“Bu, vahşi bir hayvanı kafesinden çıkartmak gibi! Bir daha yapmayacağıma yemin ettim”
Hükümetin gizli servis ajanlarının peşine düştüğü, ateşi kontrol edebilme (“pyrokinesis”) yeteneği olan küçük bir kız ve düşünce gücü ile karşısındakine istediğini yaptırabilen babasının hikâyesi.
Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Stanley Mann’ın yazdığı ve yönetmenliğini Mark L. Lester’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Hükümetin gizli bir deneyine para karşılığı katılan bir adam ve kadının bu deneyde aldıkları ilaç sonucu kazandıkları tuhaf yeteneklerinin çocuklarına geçmesi ve küçük kızın ateşi kontrol edebilme yeteneğini askerî amaçlarla kullanmak isteyen gizli servisin anneyi öldürdükten sonra, baba ve kızının peşine düşmesi ile yaşananları anlatıyor film. King’in sinemaya uyarlanan pek çok eserinden biri olan roman ilk kez 1980 yılında yayımlanmış ve dört yıl sonra da bu uyarlama ile beyazperdeye taşınmıştı. On sekiz yıl sonra “Firestarter 2: Rekindled” adını taşıyan devamı bir televizyon filmi olarak çekilen bu film türünün (bilimkurgu ve korku/gerilim) sinema değeri açısından önemli yapımları arasında olmasa da bir King uyarlaması ve 80’lerden gelen bir “yarı klasik” olarak ilgi görebilir. Lester’ın fazlası ile düz sinema dili ve hikâyenin kendi sınırları içinde bile kabulü zor gerçekçilik problemlerinin yanında daha önemli bir problemi de var filmin: Drew Barrymore’un çarpıcı bir biçimde canlandırdığı küçük kızın sahip olduğu tehlikeli güç ile sevimliliğinin neden olduğu zıtlıktan doğru bir biçimde yararlanamaması.
Filmin müzikleri Alman elektronik müzik grubu Tangerine Dream tarafından hazırlanmış ve yönetmen Mark L. Lester’ın ifade ettiğine göre filmi hiç görmeden hazırlanılan bu müzikler hikâyeye pek de uymamış açıkçası. Bir iki sahne dışında müzik çalışması ne hikâyenin genel atmosferine ne de kullanıldıkları sahnenin havasına uyum gösteriyor. Öyle ki zaman zaman siz filmi seyrederken birileri de yanınızda bir Tangerine Dream albümü dinliyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bu işitsel problemin yanında, filmin görsel dili de hikâye için yeterince çekici değil. Açılış sahnesi örneğin, apar topar giriş yapan hâli ile sizi hazırlıksız yakalamanın etkileyiciliğine değil, damdan düşer gibi görünmenin tuhaflığına sahip. Filmin genelinde de gereğinden düz akan ve kamera kullanımı, açıları, kurgu tercihleri vb. ile hikâyesinin “olağanüstü”lüğüne pek yakışmayan bir dili olan bir anlatımı tercih etmiş Lester ve böyle olunca da bu olağanüstülüğün aslında gerektirmediği bir gerçekçilik sorgulamasına girişmenize neden oluyor. Yoğunlaştırdığı bakışları ile karşısındaki insana istediğini yaptırabilen, kör olduklarını düşündürtebilen veya bir telefon kulübesindeki bozuk paraların dışarı çıkmasını sağlayabilen babanın bu yeteneğini neden başka gerekli anlarda da kullanmadığını anlamak zor örneğin. Hikâyenin sonunun da pek gerçekçi olmadığını söylemek gerekiyor açıkçası. Kahramanlarımızın peşindeki kötücül organizasyonun bu şekilde yok olduğuna ve New York Times’a (romanda ise Rolling Stone dergisine) yapılan bir ziyaretin gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacağına inanmak zor kuşkusuz. Gerçi bu “özgür basın” ve genç kızın yeni ailesi üzerinden yapılan aile güzellemeleri filmin King’e yakışır bir biçimde Amerikan değerlerine övgüsünün doğal bir sonucu olarak beklenen bir sonuç ama yine de kolaycılığı ile rahatsız edebilir. Kaldı ki finalden sonra ortada kalan koca bir soru var: Bu müthiş yeteneği ile küçük kızın hayatı ne olacak?
Eskilerden Art Carney, George C. Scott, Louise Fletcher ve Moses Gunn’ın varlıkları ile renklendirdiği filmde Martin Sheen ve baba rolündeki David Keith ortalama bir oyunla idare ediyorlar. Filmin yıldızı ise elbette Drew Barrymore. İki yıl önce “E.T.” ile yıldız olmuş oyuncu burada da tüm yeteneğini ve sevimliliğini hikâyenin emrine vermiş. Ne var ki filmin onu kullanım şeklinde ciddi bir sorun var: Karakterinin korkunç yeteneği ve kendisini korumak için de olsa onlarca kötü insanı yok etmesi ile ortaya çıkan katliam görüntüleri ile uyuşmayan derecede aşırı sevimli ve büyümüş de küçülmüş bir kız olarak çizilmiş rolü. Buradan ortaya zıtlıktan kaynaklanan iyi bir gerilim çıkabilirmiş ama senaryo ne genç kızın travmasını (ara sıra dökülen gözyaşları dışında görsel olarak pek de çarpıcı bir biçimde işlenmiyor bu travma) ne de bu zıtlığı yeterince iyi işlemeye müsait ve sanki küçük kızın güzelliğine kapılıp gitmiş gibi görünüyor film. Lester’ın Yeşilçam’a yakışır bir şekilde yavaş gösterimle karşımıza getirdiği “baba ile kız kavuşur” sahnesi gibi yanlış tercihleri ve kızın yeteneğinin açıklamadığı bir “kurşun işlememe” durumu gibi izahat gerektiren anların cevabını vermemesi de filmi zayıflatmış görünüyor.
Afişinde yer alan görüntünün (alevden bir fonun önünde doğrudan size bakan ve saçı rüzgârda dalgalanan küçük kız) kendisi kadar klasik değil film sonuç olarak ama yine de bilim kurgu, korku (daha doğrusu gerilim) ve aksiyonu aksamadan uzlaştırabilmiş olması, seyicisini beklenti içine sokmadığı için hayal kırıklığına da uğratmaması, Barrymore’un etkileyici oyunculuğu ve doğaüstü bir güce sahip sıradan bir insan olmanın travmasını yeterince etkileyici biçimde olmasa da anlatması ile ilgiyi hak ediyor. Tabii bir de küçük kızın ateşten toplarla onlarca kötü adamı yok ettiği bölüm var ki filmi tek başına çekici kılabilir kimileri için.
(“Tepki”)