“Sevgili Haydar, sağ salim vardık. Müslüm ve karısı iş buldu. Yakında biz de başlıyoruz. Burası gerçek bir cennet. Keçileri sağsan, tereyağı akacak. Maya çalsak, yoğurdu bizim Maraş dondurmasını aratmaz. Dağı aştınız mı gerisi kolay. Allah yardımcınız olsun”
Daha iyi bir yaşam için kaçak olarak İsviçre’ye gitmeye çalışan Türkiyeli bir ailenin hikâyesi.
İsviçre, Türkiye, İngiltere ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen, 1991 yılında Yabancı Dilde Film dalında İsviçre adına Oscar kazanan çalışmayı İsviçreli yönetmen Xavier Koller yönetmiş. Senaryosunu Koller ile birlikte Feride Çiçekoğlu’nun yazdığı, tüm ana rollerde Türkiyeli oyuncuların oynadığı, çok büyük bir kısmında sadece Türkçe konuşulan ve Türkiye’den bir aileyi odağına alan bir filmin İsviçre adına yarışmaya girmesi tuhaf elbette ama sonuçta paranın kaynağı belirleyici olmuş anlaşılan. Oscar’ı alması epey bir sürpriz olarak nitelenmişti filmin ve üzerinden geçen yirmi yedi yıldan sonra da filmin çok önemli bir sinema eseri olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bir ailenin Maraş’tan İsviçre’ye uzanan “Umut Yolculuğu”nu adım adım takip eden hikâye kimi zamanlarında takındığı belgeselvari tavır, sadeliği içinde yakalayabildiği doğal duygusallık, iki başrol oyuncusu Necmettin Çobanoğlu ve Nur Sürer’in yalın oyunculukları, özellikle dağda geçen bölümlerdeki başarılı görüntü çalışması ve kimi duygusal anları ile yine de ilgiyi hak eden bir çalışma. Daha iyi bir yaşam için veya kimileri için hayatta kalabilmenin tek umudu olarak çıkılan bir yolculuğun hikâyesi mültecilerin bu derece gündemde olduğu bir dönemde ayrıca önemli kuşkusuz.
Ülkemizde de epey konser vermiş olan Jan Garbarek’in saksafonundan çıkan ve oryantalist bir bakışı olmayan bir doğulu havaya sahip etkileyici melodilerin eşlik ettiği hikâye, varını yoğunu satarak -kendinden öncekilerin yaptığı gibi- İsviçre’ye kaçak olarak gitmeyi kafasına koyan bir adamın ve ailesinin hikâyesini anlatıyor bize. Yedi çocuklu bir aile bu ve çocuklardan sadece birini alabiliyorlar yanlarına. Maraş’ın bir köyünde başlayan, İstanbul ve İtalya’dan geçerek İsviçre’de sona eren hikâye çok yeni şeyler söylemiyor ve yönetmenin sineması yeterince güçlü değil ama anlatılanın “gerçekliği” ve bir kartpostal üzerinden üretilen bir cennet hayalinin neden olduğu trajedi filmi ilginç kılmaya yetiyor çoğunlukla. Türkiye’de geçen üç ayrı sahnede ezan sesi kullanılması yönetmen Koller’in tercihi olsa gerek ama bir Türkiye hikâyesini bir yabancının gözü ile anlatmaktan çoğunlukla uzak durmayı başaran bir filmin bu “egzotik” öğeye ihtiyacı yokmuş ve filmin Türkiyeli yaratıcıları Koller’i bu konuda uyarmalıymış açıkçası. Nedeninin sadece ekonomik olduğunu anladığımız bu göç hikâyesinin odağında yer alan adam, karısı ve küçük çocuğun dışındaki diğer kaçak karakterlerin pek işlenmemiş olmasını da filmin eksileri arasına eklemek gerek. Ana karakterlerimizin yol boyunca karşısına çıkan adam için yaratılan gizemli hava belki adı koyulmamış bir politik duruma işaret ediyor ama bunu ima dahi etmiyor hikâye ve bu gizem havada kalıyor. Yine kaçaklar arasında yer alan dindar adam karakteri de bir parça zorlama içeriyor ve sırıtıyor altı çizilen mesajı ile. Bu karakterin bir parçası olduğu ve uçuruma fırlatılan bir bavuldan dışarı saçılan seccade ve dinî kitaplar sahnesi ise filmin ilginç anlarından biri olarak dikkat çekiyor.
Hikâyedeki sıradan Batılı karakterlerin hep iyi insanlar olması sorgulanması gereken bir tercihi filmin. Resmî görevli Batılı karakterler bile en fazla profesyonel bir soğukluk içinde gösteriliyorlar. Tır şoföründen doktora, herkes bu kaçak göçmenlere yardım için ellerinden geleni yapıyor büyük bir içtenlikle. Türklere kötü davranan tek yabancı bir İtalyan ama o da Türklerle birlikte rüşvet karşılığı yasadışı girişleri ayarlayan bir çetenin üyesi. Kısacası Türklere en büyük (tek demek gerekiyor belki de) kötülük yine Türklerden geliyor ilginç bir şekilde. Senaryonun bu tercihinde yapımcıların önemli bir kısmının Batılı olmasının ne kadar payı var bilmiyorum ama seyrettiğimiz hikâyenin gerçekçliliğine zarar veriyor bu durum.
Nur Sürer ve Necmettin Çobanoğlu’nun karakterlerini akıl dolu bir sadelik ve doğallıkla canlandırdığı ve alkışı hak ettikleri filmde Çobanoğlu’nun kimi sahnelerdeki seslendirmesinin yeterince doğal görünmemesi tuhaf bir durum film adına. Kuşkusuz sadece ana dili Türkçe olanların fark edeceği bu durum karakterin Kürt olması ile açıklanabilir belki ama Çobanoğlu’nun aksanı her sahnede bu şekilde gelmiyor kulağa. Yönetmen Koller ise filme güçlü bir hava verememiş ama yine de yalın yönetmenliği ile hikâyenin ve karakterlerin hep ön planda kalmasını sağlamış görünüyor. Görüntü yönetmeni Elemér Ragályi ile yakaladıkları kimi görüntüler (özellikle dağda geçen zorlu yürüyüş anları) hayli çekici ve filmin dram duygusunu yükseltiyor kesinlikle. Bu yürüyüş sırasında bir bir arkada bırakılmak zorunda kalınan bavullar, sinemada sembolik bir anlatımın sembollerin altı çizilmediğinde nasıl daha doğal ve etkileyici olabildiğini göstermesi açısından ayrıca bir önem taşıyor. Yasadışı göçün nedenleri ve sonuçlarından çok yolculuğun kendisi üzerinde duran film, bir düşün bir kâbusa dönüşmesini anlatması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
(“Journey of Hope” – “Umuda Yolculuk”)