The Missouri Breaks – Arthur Penn (1976)

“Seni uyandıranın ne olduğunu biliyor musun? Az önce boğazını kestim!”

At hırsızları, büyük bir çiftçi, onun kızı ve hırsızların peşine düşen eksantrik bir “düzen sağlayıcı”nın hikâyesi.

A.B.D.li sinemacı Arthur Penn’in yönettiği, senaryosunu -jenerikte adı geçmese de, Robert Towne’un da katkısı ile- Thomas McGuane’in yazdığı bir western. Penn’in yönettiği western türündeki bu üçüncü film ilk ikisinde (1958 tarihli “The Left Handed Gun – Solak Silahşör” ve 1970 tarihli “Little Big Man – Küçük Dev Adam”) olduğu gibi türün kalıplarını yıkmayı ve ona yeni bir bakışla bakmayı deneyen bir çalışma. Zamanında eleştirmenler ve seyircilerin, çekici kadrosuna rağmen pek tutmadığı film belki “ya sevecek ya nefret edeceksiniz” ifadesi ile tanımlanabilecek kadar ikiye bölmemiş sinemaseveleri ama yine de beğeneni olduğu kadar hiç hoşlanmayanı da olmuş. Üzerinden geçen kırk bir yıldan sonra, bugünün gözü ile bakıldığında o günkü kadar eksantrik görünmüyor belki ama yine de farklılığını koruduğu kesin bu filmin ve açıkçası başta Jack Nicholson ve Marlon Brando gibi iki dev oyuncu olmak üzere güçlü kadrosu, türün klişelerini birer birer yıkması veya tersine çevirmesi, A.B.D.’nin şiddet kültürü ile kurulmuş bir ülke olduğunu net bir şekilde söylemesi ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma bu ve Atilla Dorsay’ın zamanında filmin Türkçe adından esinlenerek “tam bir bozgun” olduğunu yazmasının aksine kesinlikle ilgi çekici bir sinema eseri.

Michael Ryan ve Douglas Keller, “Politik Kamera” adlı kitaplarında, 1960’larda başlayan ve “tarihsel açıdan daha gerçekçi bir western filmleri döngüsü”nün “Batı’yı pis, düşmanca ve şiddet dolu bir yer olarak resmettiğini” söylüyorlar ve bu filmde de olduğu üzere “hem kanun kaçaklarını hem de yerleşik otoriteleri, aynı ölçüde yıkıcı ve keyfi bir şiddet kullanan kanlı katiller olarak konumlandırdığından” söz ediyorlar bu çalışmaların. Arthur Penn’in filmi Ryan ve Keller’ın öne sürdüğü düşünceye hayli uygun bir çalışma ve özellikle de türün klişelerini alt üst etmesi ile dikkat çekiyor. Bunlardan sadece birkaçını hatırlatmak bile bu yargının doğruluğunu kanıtlayacaktır: Film western’lerden alışık olduğumuz türden bir uzak çekim ile başlıyor. Sakin bir şekilde bize doğru ilerleyen üç atlı görüyoruz ve John Williams’ın güçlü, şık ve özellikle bu sahnede Ennio Morricone’nin spagetti westernler için yazdıklarına benzer bir havası olan müziği ile desteklenen bu açılış, atlıların kimliklerini açıklayan bir sürprizle sonuçlanarak seyirciyi ters köşeye düşüren ilk örnek oluyor. Oyunculuğa televizyon dizileri ile başlayan ve burada ilk sinema filminde rol alan Kathleen Lloyd’un (ki daha sonra rol aldığı birkaç film dışında kariyeri televizyon için yaptığı çalışmalarla devam etti) canlandırdığı kadın karakter de westernlerde görmeye alışık olduğumuz türden çok farklı: Baş erkek karakterlerin sevgilisi gibi bir yan rolde değil oyuncu ve olayları kenardan seyreden pasif bir karakter olmadığını da özellikle baş erkek karakterlerden biri ile olan yakınlaşmasında gösteriyor; teklif edilen değil, teklif eden; bekleyen değil, inisiyatif alan; fikirleri olan ve bunları savunan; cinsellik konusunda cüretkâr bir kadın karakter bu ve westernlerin melek veya fahişe olmak dışında bir seçeneğe pek sahip olmayan kadınlarına hayli ters düşüyor doğal olarak. Çiftlik sahibi ile ona ölümüne sadık çalışanı arasındaki “ilişki”nin gizlenmeyen niteliği de yine hayli western dışı bir unsur olarak dikkat çekiyor.

Ters giden soygun sahnesinin mizahı, niyetlerini gizlemek için çiftlik satın alıp burada lahana yetiştiren at hırsızlarının ev inşa ederkenki çocuksu eğlenceleri veya Kanada’nın ünlü atlı polislerinin atlarının onlar bir pazar ayininde ilahi söylerken çalınması gibi anti-western unsurların yanında filmi ayrıksı kılan en temel kozlarından biri “düzen sağlayıcı” rolündeki Marlon Brando. Athur Penn’in baş edemediği için kendi haline bıraktığı oyuncu senaryodaki diyaloglara zaman zaman hiç rağbet etmeyerek doğaçlama bir oyunculuk sunmuş ve filmin sevenleri kadar sevmeyenleri olmasının da ana nedenlerinden biri olmuş. Başrollerden birini paylaştığı halde hikâyenin ilk yarım saatinde ortada görünmeyen oyuncu sonra deyim yerinde ise hikâyeye bir giriyor, pir giriyor! Daha ilk sahnesinden itibaren hem karakteri hem de oyuncunun kendi personası hikâyeye ağırlığını koyuyor. Yörenin güçlü çiftlik sahibi tarafından bir adamını öldüren at hırsızlarına karşı çağrılan bu “düzen sağlayıcı”, çetenin elemanlarını birer birer temizlerken sadece western’in klişe kanun adam tiplemelerini yerle bir etmekle kalmıyor, filmin eksantrik pek çok anının da yaratıcısı oluyor. Sadistliği, peşine düştüklerinden birini tuvalette “ihtiyacını giderirken” öldürerek eğlenmesi, bir tabutun içindeki cesetle eğlenmesi, kendisini çağırdığı halde kontrolden çıktığını düşünerek görevine son vermek isteyen adama işinin henüz bitmediğini söyleyerek onu dinlememesi, kurbanları ile oynaması, atı ile olan havuçlu sahnesi ve elbette bir avının peşine yaşlı kadın kıyafeti ile düşmesi; tüm bunlar pek de westernlerde görmeye alışık olduğumuz şeyler değil kuşkusuz. Son olarak tipik bir western hüznüne bile nasıl saldırdığını ekleyelim filmin: Brando’nun karakteri gecenin karanlığında mızıkası ile hüzünlü bir melodi çalarken, atı gürültülü bir şekilde işiyor!

Brando’nun doğaçlama oyun tarzı nerede ise başıboş denebilecek bir serbestlikte gösteriyor kendisini ve bunu sevmek de mümkün, -en azından bir parça- rahatsız olmak da ama filme bir farklılık ve ilginçlik kattığını reddetmek mümkün değil. Onun tuhaflığı at hırsızlarının lideri rolündeki Jack Nicholson’ı nerede ise klasik bir oyuncu gibi gösteriyor dersek daha iyi anlatabiliriz sanırım Brando’nun oyunculuğunu. Oysa oldukça sağlam bir oyun veriyor Nicholson rolünde ve yine anti-western olan karakterini (lahana yetiştirmekten zevk alıyor, kadının davetkârlığı karşısında şaşkın bir mahcupiyet yaşıyor, Kanada’ya at hırsızlığına giden çetesi itirazlarına rağmen onu yanlarına almayıp çiftlikte bırakıyor vs.) keyifli bir biçimde canlandırıyor. Kathleen Lloyd, Frederic Forrest, Randy Quaid, Harry Dean Stanton ve John McLiam’in başı çektiği yardımcı oyuncular da güçlü performanları ile hikâyeye katkı sağlarken, filmin belki yine beklenenin dışına çıkması ile izah edilebilecek bir kusuruna da değinmek gerekiyor. İki çarpıcı karakteri canlandıran iki güçlü oyuncunun olduğu filmde hikâyenin bu ikiliden kaynaklanan gerilimi yeterince iyi kullanamadığı (ya da özellikle bunun peşine düşmediği) görülüyor ve örneğin son ikili sahnelerinin yeterince güçlü olmaması rahatsız ediyor. Nicholson ve Brando’nun sette pek anlaşamamaları etkili olmuş olabilir bu durumda ama daha fazlasını bekliyorsunuz sonuçta.

Nicholson’ın kötü adamının bir Hollywood western’inden çok bir spagetti western’e yakışacak biçimde lâflar ettiği (sıcak su dolu küvetinde keyifle banyo yapan Brando’nun karakterine, o sırada hizmetçinin bırakın sıcak olanını, suyun kendisini bulamadığı için tabakları kumla temizlediğini söylüyor öfke ile) film, evet çok güçlü görünmüyor belki ama Thomas McGuane’in -Robert Towne’un katkı sağladığı- senaryosunun akıllı bir şekilde kurgulanmış olması nedeni ile keyifle izleniyor. Çekimlerde bir atın boğularak ölmesi ve birkaçının da yaralanması nedeni ile ciddi eleştiriler alan ve bir tavşanın vahşi bir şekilde öldürüldüğü filmin tonunun zaman zaman değişmesi (bu değişikliğin arkasında western’in romantizmden şiddetine pek çok unsurunu odağına alıp zıtlarını yaratma çabası var kuşkusuz) ve özellikle de Brando’nun tarzının diğer oyuncularınki ile zıtlığı hikâyenin zaman zaman bütünsel bir görüntü sergilemesini olumsuz yönde etkiliyor olsa da görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

(“Bozgun”)

(Visited 611 times, 7 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir