“Şiddet hareketleri savaş kazandırmaz. Savaşı da kazandırmaz, devrimi de. Terör sadece başlangıçta işe yarar. Sonra halkın kendisi harekete geçmeli. Bu grevin arkasındaki mantık da bu: Bütün Cezayir halkını harekete geçirmek ve gücümüzü sınamak”
Cezayir halkının Fransa’dan bağımsızlığını kazanmaya çalıştığı günlerde yaşananların hikâyesi.
1966 Venedik Film Festivali’nde hem Altın Aslan’ı hem de sinema yazarlarının ödülünü kazanan bir İtalya – Cezayir ortak yapımı. Senaryosunu Franco Solinas ve Gillo Pontecorvo’nun ortak metninden yola çıkarak Solinas’ın yazdığı, yönetmenliğini ise Pontecorvo’nun üstlendiği film sadece sağlam bir klasik değil, aynı zamanda tartışmasız bir başyapıt. Adeta bir belgesel havası içinde çekilen pek çok sahnesinin yarattığı gerçekçilikten etkilenmemenin mümkün olmadığı film, Pontecorvo adına tartışmasız büyük bir başarı örneği kesinlikle. Büyük bir kısmı amatör olan oyuncular ile yakaladığı atmosfer o denli çarpıcı ki sinemanın gerçek sanatçıların elinde nasıl büyük bir sanat türüne dönüşebildiğine hayretle bakakalıyorsunuz. Fransa’da beş yıl boyunca yasaklı olan, A.B.D.’de ve İngiltere’de bazı sahneleri kesilerek gösterime girebilen film o derece gerçekçiydi ki A.B.D.’de “görüntülerin gerçek olmadığı” uyarısı ile gösterilmişti.
Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin liderlerinden biri olan ve filmde de kendisini canlandıran Yacef Saadi’nin anılarından yola çıkan film, 1957’de ve işkence ile konuşturulduğu anlaşılan bir Cezayirli’nin görüntüsü ile açılıyor ve ondan alınan bilgi ile yerleri tespit edilen ve bir duvarın içine oyulan bir yerde saklanan dört direnişçinin yakın planda yüzlerini görüyoruz daha sonra. Teslim olmaları isteniyor bu direnişçilerin ve film sonra geriye dönüşle o ana kadar olanları anlatıyor bize. 1954’e dönen film üç yıl boyunca başta direnişçilerin bölgesi olan Casbah olmak üzere Cezayir sokaklarında yaşanan terörü, çatışmaları, işkenceleri ve halkın direnişini sergiliyor seyirciye. Hikâyesinde kendisini bir taraf tutmaya zorlamıyor film ve ülkesini işgalcilerden kurtarmak için mücadele eden Cezayirli direnişçilerin sivil katliamlarını da göstermekten çekinmiyor; elbette Pontecorvo direnişçilerin yanında ve bunu hissediyorsunuz zaten ama yönetmenin başarısı bir propaganda peşine düşmeden, sanata ve sanatçılığa ihanet etmeden derdini anlatabilmesi ve bunu yaparken de sorumlu bir sinemacının nasıl müthiş bir sanat eseri üretebileceğini göstermesi. Ennio Morricone ve Pontecorvo’nun ortak imzasını taşıyan müziklerinin yanında, siyah-beyaz görüntülerin sahibi Marcello Gatti’nin kamera çalışmasını ve Mario Morra ve Mario Serandrei’nin kurgusunu da kusursuzluğu nedeni ile takdir etmek gerekiyor. Elbette, dört dörtlük yönetmenlik çalışması ve diğer tüm teknik öğeleri mükemmel bir orkestra şefliği ile bir araya getirmiş olan Pontecorvo ortaya çıkan başarının asıl mimarı olarak kabul edilmeli.
Kadronun büyük çoğunluğu amatör oyunculardan oluşuyor ve bu nedenle oyunculara dublaj yapılmış (filmin kayda değer üç probleminden biri dublajdaki bazı senkronizasyon problemleri). Pontecorvo bu amatör oyuncuları kamera açıları, uygun ışıklandırma ve kuşkusuz doğru yönlendirmeleri ile o denli başarılı kılmış ki profesyonel olmayan oyuncu kullanan pek çok filmin düştüğü tuzaktan kurtarmış filmi ve hemen hiçbir anında bir aksaklık hissetmiyorsunuz bu konuda. Üstelik sık sık yakın plan çalışmış yönetmen ve oyuncuların vücut dillerini de iyi kullanmalarını gerektiren sahneler oluşturmuş. Bağımsızlık hareketinin liderlerinden biri olan Ali La Pointe karakterinin (ki o da gerçek bir karakter) adi bir suçluyken atıldığı cezaevinde nasıl hareketin parçası olduğunu göstermemesi (sadece tanık olunan bir idam bunu açıklamaya yetmiyor; çünkü adamın herhangi bir siyasî bilinci olmadığı gibi okuma yazması da yok bu konuları araştırması için yararlanabileceği) hikâyenin iki kusurundan biri; diğeri ise Cezayir’de olanların Fransa’yı nasıl etkilediğine hiç değinmemesi. Oysa burada olan bitenler Fransız toplumunu da bir şekilde sarsmış, işçi sınıfının De Gaulle hükümetine karşı başlattığı grevlerin de nedenlerinden biri olmuştu. Bu son “kusur” kendi içinde önemli olmakla birlikte, bir sınıf yaklaşımının veya doğrudan politik bir değinmenin hikâyeye koyulmaması yine de anlaşılabillir bir tercih gibi görünüyor açıkçası filmin odak noktası düşünüldüğünde.
Bir anlatıcı gibi kullanılan ve gerek Cezayir’deki Fransız yönetiminin gerekse Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bildirilerini okuyan sesin sonradan kime ait olduğunu anladığınızda bu akıllıca yöntemden dolayı bir kez daha alkışlıyorsunuz filmin yaratıcılarını tıpkı tarafsızlık tercihlerinde olduğu gibi. Fransız askerlerinin işkencelerine ve müdahalerine gerekçe yaratacak oyunlarına değindiği kadar hayli etkileyici bir sahnede Cezayirli direnişçilerin caddedeki sivilleri silahla taramasından yine sivillerin gittiği kafeleri bombalamasına pek çok “terör” eylemini göstermekten de geri kalmıyor film. Direniş örgütünün direnişe zarar verdiği gerekçesi ile yozlaşma belirtisi olan eylemleri (fahişelik, alkol vs.) yasaklaması veya kendilerine itaat etmeyenleri “ders olması” için ortadan kaldırmaktan çekinmemesi, Fransız askerlerin çarşaflı kadınları arayamamasından yararlanarak onları silah taşıtmak için kullanmasını da hikâyenin bir direniş destanı yazarken propagandadan nasıl özenle uzak durabildiğinin örnekleri olarak göstermek mümkün. Üstelik filmin üstte sözü edilen sokaktaki katliam dışında, iki kafeye ve bir havayolları bürosuna saatli bombanın bırakıldığı sahneleri var ki kusursuz mizansenleri ve kurguları ile filmin zirve noktalarından birkaçını oluşturuyorlar.
Fransız gazetecilerin, kullandığı yöntemler nedeni ile komutanları soruları ile eleştirip sıkıştırabildiği veya komutanın “neden Sartre gibiler hep diğer tarafı tutar” diyerek sitem etmesine neden olacak bir şekilde aydınların seslerini çıkarabildiği bir dünyada geçiyor film ve bu anlamda günümüz Türkiye’sinde yaşananlar daha bir iç acıtıcı oluyor elbette. Gerçek mekanlarda çekilmiş olmasının avantajını başarı ile değerlendiren filimin hikâyesinin bize çağrıştırdığı başka konular da var: Direniş yöntemleri, sivil – militan karmaşası, halkın taleplerine en iyi karşılığın silahlı güç olduğunu düşünen yöneticiler vs. hikâye boyunca hep bir şeyleri hatırlatıyor bize. Eski usul, gerilimli bir polisiyenin havasını da taşıyan müziği ile de göz dolduran filmin pek çok unutulmaz ânı var yukarıda sözü edilenlerin de dışında. Örneğin komutanın “Ne istiyorsunuz?” sorusundan sonra sisin içinden gelen “Özgürlük” cevabı ve yavaş yavaş kalabalığı oluşturanların yüzlerinin belirmesi estetik açıdan doruk noktalarından biri filmin.
Olağanüstü bir sinemacının elinden çıkan olağanüstü bir film bu ve kesinlikle görülmeli! Yanlarındaki bombaları kendilerine söylenen yere bırakan kadınların hazırlıkları, bombayı söylenen yere götürmeleri ve oradan ayrılmalarına tanık olduğumuz anlar tek başlarına bu filmi kusursuz kılmaya yetiyor ve bir sinema dersi veriyor meraklısına. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden Eisenstein sinemasına pek çok referansı olan filmde Fransız albay Mathieu’yu oynayan Jean Martin’in Cezayir halkının tarafını tuttuğu ve 120 diğer aydınla birlikte imzaladığı bildiri nedeni ile 1950’li yılarda çalıştığı tiyatro grubundan kovulduğunu ve radyoda kara listeye alındığı için uzun süre işsiz kaldığını da belirtelim son bir not olarak.
(“The Battle of Algiers” – “Cezayir Savaşı”)