A Kind of Loving – John Schlesinger (1962)

“Artık onunla çıkmıyorum… ama bu gece, çıksaymışım demeye başlıyorum. Çok güzel görünüyor. Biliyor musun, ne tuhaf; bazen gerçekten ondan hoşlanıyorum ama ertesi gün onu görmeye bile zor katlanıyorum”

Rutin hayatından sıkılan genç bir erkek, tanıştığı bir kadın ve istenmeyen bir hamileliğinin sonuçlarının hikâyesi.

İngiliz yazar Stan Barstow’un ayn adlı romanından uyarlanan senaryosunu Willis Hall ve Keith Waterhouse’un yazdığı, yönetmenliğini John Schlesinger’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. 1950 sonları ile 1960 başları arasında İngiliz sinemasına damgasını vuran “Yeni Dalga” akımının örneklerinden biri olan film John Schlesinger’ın ABD’ye yerleşmeden önce ülkesinde çektiği ve bugün tümü klasikler arasına giren çalışmalarından biri. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan film kendi ülkesinde ancak bundan sonra seyirciden ilgi görmüştü. Başroldeki usta oyuncu Alan Bates’in kariyerinin başlarında yer aldığı filmde ona eşlik eden isim ilk kez bir sinema filminde rol alan ve birkaç sinema filmden sonra kariyeri televizyon dizileri ile devam eden June Ritchie olmuş. İngiliz sinemasının alamet-i farikası olarak yardımcı oyuncuların tümünün oldukça sağlam oyunculuklarla onlara eşlik ettiği filmde iki oyuncu da rollerinin hakkını kesinlikle veriyorlar. Sıradan insanların hayatlarına gerçekçi bir göz atan ve detaylardaki titizliği ile dikkat çeken film, iddiasız görünümü altında çekici ve güçlü bir hikâye anlatıyor. Başarısını sadeliği, dürüstlüğü ve gerçekçiliğinden alan önemli bir klasik film bu.

Bir düğün sahnesi ile açılan film bu düğünde kız kardeşi evlenen genç bir adamın istenmeyen bir hamileliğin sonucu olarak bir evliliğe sürüklenmesini anlatıyor. Kürtajın yasal olmadığı, erkeklerin eczanelerde satılan prezervatifi kadın satıcıdan istemeye utandığı ve seksin kolay ulaşılır olmadığı bir zamanda, hamileliğin evlilikle eş anlamlı olduğu günlerde geçiyor hikâye ve rutin hayatından sıkılan, yurt dışına gitme hayalleri kuran bir genç adamın nden olduğu hamileliğin sonuçları ile yüzleşmesini anlatıyor. Genç erkeklerin birbirlerine -o döneme göre- cüretkâr pozlar veren kadınların olduğu resimleri gösterdiği ve seksi konuşma konularından hiç düşürmediği günlerdeyiz. Bir fabrikada teknik bir işte çalışan genç adam ve aynı fabrikada daktilocu olarak görev yapan bir genç kadın; tanışırlar, birbirlerinden hoşlanırlar ve kadının uzun tereddütlerinden sonra ânın heyecanına kapılarak terbirsizce sevişirler. Bu eylemleri ikisinin de hayatını değiştirecektir hiç planlamadıkları bir şekilde.

Filmin önemli başarılarından biri yalın ve gerçekçi hikâyesini iddiasız bir şekilde anlatmayı tercih etmesi ve buradan güçlü bir sonuç çıkarabilmesi. Başta iki ana karakteri olmak üzere tüm karakterlerini İngiltere’nin o yıllarını (1960 başları) anlatan bir dokümanda karşılacağınız insanların gerçekliğine ulaşan bir şekilde oluşturmuş Willis Hall ve Keith Waterhouse’un senaryosu ve John Schlesinger da bu senaryoya çok uygun bir sade dil üzerine kurmuş yönetmenlik çalışmasını. İşçi sınıfını, aşkı ve cinselliği sosyal boyutları ile ele alması da hikâyenin basit görünümünün arkasındaki gücün ortaya çıkmasını sağlıyor ve İngiliz Yeni Sinema akımının örneklerinden biri olarak film Kuzey İngilere’nin işçi sınıfının “karanlık” hayatlarından portreler getiriyor seyircinin karşısına.

