“Neyin var ötekilerden eksik? Yüzün ay parçası gibi. Kuvvetlisin, dört kadının işini görürsün tek başına. Bir, kambur mu? Herkesin kamburu içinde. Senden daha mı namuslu ötekiler, daha mı iyi yürekli? Çocuksa, sen de doğurursun. Ne eksiğin var?”
Kambur bir balıkçı kadın ve aşık olduğu kör bir kemancı adamın hikâyesi.
Senaryosunu Ayşe Şasa’nın yazdığı, Atıf Yılmaz’ın yönettiği bir klasik. Doğu masallarından esinlenen çalışmada, Kadir İnanır ve Fatma Girik başrollerini paylaştıkları eserin gerçek bir sevgi filmine dönüştürülmesine de katkıda bulunarak çarpıcı bir çift yaratıyorlar. Sinemamızın vamp kadını Suzan Avcı’nın kariyeri boyunca ne yazık ki kendisine pek tanınmayan fırsatı çok iyi değerlendirdiği film kesinlikle bir “Doğu filmi” ve bir batılının değil, doğulunun seveceği ve özdeşleşebileceği hikâyesi ile izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Dönemin Yeşilçam’ının kısıtlı koşulları altında Atıf Yılmaz’ın yakalamayı başardığı biçimsel başarı, Kaya Ererez’in görüntü çalışması ve yüreğe dokunan içeriği ile önemli bir film bu. İlk bir saatinde yakaladığı düzeyi, son yarım saatinde koruyamasa da ve kimi zorlamalarla klasik Yeşilçam tuzaklarına düşüyor olsa da bunu sabırla karşılayarak izlenmesi gerekiyor filmin.
Mikis Theodorakis’in Costa Gavras’ın “Z – Ölümsüz” filmi için yaptığı müziklerin hunharca ve arsızca kullanıldığı film, bu müzik çalışmasından aşırılmış bir melodinin eşlik ettiği bir rüya sahnesi ile açılıyor. Beyaz atlı şehzadesi ile karşılaşan güzel bir kız var bu rüyada ama aniden gözden kaybolur şehzade. Bu da “normal”dir çünkü rüyayı gören -ay parçası gibi bir yüzü olsa da- kambur bir kızdır ve ve elbette bir şehzadeye kavuşması mümkün değildir. Ayşe Şasa’nın ancak doğunun duyarlılığına sahip bir yüreğe hitap ettiğinde cevap alacağı senaryo sonra bu genç kadını rüyalarında gördüğü şehzadeye tıpatıp benzeyen kör bir kemancı ile karşılaştırır. Kadın için bir mutluluk fırsatıdır bu; kamburunu görmeyecek ve kendisini onun sevdiği gibi sevebilecektir bu genç adam. Evet, hayli Yeşilçam kokuyor hikâye ama hem Şasa’nın senaryosu hem de Atıf Yılmaz’ın yönetmenlik çalışması bu hikâyeyi çok çekici bir konuma taşıyor. Son yarım saatinde aksıyor hikâye ve temel temalarından biri olan fedakârlığı oldukça da zorlayarak uzatıyor epeyce ama burada bile bir farklılığı var filmin; bu zorlamaları affettiriyor size, anlattığı sevginin gücü üzerinden.
Kasabalı kadınların ucube diye çağırdığı, çocukların taşladığı ve erkeklerin taciz ettiği bir “öteki” genç kadın ve filmin aslında ötekilerin derdini kendine dert ettiğinin de göstergelerinden biri. Genç adam da kör olması nedeni ile itilip kakılmaktan şikayetçi olarak hikâyenin bir diğer dışlanmışı, onun kadar sıkıntı çekmiyor olsa da. Kambur kadının kasabadaki tek dostu olan Rum hayat kadını Tasula Abla ise eskiden hâkim oldukları topraklarda şimdi bir azınlığın üstelik de anlaşılan tek temsilcisi olarak yaşamanın zorluğunu taşıyan ve hayatta kalabilmek için yapmak zorunda kaldığı mesleğinden dolayı dışlanan bir başka öteki. İşte hikâye bu üç temel karakter üzerinden, egemen olanlara ve öteki durumunda olanlara sonuna kadar hükmetmeye çalışanlara inat sevgiyi ve fedakârlığı savunuyor bize. Atıf Yılmaz daha açılıştaki rüya sahnesinden başlayarak bize karakterlerini hayli derli toplu bir biçimde, sahneleri uzatmadan ve akıllıca kurulmuş mizansenlerle tanıtıyor. Örneğin rüya sahneleri onca kullanılmasına rağmen hemen hiç rahatsız etmiyor ve her biri hikâye için önemli ve gerekli olduğunu hissettiriyor size. Hayli kısıtlı bir bütçe ile çekildiği açık olan bu sahnelerde (masalsı bir gökyüzü yaratmak için kullanılan kırmızı jelatin kağıdının eğretiliği gibi) gökyüzünden inen merdivenden aşağı süzülen iki aşığın görüntüsü gibi parlak anlar da yakalamayı başarmış Yılmaz. Kaya Ererez’in kamerası da her bir sahne için üzerinde özenle düşünülmüş izlenimini veren açılarla getiriyor karakterleri karşımıza ve teknik oyunların peşine düşmeden sadeliğin içindeki zenginliği yakalıyor.
Toplumsal çerçeveyi bir parça ihmal ederek de olsa karakterlerini yalın çizgilerle çiziyor bize film ve işte tam da bu nedenle olsa gerek Ayvalık’taki Şeytan Tepesi’ndeki piknik sahnesi sinemamızda pek de benzeri olmayan bir “mutluluk ve aşkın resmi”ne dönüşüyor. Suzan Avcı’nın, Nikos Vasiliou’nun ünlü sirtaki ezgisi “Freatida” eşliğinde başlattığı sirtaki ve ona eşlik eden Kadir İnanır ve Fatma Girik’in sıcak ve doğal oyunları, bu sirtakiden önce öylenen Yunanca şarkı, iki aşığın mutluluğunu yansıtan sıcaklık ve Suzan Avcı’nın karakterinin kendisinin kaçırdığı mutluluğu ve aşkı yakalamış görünen iki arkadaşının sevgisinden duyduğu samimi heyecan… Tüm bunlar bu sahneyi gerçek bir klasikte görülebilecek bir âna dönüştürürken, muhtemelen Yeşilçam’ın yaratabildiği en dokunaklı ve sıcak mutluluk sahnelerinden birine tanık ediyor sizi Atıf Yılmaz. Evet masalsı bir yanı var filmin ve rüya sahneleri ile de bu masalsı yanı desteklemiş Yılmaz ve bunu o derece iyi başarmiş ki bir başka filmde sizi kolayca rahatsız edebilecek tesadüfler vs. o gerçekçi anlatılmış masal havası ile sizi yüreğinizden yakalayabiliyor.
Tasula Abla karakteri, Ayvalık’tan Midilli’ye (“bir zamanlar bizimdi” gibi bir cümle ile ifade edilmiş olsa da) gönderilen selâm ve söylenen Yunanca şarkı gibi öğelerle Ayvalık atmosferi için çok doğru bir seçim yapılmış kesinlikle. Ne var ki belki yine sadece Yunan ezgileri için seçilmiş olsa da “Z” filminin müziklerinin hikâye boyunca pek de gerekli olmayan bir yoğunlukta kullanılması doğru olmamış kesinlikle. Bir suikasti anlatan politik bir gerilim filmi için hazırlanmış müziklerin bir “imkânsız” aşka yakıştırılması -müziklerin Yeşilçam için oldukça normal kabul edilir bir şekilde izinsiz kullanılması söz konusu elbette burada- hayli zorlama olmuş. Filme yakışan ve hak ettiği bu değilmiş açıkçası. Bunun üzerine bir de bu filmde bile kaçınılamayan “mezarlık ve ney sesi” klişesini de ekleyince müzik açısından bir yandan parlak anlar yakalarken (piknik sahnesinde olduğu gibi), diğer yandan oldukça bocaladığını söyleyebiliriz filmin rahatlıkla.
Serseri bir oğlan çocuğu görünümünden güzel bir kadına dönüşen karakterini her iki halinde de aynı başarı ile oynuyor Fatma Girik. Özellikle baştaki arzu ve ürkeklikleri ve sonraki mutluluk ve kaybetme korkusunu dönemin Yeşilçam’ın ruhuna uygun bir şekilde duyguları ön plana çıkararak oynuyor ama abartıdan da uzak durmayı başarıyor. Kadir İnanır ise 60’ların yüreğinde bir yara olan Fransız jönlerini hatırlatan pardösülü sahnelerindeki yakışıklılığı ve “görmeyen” gözlerine ve sesine çok iyi oturttuğu hüznü ile hayli etkileyici oluyor Girik ile olan ikili sahnelerinde. Ve Suzan Avcı… sinemamızın vamp kadın rollerine mahkum ettiği oyuncu her sahnesinde rol çalıyor adeta ve işte o piknik sahnesindeki performansı başta olmak üzere ne derece sık bir karakter oyuncusu olabileceğini kanıtlıyor bize.
Aşkın fiziksel güzellikle ilişkisi, özürlü olmak, özrünü gizlemek ve daha da ileri giderek özürlülüğün tanımı üzerine seyircisini düşündürtmeyi başaran film son bölümlerinde düzeyini düşürüyor ne yazık ki. Yeşilçama özgü pek çok öğeyi son yarım saatine kadar dönüştürerek kullanmayı başaran film bu bölümlerde fazlası ile, alışılagelenin peşinden gidiyor nedense. İlginç bir şekilde diyaloglara da yansıyor bu düzey kaybı ve karakterlerin daha önce rahatsız etmeyen sözleri ve davranışları bu kez batmaya başlıyor. Bir parça apar topar bitirilmiş görünmesine rağmen farklı finali ile de ilgi çeken film, bu kusurlarına rağmen görülmesi gerekli bir çalışma. Özetle, iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir sevgi filmi.
Güzel bir eleştiri olmuş, katılmadığım bir yanı yok diyebilirim. Bu filmi çocukken ilk izlediğimde dahi birçok sahnesi aklıma kazınmıştı. İlk rüya sahnesinin sonunda Fatma Girik’in uyanıp gerçek dünyaya döndüğündeki yüz ifadesi, rahmetli Danyal Topatan ve Suzan Avcı’nın performansları, yöre halkının zalimliği gibi. Fatma Girik için “hak ettiği yere gelememiş, kendini gösterememiş” gibi benzetmeler kullanmak komik olur, ne de olsa Yeşilçam’ın en önde gelen kadın oyuncularından. Ama bu filmi izledikten sonra insan ister istemez merak ediyor, önüne bunun gibi farklı senaryolar ve teklifler gelse daha neler yapabilirdi? diye. Suzan Avcı için söylediğiniz “…mahkûm edildi” ifadesi son derece doğru maalesef. Erkek olsun kadın olsun, jön / esas kız / kötü adam / iyi adam / esas oğlanın can dostu vs kalıplar, yetenekli oyuncularımızın potansiyellerini gösteremeden kısır bir döngüde takılıp kalmalarına sebep olmuş.
Ama bu filmi her hatırladığımda aklıma ilk gelen şey ne güzel görüntüleri, ne rüyamsı atmosferi, ne de harika oyuncuları. Şunu düşünüyorum: Bugün havalarından geçilmeyen, repliklerini TRT bülteninde haber okur gibi okumakla oyunculuk yaptığını zanneden hanım kızlarımızın kaç tanesi Fatma Girik’in bu filmde yaptığını yapabilir acaba? Kırk yıldır bitmeyen “sanat için soyunurum” geyiğini yapanlardan kaçı, sanat için beyazperdede kambur olmayı kabul eder?
Bu da zincirleme olarak bir başka soruyu akla getiriyor tabii: Suzan Avcı’yı vamp kadın rollerine mahkûm eden eski Yeşilçam mı daha katı ve kısıtlı, yoksa yıldız oyuncuların köylü kız rolündeyken bile ojesinden, kuaföründen ve şehirli aksanından vazgeçmedikleri günümüz Yeşilçamı mı?
Tüm yorumlarınız ve katkılarınız için teşekkürler.