Thunderball – Terence Young (1965)

“Egonuzu unutmuşum, Bay Bond. Bond bir kadınla sevişince, o kadın cennetten sesler duyar; tövbe eder, iyiliğin ve erdemin tarafına geçer, değil mi?… Ama bu kadın değil! ”

İki nükleer başlığı ele geçirerek, istedikleri yüklü tutar ödenmezse ABD ve İngiltere’nin birer büyük şehrini havaya uçurmakla tehdit eden Spectre örgütüne karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisinin dördüncü resmî filmi. Öncelikle bir senaryo olarak yazılan, bu senaryo filme dönüşmeyince Ian Fleming tarafından romana dönüştürülen eserden çekilen bir film bu ve bu yazılış süreci sonucunda senaryonun sahipleri olarak Richard Maibaum ve John Hopkins gösterilse de resmî olarak, ortaya çıkan eserde Kevin McClory ve Jack Whittingham’ın da katkısı olmuş. İngiliz Terence Young’un yönettiği üçüncü ve son Bond eseri olan çalışma, gişe geliri açısından serinin en başarılı filmlerinden biri ve enflasyon göz önüne alındığında 2012 yapımı “Skyfall”dan sonra ikinci sırada yer alıyor bu alanda. Serinin Görsel Efektler dalında Oscar kazanan tek filmi olan çalışma hikâyesinin aksiyonun altında kalmadığı, Bond’u Bond yapan pek çok özelliğin kendisine yer bulduğu ve yönetmen Young’un hikâyeye yakışan mizanseni ile ilgiyle seyredilecek bir sinema eseri. Bond’un ilk filmden bu yana gittikçe büyüyen bir markaya dönüştüğünün göstergesi olarak bütçesinin kendinden önceki üç Bond filminin bütçelerinin toplamından fazla olduğu film hem Bond hayranları hem de bu tür filmleri sevenler için ideal bir seyirlik. Bir Bond filmi ve bu tanım ne ifade ediyorsa, ne azına ne de fazlasına, ona sahip olan bir çalışma özet olarak.

Bond’un fiziksel becerisini ve zekâsını gösteren ve asıl hikâye ile ilgisi olmayan bir sahne ile açılıyor film. Ardından da Bond bize klasik açılış jeneriğinin gereği olarak bir objektifin içinden ateş ediyor ve sonra da bu kez Tom Jones’un seslendirdiği Thunderball adlı şarkı eşliğinde Maurice Binder’ın tasarladığı açılış jeneriğini izliyoruz. Binder -günümüz için- oldukça sade görünen ama klasik Bond’u karşımıza getiren bir tasarımla yine keyifli bir çalışma yapmış ve hikâyenin bu kez su altında geçeceğini özetleyen çalışması ile üzerine düşeni çekici bir biçimde yerine getirmiş. Bundan sonrası da tam bir klasik Bond hikâyesi olarak ilerliyor: Tüm dünyayı tehdit eden gizemli bir örgüt, kötülüğün somut haline dönüşmüş bir adam, Bond’un yanında veya karşısında yer alan ve çoğu bir şekilde yatağından geçen kadınlar ve dünyayı bir kez daha kurtaran kahramanımız. Seri ne vaat ediyorsa, hemen tümünü veriyor bize film; dozunda bir heyecan ve gerilim, yeterince aksiyon, edepli bir cinsellik ve bu kez Bahama üzerinden bir parça egzotizm. John Barry’nin orijinal Bond temasını da kullanan müziği hikâyeyi çok iyi desteklemesinin yanısıra kendi başına ayrı bir çekiciliğe de sahip ve Bond filmlerinin gedikli görüntü yönetmeni Ted Moore’un kamerası da filme çekicilik katıyor ve özellikle aksiyon sahnelerinde karşımıza getirdiği görüntülerle takdiri hak ediyor.

Bond “yedi” numara ise diğer “00”lar kimdir, nerededir diye merak ediyorsanız ilk ve sanırım son kez bu filmde diğer ajanlar da karşımıza çıkıyorlar ama yüzleri gösterilmiyor seyirciye. Sonuçta herhalde hiçbiri Bond’un ayarında olmasa gerek! Evet, kahramanımız bu kez ağırlıklı olarak Bahamalar’da yaşıyor ve yaşatıyor macerasını ve kısa sürelerle de olsa Fransa ve İngiltere’ye de uğruyor (su altı çekimleri ABD’de gerçekleştirilmiş, hikâye oraya uğramasa da). Bu uğrak noktalarında da kadınları hiç “ihmal etmiyor” ve kadınlar da onun cazibesine pek direnemiyorlar anlaşılan. Öyle ki bir zorla öpme bile sonradan ateşli bir birlikteliğe dönüşebiliyor! Sadece kadınlarla değil “mücadele”si Bond’un elbette; bu hikâyede nükleer başlıkları ele geçirmenin peşinde koştururken bıçaklı saldırılardan, zıpkınlardan, el bombasından, ateşli silahlardan ve köpek balıklarından da korunması gerekiyor sürekli olarak. Bu aksiyon sahnelerini birbiri ardına sergileyen film neyse ki hikâyeyi ve karakterleri ihmal etmiyor ve mekanik bir aksiyona tanık olmaktan kurtarıyor bizi Terence Young.

Abartılı olmayan ve karakterinin “cool” yanına zarar getirmeyen esprileri, beden ve beyin gücünü kanıtlayan başarıları ve sık sık şortla görüntülenerek altı çizilen fiziksel çekiciliği ile Bond karakterinde Sean Connery yine çok rahat hareket ediyor ve hikâyeyi sürüklüyor. Acımasız kötü adam rolünde İtalyan oyuncu Adolfo Celi’nin işini iyi yaparken (ama bir kült karaktere de dönüşemezken), Fransız aktris Claudine Auger ve İtalyan aktris Luciana Paluzzi hikâyenin ana kadın karakterleri olarak öne çıkıyorlar. Su altında zıpkınlarla başlayıp göğüs göğüse dövüşle devam eden çarpışma gibi -bir parça gereğinden uzun- başarılı sahneleri ve Bond için özel tasarlanan ve hikâyede zamana yayılarak akıllıca kullanılan alet edevatları (“gadget”lar) ile de dikkat çeken film on sekiz yıl sonra “Never Say Never Again – İnsan Gibi Yaşa” adı ile yeniden çekilmiş ve başrolde bu role bir kereliğine dönüş yapan Connery yer almıştı yine. Adını atom bombası denemelerinde oluşan “mantar bulutu” için ABD askerlerinin kullandığı “Thunderball” ifadesinden alan film Bond serisinin iyilerinden biri ama öyle olmasa bile sadece bir Bond filmi olarak zaten belli bir ilgiyi hak ediyor. Elbette, -bazıları ciddi- gerçekçilik problemleri var hikâyede ve zaman zaman biraz tempo düşüyor ama çok da önemli olmasa gerek bunlar.

(“Yıldırım Harekatı”)

(Visited 107 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir