Câini – Bogdan Mirica (2016)

“Burada karşıdan karşıya geçmek istersem, geçerim; şehirde bunu yapamazsın, beklemek zorundasın”

Kendisine miras kalan bir araziyi satmak üzere şehirden köyüne gelen adamın, büyükbabası ile ilgili gerçekleri ve satışı gerçekleştirmesinin düşündüğü kadar kolay olmadığını keşfetmesinin hikâyesi.

Rumen yönetmen Bogdan Mirica senaryosunu da yazdığı ve ilk kez yönetmen olarak görev aldığı bu filmini Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Katar ortak yapımı olarak çekmiş. Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen ve sinema yazarlarının ödülü olan FIPRESCI’yi kazanan film, şehirde alışık olduğu kanun ve düzenden çok uzak bir dünya ile karşı karşıya kalan bir adamın yaşadıklarını anlatıyor bize. Western’e yakın bir havası olan çalışma, içeriğinin karanlık havası ile sert bir görünüme sahip ve “vahşi insanlar”ın egemen olduğu yerlere gelen uygar insanlar”ın içlerindeki korkuları haklı çıkaracak bir hikâyesi var. Düzenin temsilci olan polis şefinin çaresizliği ve yöntemleri ve satışı söz konusu olan topraklarda olan biten gizemli işlerin komünizm döneminde de yaşandığının vurgulanması, filmin Romanya sinemasının ülkenin “demokrasi”ye geçtikten sonra yaşadıklarına cevap olarak ürettiği son dönem örnekleri arasına koyulmasını da sağlayabilir. Daha fazla birşeyler olmasını bekleyecekleri bir parça hayal kırıklığına uğratabilecek ama aslında Mirica’nın da tam da bunu kırmak için basit tutmuş göründüğü ve sergilediği resmin tüm süslerini özellikle atmayı tercih ettiği ilginç bir film bu.

Sessiz görüntüler ile açılıyor film; otların üzerinde kayan kamera bir bataklığa götürüyor bizi ve bu bataklıkta fokurdayan bir noktada su üzerine ne olduğu anlaşılmayan küçük bir cisim çıkıyor. Buradan, ıssız bir yerde ve bir durakta(?) tek başına oturan bir adamın görüntüsüne geçiyoruz. Ardından aynı adamı yaşlı bir adam ile birlikte boş bir evi gezerken gösteriyor kamera ve onlara eşlik eden hayli pis görünümlü ve adı “polis” olan bir köpeğin huysuz havlamalarına tanık oluyoruz. Tüm bu giriş bölümleri bize ıssız ve izole bir ortamda geçen ve tekinsiz bir atmosferi olan bir hikâye izleyeceğimizi söylüyor temel olarak. Adamın kaldığı evin etrafında geceleri ortaya çıkan ve sadece seslerini duyduğumuz ve farlarını gördüğümüz arabalar ve bir köylünün polis şefine getirdiği ve ait olduğu bedenden koparılmış bir insan ayağı da bu tedirgin edici havayı güçlendiriyor. Yönetmen Bogdan Mirica bir başka filmde altı çizilecek ve hatta görkemli bir görselliğe konu olabilecek bu ögeleri genellikle yalın bir anlatımla ve mesafesini koruyarak gösteriyor. Bu bağlamda, filmi klasik bir western’den çok western’in havasını ödünç almış ve onu bağımsız sinemanın havası ile birleştirmiş bir modern eser olarak görmek mümkün. Şerifin kendisine getirilen ayağı özenle temizlediği sahneyi tek planda çeken ve uzun uzun gösteren Mirica’nın bu sert sahnedeki mesafeli tutumu onun işte bu farklı yaklaşımının bir örneği olarak görülebilir.

Sık sık sessiz anlara başvuran ve kamerasını hikâyesinin sertliğine zıt bir şekilde yumuşak kaydırma hareketleri ile kullanan Mirica’nın, ana karakter olarak tek bir kişiye (şehirden gelen genç adam) odaklanmış gibi görünse de aslında polis şefi ile ikinci bir ana karakter yaratmış olması da hikâyeyi zenginleştirmiş. Olup bitene göz yummak zorunda kalan ve kısıtlı imkânları ile, kendisini “Tanrı’dan korkarım ama o da benden korkar” diye tanımlayan kötü bir adamla mücadele eden bu yaşlı adamın hikâyesi de en az genç adamınki kadar önemli filmde. Hikâyenin ilk ve tek kadın karakterinin ancak ikinci yarıda karşımıza çıkması ve yaşananların pasif bir ögesi olarak kalması, filmi bu iki adamın ve çete liderinin ön plana çıktığı bir “erkek hikâyesi” olarak biçimlendiriyor.

Gerilimini gösterdiğinden daha çok, ima ettikleri ile yaratan ve sık sık da “rahatsız etmeyi başaran” filmde üç baş oyuncu (şehirli genç adamı oynayan Dragos Bucur, polis şefi rolündeki Gheorghe Visu ve acımasız çete liderini canlandıran Vlad Ivanov) rollerinin hakkını verirken, yönetmenin özellikle dizginlenmiş görünen anlatım tercihlerine uygun, yalın ama güçlü performanslar sergiliyorlar. “Tekinsiz taşra” filmlerine belki bir yenilik getirmeyen ve bazı anlarında da bir parça daha güçlü olmalıymış dedirten film, sadeliğin içinde yakaladığı tedirginlikle önemli bir çalışma kesinlikle. Mafyanın (ya da yasadışı güçlerin) komünizm döneminde de sonrasında da hükmünü sürebilmesini göstererek, rejim değişikliğinin “umut edilen” dünyayı getirmediğini dile getiren Rumen sinemasının benzer örnekleri arasına giren bu filmi görmekte yarar var.

(“Dogs” – “Köpekler”)

(Visited 69 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir