortalama bir seyirci için bu tanışıklık aksine bir çekicilik kaynağı şüphesiz. Seyircinin kendini “evinde hissetmesini” ve karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştıran bu durum ticarî sinemanın sıklıkla tercih ettiği ve kuşkusuz sadece orijinal hikâye eksikliği ile açıklanamayacak bir tutum. Suçlunun peşine düşen ekibin başındaki Clint Eastwood’un takım arkadaşları ile olan diyalogları ve onun suçlu ile geçmişte bir bağının olduğunun ortaya çıkması da aynı şekilde hayli tanıdık unsurlar içeriyor ve bunların ikincisi sondaki trajedinin etkisini artırmaya yönelik zorlama bir içeriğe sahip üstelik.

Eastwood’un pek çok filminde değiştirmeden kullandığı mimikleri ile oynadığı ve “idare eder” oyunculuğu, Costner’ın karakterinin ağırlığını yeterince çarpıcı şekilde değerlendirememiş olsa da vasatın üzerinde seyreden performansı ve Dern’in senaryonun gazabına uğraması nedeni ile öne çıkamaması filmin çocuk oyuncusu ve o tarihte yedi yaşında olan T.J. Lowther’a yaramış görünüyor ve filmin asıl yıldızı olmuş görünüyor kendisi. Her ne kadar kendisi de bir erkek olsa da filmin fazlası ile erkeksi olan havasını da dengeliyor onun varlığı. Başta ve sonda karşılaştığımız acılı anne ve onca sahnesine rağmen hikâyeye herhangi bir katkısı olmayan kadın kriminologun geride kaldığı erkeksi bir film çünkü bu. Polislerin aralarında konuşurken başvurdukları bel altı espriler, baba olmanın sorumlulukları ve güzelliği, “penis” sohbetleri vs. filmi sadece erkeklerin dünyasını anlatan bir esere çeviriyor ve çocuğun hikâyedeki sorgulayıcılığı sayesinde bu erkek dünyası bir parça yumuşuyor neyse ki. Evet, çocuk yaşının sağladığı tüm masumiyeti ile sorguluyor sürekli olarak ve senaryo başarılı bir şekilde onun bu sorgulamalarını hemen hiç hissettirmeden ön planda tutuyor sürekli olarak. Neden Noel’i kutlayamadığını, neden insanların kötü olmayı tercih ettiğini, neden sevdiği dostunu yitirdiğini vs. bakışları ve doğrudan soru içermeyen sözleri ile sorguluyor çocuk ve hikâyenin yüzeysel bir aksiyon filmi olmanın ötesine geçmesini sağlıyor sık sık.

Fazla sert ve hızlı olmayan (ki doğru bir tercih bu) filmin sanki arada nefes almaya ihtiyacı varmış gibi senaryoya eklenmiş görünen ve kesinlikle gereksiz olan mizah bölümlerinin zarar verdiği hikâyeyi Eastwood özel bir sinemasal yaratıcılık içermeyen ama doğru bir tonda anlatmış. Ne gereğinden yavaş ne de gereğinden hızlı olan temposu, aksiyon ile duygusallığın dengelenmiş olması ve kimi sahnelerin (kaçak adamın bir mağaza içindeyken gerçek kimliğinin ortaya çıktığını anladığı sahne örneğin) akıllı bir mizansenle yönetilmiş olması, Eastwood’un kaçan ile kovalayanları sanki iki ayrı hikâyeymiş gibi anlatma yanlışına rağmen filme çekicilik sağlıyor. Özetle, yeni bir yanı olmasa da ve ticarî sinemanın kalıplarından milim ayrılmasa da görülebilecek bir Hollywood işi bu. Bir başka deyişle, görmekten bir zarar görmeyeceğiniz ve sizi değiştirmeye/zenginleştirmeye değil oyalamaya yönelik iyi bir seyirlik.

(“Kusursuz Dünya”)

(Visited 277 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir