“Bu kadar garip olmayı bırak, o zaman her şey düzelecek”
İzlanda’daki bir balıkçı köyündeki iki erkek çocuğunun büyümelerinin ve cinsel yönelimlerinin etkilediği arkadaşlıklarının hikâyesi.
Yönetmenlik kariyerine çeşitli ödüller kazanan dört kısa filmle başlayan İzlandalı sinemacı Guðmundur Arnar Guðmundsson, İzlanda ve Danimarka ortak yapımı olarak çekilen bu ilk uzun metrajlı filminin hem senaristliğini hem yönetmenliğini üstlenmiş. İki genç oyuncusunun filmin yalın, net ve gerçekçi atmosferine olağanüstü bir katkı sağladığı film alçak gönüllü hikâyesini bir parça uzatmış görünse de aldığı pek çok ödülü hak eden bir çalışma. İzlanda’nın soğuk, yeşil ve boş alanlarını ustaca kullanan film cinselliğin ve cinsel kimliğin keşfi üzerine dokunaklı bir çalışma olduğu kadar, geçmek zorunda kaldığı sınavlar üzerinden dostluk kavramına da sıkı bir bakış atması ile de önemli bir eser.
(Eşcinsel) kimliğin keşfi sinemanın pek çok kez ele aldığı ve hikâyesini anlatırken de en yakın (ve aynı cinsten) arkadaşa duyulan hislerin neden olduğu gerilimi de sıklıkla öne çıkardığı bir tema ve bu film sadece bu bağlamda ele alınınca çok yeni bir şey söylemiyor gibi görünüyor. Filmi içerik anlamında farklılaştıran, aynı anda iki farklı büyüme hikâyesini anlatırken bu hikâyelerin kahramanları arasındaki dostluğun karşılaştığı güçlüğü de odak noktasına yerleştirmesi. Kahramanlarımızın ilki olan ve Baldur Einarsson’un canlandırdığı Þór kendisinden büyük iki ablası ve annesi ile birlikte yaşayan ve uyanan cinselliğinin dürtüleri ile “arayışlar” içinde olan bir genç. En yakın arkadaşı ise ondan biraz büyük olan ve Þór’a karşı hissettikleri nedeni ile bocalayan Kristján; annesi ve alkol sorunu olan sert babası ile yaşayan bu karakteri Blær Hinriksson oynamış. Bu çocuklardan ilkinin babası daha genç bir kadın için karısını ve evi terk etmiş, dolayısı ile üç kadın (bir anne ve iki abla) ile yaşıyor Þór. Hikâyenin iki kahramanının da babaları ile problemli bir ilişkileri olmasının da etkisi ile birlikte bu iki genç sürekli birlikte takılıyorlar ve aralarında sağlam bir dostluk var. Onların bu yakınlıkları ve sürekli birlikte olmaları herkesin eşcinsellikle ilgili alaycı sözlerine (“çifte kumrular”) hedef olmalarına neden olsa da bundan bir rahatsızlıkları yok görünüyor iki arkadaşın. Ne var ki Þór’un heteroseksüel kimliği nedeni ile pek de rahatsız olmadığı bu sataşmalar Kristján için duygusal yapısı nedeni ile hayli yaralayıcı. Guðmundsson bu iki kahramanının cinsel kimliklerini keşfetme ve bastırma/ortaya koyma hikâyesini dokunaklı ve -karakterlerin genç yaşlarını da düşünürsek- hassas bir dil ile anlatıyor ve hak ettikleri özeni gösteriyor onlara.
