“Bunları size anlatmamın nedeni mağduru oynamak değildi, beni tanımanız içindi. Böylece belki bana daha iyi davranırsınız”
Boşanmak üzere olan bencil ebeveynlerinin ihmal ettiği dokuz yaşındaki bir kızın 1984 yılında Roma’da geçen hikâyesi.
İtalyan sinemacı Asia Argento’nun kısmen kendi çocukluğundan yola çıkarak yazdığı senaryoyu yine kendisinin yönettiği, İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. Korku filmleri ile tanınan İtalyan sinemacı Dario Argento’nun kızı olan ve sinemaya oyuncu olarak giriş yapan Asia Argento -bölümlerinden birini yönettiği ilk filmini de sayarsak- bu dördüncü filmde, ünlü bir sinema oyuncusu olan babası ile bir konser piyanisti olan annesinin kendi bencil ilişkileri nedeni ile ihmal ettikleri, ebeveynlerinin çalkantılı evliliklerinin olumsuz etkilerini yaşayan ve kendisinden büyük iki kız kardeşine nazaran daha az ilgi gösterilen küçük bir kızın büyüme hikâyesini anlatmış. Bu özet fazla dramatik bir hava yaratıyor olsa da Argento hikâye boyunca filmini zaman zaman hayli uçarı bir havaya büründürerek ve bu yolla yarattığı hafifliğin üzerine -özellikle kimi karakterlerinin aşırılıkları üzerinden üretilen- bir mizah da ekleyerek özetin yaratacağı aşırı dram beklentisinden uzak bir noktaya gidiyor. Filmin yeterince olgun ve oturmuş bir dili olmaması ve sahnelerin bir süre sonra sanki yeniden seyrediyormuşuz havası yaratması gibi kusurları olsa da farklı bir film olarak ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
Hikâyenin baş karakteri olan küçük kızının adı olan Aria’nın aynı zamanda Asia Argento’nun resmî adı olmasının da ima ettiği gibi kısmen onun çocukluğunda yaşadıkları ve hissettiklerinden yola çıkan bir film bu. Finalde kızın ağzından duyduğumuz daha iyi davranılma isteği aynı zamanda yönetmenin kendisinin de bir arzusu mudur bilmiyorum ama sonuçta hikâye ailesinden fark edilmeyi, anlaşılmayı ve sevilmeyi bekleyen bir kızı getiriyor karşımıza temel olarak. Aslında sevilmiyor değil küçük kız; ne var ki anne ve babası bencillikleri nedeni ile kendi sevgi ihtiyaçları ve hırslarını her zaman ön planda tutan bir yaşam sürdüklerinden olan da küçük kıza oluyor sanki. Biri annenin, diğeri babanın daha fazla ilgi gösteriyor göründüğü iki ablasından (ki bu ablalardan küçük olanı senaryonun ihmaline uğramış bir parça) hayli farklı duyarlılıkları olan kız film boyunca birkaç kez evden kaçıyor, evden atılıyor, “sokağa düşüyor” ve kendisini sık sık bir elinde bavulu diğer elinde içinde sokaktan bulduğu bir kedi olan kafes ile yürürken görüyoruz. Giulia Salerno’nun başarı ile canlandırdığı kız, kompozisyonları ödül alan, yaratıcı ve meraklı bir karakter olarak -zaman zaman hikâyenin gerçekçiliğini zedeleyen tuhaflıkları olan karakterlere rağmen- filmi çekici kılabiliyor çoğunlukla. Bir yandan epey dram içeren bir yandan da epey eğlenceli ve hayal gücünü artıran bir hayat sürüyor ve filmin çekicilik kaynaklarından biri oluyor onun yaşamındaki bu zenginlik.
Argento’nun baba rolündeki Gabriel Garko’yu biraz gösterişli oynamaya iten (buna karşılık anne rolündeki Charlotte Gainsbourg daha ustalıkla sıyrılıyor bu problemden) senaryosundaki abartı ve tuhaflıklarda hikâyesinin odağına küçük kızı almasının ve tanık olduklarını onun gözünden göründüğü şekilde anlatma düşüncesinin payı var muhtemelen ama mizansen onun gözünden düzenlenmediği için bu pek yansımıyor bize. Böyle olunca da tuhaflıklar ve abartılar bir süre sonra sanki tekrara düşüyor hissi veriyor ve belki de daha önemli olarak, filmin gerçekçilik ile hafif gerçeküstücülük arasında gidip gelmesinin de etkisi ile kendinizi hikâye karşısında nasıl konumlamanız gerektiğini kestiremiyorsunuz her zaman. Bir parça dağınık akması da filmin, bu duyguyu artırıyor.
Her ne kadar baba karakteri ve kızımızın ilk aşkı olan oğlan da olsa da hikâyede, bir “kadın filmi” bu kesinlikle. Küçük kızın en yakın arkadaşı ile giriştiği ve hayatı, ilişkileri, aşkı vs. öğrendiği, denediği süreç bir kadının öğrenme sürecinin örneği olarak geliyor karşımıza. Argento bir kısmı kendi bestesi olan rock ve punk ağırlıklı şarkılar eşliğinde bir kadın hikâyesi getirmiş önümüze ve yaşı gereği belki de her anlattığına inanmamamız gereken küçük kızı da tıpkı önceki iki filmi gibi kendinden yola çıkarak çizmiş. Belki yeterince olgun görünmüyor filmin sinema dili ve ortaya çıkan sonuç Argento’nun görüntü yaratma yeteneğinin derli toplu bir hikâye anlatma yeteneğinin -en azından hâlâ- önünde olduğunu gösteriyor ama yine de ilgiye değen bir eser bu ve çocukluk döneminin aynı anda hem güzel bir rüya hem de bir kâbus olabileceğini hatırlatması açısından da önemli.
(“Misunderstood” – “Beni Anla”)