“Hakkımızda kötü rapor yazarsa eve dönmemiz gerekir. O zaman ne olur, insanlara kim yardım eder? Bunu hiç düşündün mü, hayır? Bencillik ediyorsun, onunla yatman gerek! Bosna halkı için kendini feda edeceksin, ya da insanlık namına yapmalısın bunu diyelim”
Silahlı çatışma bölgelerinde görev yapan sivil yardım görevlilerinin hikâyesi.
İspanyol yönetmen Fernando León de Aranoa’nın senaryosunu Diego Farias ile birlikte yazdığı ve Paula Farias’ın “Dejarse Llover” adlı romanından uyarlanan bir İspanya yapımı. “Balkanlarda bir yerde, 1995” ifadesi ile hikâyesini anlatan film Yugoslavya’nın parçalanması ile sonuçlanan savaş sırasında, daha doğrusu ateşkesin çok yeni ilan edildiği günlerde geçiyor. Çekimleri İspanya’da gerçekleştirilen filmin en temel özelliği savaş ve özellikle de iç savaş gibi trajik bir konu etrafında dönse de, bize komik, aslında trajikomik bir hikâye anlatması ve bunu hiçbir rahatsızlığa veya alınganlığa yol açmayacak bir duyarlık ile yapabiliyor olması. Belki savaşın acılarının daha taze olduğu günlerde çekilmesi imkânsız olan bu hikâyenin, üzerinden geçen yirmi yıla rağmen trajedileri hatırlatması ile bazıları tarafından -özellikle de ciddi acılar yaşayan Bosnalılar tarafından- bir parça burukluk ile karşılanabileceği düşünülebilir ama filmin Saraybosna Festivali’nde seyircinin beğenisi ile karşılandığını söylemek bu endişeyi gidermeli kesinlikle. Film insanî görevlerini yapan yardım kuruluşu görevlilerinin kendi bireysel çelişkilerini, korkularını, umutlarını vs. yaşarken mizahı belki de ayakta kalabilmek için bir araç olarak kullandıklarını söylüyor bize. Bunu da başarılı bir şekilde yapıyor ki bu sayede su kuyusuna atılan ve halkın susuz kalmasına neden olan bir cesedin bulunduğu yerden çıkarılması işi bir mizah unsuru olarak rahatlıkla kabul edilebiliyor seyirci tarafından. Hikâye aslında sadece işte bu işi, hayli şişman bir adama ait olan cesedi kuyudan çıkarma mücadelesini anlatıyor bize ve bunu yaparken eğlendiriyor ama düşündürüyor da.
“Aid Across Borders” adındaki bir kurum için çalışıyor yardım görevlileri ve BM ile işbirliği içinde, savaş bölgelerindeki sivillere insanî yardım hizmeti veriyorlar. Kuşkusuz zor bir görev bu ve özellikle de “ilk ceset tecrübesi” esprilerinde hatırlatıldığı gibi herkesin yapabileceği bir iş değil. Alışınca üstesinden gelinen, gelinmek zorunda olunan bir iş yapıyor bu görevliler ve işte o sırada en büyük desteği de mizah duygularından alıyorlar. O duygular olmasa, bir yolun ortasına atılmış olan ve muhtemelen içine veya sağına veya soluna bir bomba/mayın yerleştirilmiş inek cesedinin olduğu yoldan geçilemezdi çünkü. Oysa bir şekilde geçmek zorundalar çünkü en temel yardıma ihtiyaç duyan, savaşın kurbanı siviller var onları bekleyen. Yönetmen Fernando León de Aranoa hikâyeyi tam bir sadelikle ve tıpkı kahramanlarının yaptığı işin niteliğine benzer bir şekilde “insanî” bir dil ile anlatıyor. Evet, belinde silah olan çocuklar var etrafta, bir zamanlar komşuları olan insanlar tarafından evlerinin bahçesinde asılarak öldürülmüş siviller var, para ile su satabilmek için halkın tek kaynağı olan kuyuyu içine ceset atarak kirleten fırsatçılar var, bürokrasi ve güvenlik talimatnameleri gereği yardımı geciktiren veya aksatan BM görevlileri var etrafta. Film işte tüm bunları gösterirken, mayınlı bir bölgeden inekleri ile geçen çünkü geçmek zorunda olan bir yaşlı kadını, cesedin kuyudan çıkarılması için gereken halatı veremeyeceğini çünkü şu anda o halatın “kutsal bayrağı” gönderde tutmak için gerekli olduğunu söyleyen nöbetçiyi veya kahramanlarımızın işini yapmasına engel olan bir köpeği eğlenceli bir şekilde kullanıyor ve güldürüyor da seyirciyi.
Kimi etkileyici anlarını da anmak gerek filmin. Köpekle mücadele, inek nedeni ile yolu geçemedikleri için karakterlerimizin gecelemek zorunda kaldıkları yerde geçen sahnenin tümü, bir evin yıkıntıları arasında geçen ve cesetlerin keşfi ile noktalanan bölüm gibi anlar filmin çekiciliğini artırıyor. Mizahı çoğunlukla elbette “kara” türünden olan hikâyede karakterlerden birinin doğal bir önyargı ve bunun sonucu olan bir öfke nedeni ile giriştiği kavgada haksız olduğunu keşfetmesi örneğin, hem kara mizah keyfi verirken hem de adamın hümanizmini anlatıyor bize. Filmin bu açıdan doruk noktası ise halatın kaynağı oluyor ve belki hem güldürüyor hem de ağlatıyor (en azından hüzünlendiriyor) bununla film seyirciyi. Çarpıcı bir final, yağmurun birleştirdiği hüzünlü insan görüntüleri, Balkan müziklerini de içeren soundtrack’i (Marlene Dietrich yorumu ile “Where Have All the Flowers Gone”dan Lou Reed’e uzanan şarkılar var filmde) ve elbette hassas bir konuyu incitmeden ve eğlendirerek anlatan senaryonun da katkı sağladığı filmde oyuncular işlerini başarı ile yaparken, tümünün sade ve doğal oyunları içinde özellikle Benicio Del Toro ve Tim Robbins öne çıkıyorlar.
Büyük bir film değil belki, ironisi özellikle ikinci yarıda bir tekrarlama hissi veriyor ve kadın karakterleri erkek karakterleri kadar iyi işlenmemiş hikâyede ama bu umut veren, hümanist ve acı ile mizahı çok iyi kaynaştıran filmi görmekte yarar var kesinlikle.
(“Un Dia Perfecte” – “Mükemmel Bir Gün”)