Tüm o hüzünlü ve dokunaklı hikâyenin sert bir yanı da var. Sadece özellikle hayvanlarla ilgili görüntüler değil bu sertliği getiren; çocukların tuttukları balıklara yaptıkları eziyet, bir köpeğin ısırarak katlettiği koyunlar, tabanca ile başından vurulan bir koyun veya yakılmış bir hayvanın leşi gibi görüntüler hikâye boyunca karşımıza gelen müthiş doğa görüntülerine vahşi bir boyut katıyor ama en az onlar kadar duygusal bir boyutu da var sertliğin. İki çocuğun çetrefil bir boyut alan ilişkileri, Kristján’ın eylemi, serseri gençlerin çocuklara ve özellikle Þór’a eziyetleri, Kristján’ın babasının oğlunu ve arkadaşını hem fiziksel hem de duygusal olarak hırpalaması ve eşcinsel evlilikleri 2010’da yasal kılan İzlanda’da hikâyenin geçtiği balıkçı köyü gibi yerlerde bu cinsel yönelimin şiddetle olmasa bile alayla karşılanması doğanın sert güzelliği önünde sergileniyor hikâye boyunca. Filmde adından söz edilen ama kendisi hiç gösterilmeyen evli bir erkeğin eşcinselliği nedeni ile köyden ayrılıp başkente gideceğinin konuşulması ve aynısının hikâyenin kahramanlarından biri için de söz konusu olması, cinsel kimlikler açısından hayli özgür olan bu ülkede bile toplumun çoğunluğundan farklı olmanın neden olduğu zorlukları gösteriyor bize ve hikâyeye etkileyici bir duygusal şiddet katıyor.
Guðmundsson’un iki karakterine de tarafsızlığını bozmayan bir sevgi ve anlayış ile yaklaşmış göründüğü filmde boş ve geniş araziler, tüm saflığını korumuş görünen doğa, deniz ve kır gibi görsel ögeleri ustaca kullanmış görüntü yönetmeni Sturla Brandth Grøvlen ve bir yaz boyunca süren ve yağan ilk karla birlikte biten hikâyeye takdir edilecek bir çekicilik katmış. Öpüşmelerin veya cinsellik odaklı imaların karakterlerin yaşları nedeni ile belki bir parça rahatsız edebileceği, çocukların ve gençlerin birbirleri ile takılmak ve cinselliği keşfetmek dışında yapacak bir şeylerinin yok gibi göründüğü filmde kamera tüm karakterlerin aylaklığını ve standart hayatlarını her zaman doğru bir mesafeden izliyor ve Grøvlen’un kamerası seyirciyi ne fazla içeride ne fazla dışarıda tutarak hikâyenin hem bir belgesel havası taşımasını hem de kurgunun çekiciliğine sahip olmasını sağlıyor.
Hüzünlü olsa da karamsar olmayan, “çirkinliği nedeni ile” cezalandırılmak yerine denize geri bırakılıp tekrar hayata kavuşturulan iskorpitin sembolü olduğu bir dayanışmanın övüldüğü filmde kahramanlardan birinin ilk cinsel birlikteliğinin mutluluğunu yaşarken, diğerinin öfke ve mutsuzluk dolu bir şekilde ağlaması veya yine aynı iki kahramanın aralarındaki bir şakalaşmanın biri için diğerini “yoklamaya” dönüşmesi gibi anları ile etkileyici bir film bu ve yönetmen Guðmundsson bu ve benzeri anları doğal bir sertliğe sahip, gerçekçi ama duygularını korumuş bir biçimde ve nezaketini hiç yitirmeden anlatıyor bize. Hikâyesi bir parça kısaltılmalıymış gibi görünen, bazı karakterlerin ve eylemlerinin yeterince işlenmemiş olması (örneğin tuhaf şiirler yazan abla karakteri) dikkat çeken filmin hikâyesini benzeri bir balıkçı köyünde geçen kendi çocukluğu sırasında intihar eden bir arkadaşından esinlenerek yazan Guðmundsson’un bu ilk filmi görülmesi gereken bir çalışma kesinlikle. Her şey bir yana, sadece Kristján’ın babasının çocukları uçurumun kenarında martı yumurtası toplamaya götürdüğü sahnenin “itirafa dönüşen gerilimi” için bile görmeye değer bu filmi.
(“Heartstone” – “Gençlik Başımda Duman”)