“Deli misiniz siz? İki deli kadını ikna etmeye çalışıyorsunuz!”
Psikiyatrik tedavi gören ve birbirinden çok farklı iki kadının, bulundukları klinikten kaçarak çıktıkları yolculuğun hikâyesi.
Senaryosunu Paolo Virzì ve Francesca Archibugi’nin yazdıkları ve Virzì’nin yönettiği, İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. İtalya’nın Oscar’ı sayılabilecek David di Donatello ödüllerine 12 dalda aday olan ve aralarında en iyi filmin de bulunduğu dört dalda bu ödülü kazanan film, hassas bir konuyu (biri bipolar olan, diğeri derin bir depresyonla mücadele eden ve trajik bir hikâyesi olan iki kadının dostlukları ve yaşadıkları maceralar) özenli bir dil ile anlatan ve komedi ile dramı akıllıca bir araya getirerek, tutturulması zor bir dengeyi yakalayan başarılı bir çalışma. Bipolar kadının ruh halinin izinden giden film, bu bağlamda “manik depresif” bir hava yakalıyor ve baş karakterlerinden birinin bu iki uç arasında gidip gelen duygularını takip ederken hemen hiçbir anında bir zorlamaya başvurmadan derdini anlatmayı beceriyor. İki başrol oyuncusunun da (Valeria Bruni Tedeschi ve Micaela Ramazzotti) karakterlerini doğallıklarını hiç yitirmeyen bir enerji (ve durgunlukla elbette) canlandırdıkları film, Hollywood’un “kendini iyi hisset” filmlerinin farklı bir biçimde de anlatılabileceğinin iyi örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.
İki kadının tedavi gördüğü psikiyatri kliniği Toscana’da yer alıyor ve Vladan Radovic’in başarılı kamera çalışması, başta kliniğin olduğu bölge olmak üzere yörenin güzelliğini hikâyeye becerikli bir biçimde yediriyor. Bölgeden karşımıza gelen görüntüleri “sıcak ve parlak” sözcükleri ile nitelendirmek mümkün; bu görüntülerin bir kartpostal havasından uzak tutulması ve Tedeschi’nin canlandırdığı bipolar karakterin coşkulu ruh halinin yansıması olarak kullanılması çok doğru bir tercih olmuş kesinlikle. Bu sarı rengin, Ramazzotti’nin karakterinin önde olduğu sahnelerde yerini depresyonun (ve hüznün) rengi olarak görebileceğimiz maviye bırakması da yine aynı tercihin bir örneği olarak gösterilebilir. Bu yaklaşım filmin birtakım biçimsel oyunlar peşinde olduğunu düşündürtmemeli; aksine bu oyunlardan uzak duran ve klasik anlatımı olan bir film bu. Paolo Virzì’nin komedi ve dram anlarını, karakterlerinin hikâyeleri ve tam da o anda içinde bulundukları ruh halleri ile örtüştürerek anlatmayı seçmesi, filmi Hollywood’un “şimdi gülünecek, şimdi ağlanacak” vurgusundan uzak tutuyor çoğunlukla. Çoğunlukla diyorum çünkü sonuçta bu da popüler sinema örneklerinden biri olarak kendisini tamamı ile koruyamamış ticarî bir hassasiyetten. Ne var ki bunun önemli bir sıkıntıya neden olmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla.
Acı ve tatlının bir arada olduğu hikâyesinde “Thelma & Louise” filmine de göndermede bulunuyor Virzì. Orada kadının toplumdaki yeri ve bağımsızlık arayışı ile ilgili olan sorgulama, burada cinsiyetten koparak “normallerin toplumunda bir normal olmayan olarak yaşama mücadelesi”ne dönüşüyor. Referans aldığı film “trajik” bir sonla biterken, burada umut veren ama bu umudu gerçekçi sınırlar içinde tutan bir yaklaşım tercih edilmiş ki bu da doğru bir seçim olarak görünüyor. Çoğunluğun doğruları veya normal gördükleri dışında doğruların ve normallerin olabileceğini hatırlatıyor film ve bu azınlıkta olma durumunun beraberinde bir takım zorlukları getirdiğini de reddetmeden yapıyor bunu. Buna karşılık umudu da elden bırakmıyor; klinikteki kadın doktordan taksi şoförüne ve bir çocuğu evlatlık olarak alan aileye kimi karakterleri ile bu zorlukların üstesinden gelinebileceğine ya da en azından bu zorluklarla birlikte yaşanabileceğine bizi ikna ediyor. Bu iyi insanların varlığı gerçekçi mi, belki değil ama toz pembe bir hava çizmeyen ve zorlukları da göstermekten çekinmeyen bir hikâyenin bu umut kaynaklarını kullanmaya da hakkı var açıkçası.
Evet, büyük bir film değil bu ve öyle iddialı bir sinema dili veya sunduğu bir yenilik de yok bize. Karakterlerden birinin enerjisi ve bu enerjiyi yansıtan kaotik hali zaman zaman yorabiliyor da seyredeni. Ne var ki Valeria Bruni Tedeschi ve Micaela Ramazzotti’nin çarpıcı performansları ve senaryonun onlara sunduğu ve çok iyi yazılmış diyalogları da dahil olmak üzere, bu kusurlarının etkisini azaltan ve yukarıda bazıları anılan yeterince unsuru barındırıyor bünyesinde bu film. Tedeschi’nin coşkusu ile Ramazzotti’nin kırılganlığını ve komedi ile hüznün karakterlerin duygularının yansıması olarak kullanılmasının sağladığı atmosferi de eklerseniz bunlara, ortaya izlenmesi gerekli ve keyifli bir film çıkıyor. Hikâyede bir yeri de olan “Senza Fine” şarkısı ve özellikle 1960’lı yıllarda hayli popüler olan İtalyan şarkıcı Gino Paoli’yi hatırlatmak gibi bir yanı da var filmin üstelik. İki baş karakterin sosyal sınıflarının farklılığı ve birinin zengin diğerinin yoksul olmasının gördükleri muameleyi farklılaştırmasının ve ikisinin de “hasta” olmasına rağmen, birinin toplum içinde rahat hareket ederken, diğerinin kısıtlı bir özgürlüğe sahip olmasının üzerinde de düşünmemizi isteyen bu film görülmeli, özet olarak.
(“Like Crazy” – “Deli dolu”)