Erkek kızla tanışır, onun peşinde koşar, kız erkekten hoşlanır, erkek onunla yatmak ister, kız çekinir ama sonra olanlar olur; hikâyenin bu kısmı filmin en çekici bölümlerini oluşturuyor. Erkeğin kendisini “iç güveyisi” olarak bulduğu andan itibaren yaşananlar ise odağın zaman zaman bir “kayınvalide – damat” kavgasına kaymasına neden oluyor ki filmin gücünü de biraz azaltıyor açıkçası bu. Aslında erkeğin içine düştüğü durum parasızlığının bir sonucu elbette ama kayınvalide ile kavganın bu ve diğer sosyal olguların zaman zaman zaman önüne geçer gibi olması çok doğru olmamış. Buna rağmen, aşk arayışının ve cinsel dürtülerin mantığın ve aklın önüne geçmesinin trajedisini yarattığı adamın baştaki heyecanını yitirmesi (ilk sevişmeden hemen sonra kadının “Beni seviyor musun?” sorusunu sorduğu sahne içeriği, mizanseni ve oyunculukları ile filmin en çarpıcı anlarından biri) ve bunun sonucu olarak kadını tanıdıkça uzaklaşmaya başlamasını (bir kafedeki buluşmada kadın sürekli televizyon programlarından ve iş yeri dedikodularından söz ederken erkeğin yüzünün aldığı ifadeler örneğin) dürüst bir şekilde anlatmayı başaran film bu sayede bu problemi de unutturuyor kesinlikle ve neden hemen tüm klasiklerin “gerçek” insanların “gerçek” hikâyelerini anlattığını da açıklıyor. Karşınızdaki karakterler ve yaşadıkları her türlü abartıdan uzak ve dürüst; ve siz de bu dürüstlüğün çekiciliğine kapılıyorsunuz farkında olmadan.

Finaldeki “uzlaşma” (filmin adı da buradan geliyor çünkü bu uzlaşma “bir çeşit aşk”ı deneme kararının sonucu) ile seyirciye net bir son vermemeyi tercih eden film bu açıdan da doğru bir iş yapıyor; çünkü sonuç ne olursa olsun bir mutlak mutluluk / mutsuzluk söz konusu değil gerçek hayatta. Yaşamları hatalar, bedeller, mücadeleler ve kabullenmelerle dolu sıradan insanların ikisini anlatıyor görünse de film, aslında onların sosyal sınıfının tümünün hikâyesi söz konusu olan. Bu sınıfın iki bireyinden erkeği öne çıkararak anlatıyor hikâyesini film ve Alan Bates’in performansı ile de seyircinin çoğunlukla onun gözünden görmesini sağlıyor olan biteni. Kız kardeşin baştaki eğlenceli kilise düğününün yerine kendisi soğuk bir belediye evliliğine mahkûm olan adamın kendisinin de muhatabının da çok da gönüllü olmadığını bildiği evlilik teklifi sahnesi, doktora “babalık fikrine alışmak”la ilgili sözleri söylediği an veya eski bir arkadaşla “kafayı dağıtmaya” gittiği bölümün çarpıcı örneklerini oluşturduğu güçlü performansı ile çaresiz kalan karakterine hayat veriyor Bates ve Schlesinger’ın istasyondaki sahnede yakın plana aldığı yüzünün tüm gençliğini, sevimliliğini, şaşkınlığını ve trajedisini elle tutulur kılıyor.

Final iyimser görünebilir bir parça ama tam da gerçekçi bir yaklaşımın sonucu bu tercih ve Schlesinger filmin tümüne yayılan soğuk, nemli, gri ve sisli bir atmosferi kurduğu bu finalde hikâyeye doğru bir kapanış sağlıyor. Görüntü yönetmeni Denys N. Coop’un başarılı siyah-beyaz görüntü çalışması ve sadeliği ile dikkat eden ama doğru seçilmiş birkaç farklı anda farklılaşarak etkileyici olan kamera açıları ile hikâyesini izlediğimiz genç adam, Schlesinger’ın İngiliz işçi sınıfına doğrudan bir bakış atmak için kullandığı önemli bir araç oluyor. Onun ve genç kadının temsilcisi olduğu kuşağın ebeveynlerinden farklılığını 1960’ların yaklaşan değişim döneminin habercisi olarak da görebileceğimiz hikâye bugünün sosyal ve toplumsal değerleri açısından ele alındığında biraz eskimiş durabilir belki ama sosyal normlarla kişisel arzuların uyuşmazlığının ezelî ve ebedî bir tema olduğunu düşünürsek bunun pek de bir önemi yok kesinlikle. Bates’in kendisini mutlu hissettiği anlardaki yüzündeki gülümseme tüm bir görüntüyü aydınlatsa da ve final iyimser gibi görünse de kasvetli havasını hep koruyan önemli bir sinema eseri bu.

Son bir not olarak Stan Barstow’un romanının 1982’de bir televizyon dizisi olarak da çekildiğini ve yazarın kahramanı Vic’in burada başlattığı macerasını boşanmasını ve kasabasını terk ederek Londra’ya gitmesini anlattığı iki ayrı romanda (“The Watchers on the Shore” ve “The Right True End” sürdürdüğünü de belirtelim ve başta kadının annesini oynayan Thora Bird olmak üzere tüm yan kadronun başarısını da tekrar hatırlatalım.

(Visited 335 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir