Patriot Games – Phillip Noyce (1992)

“Sinirlenmiştim. Orada öylece durup, gözümün önünde o insanlara ateş etmelerini seyredemezdim. Öfkeydi… saf öfke. Beni kızdırdı işte”

CIA analisti Jack Ryan’ın IRA’yı yeterince radikal bulmayan bir gruba karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

Tom Clancy’nin aynı ismi taşıyan romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu W. Peter Iliff ve Donald E. Stewart’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda Phillip Noyce oturuyor. 1990 yapımı “The Hunt for Red October – Kızıl Ekim” (John McTiernan) ile sinemada ilk kez hayat bulan Jack Ryan’ın 1992 yapımı bu ikinci macerasını, 1994’te “Clear and Present Danger – Açık Tehlike” (Phillip Noyce) takip etmişti. Amerikan sağına yakın bir yazar olan Tom Clancy’nin bu ruhunun kendisini gösterdiği filmin senaryosundan memnun kalmayan yazar proje ile ilişkisini kesmiş; bunun nedeni daha çok senaryonun kurgusu ve özellikle yazarın hiç beğenmediği finali olmuş ve ortaya çıkan sonuç da vasatı çok da aşamayan bir hikâye. İlk kez bu rolü üstlenen Harrison Ford’un br sonraki filmde de tekrarlayacağı arada kalmış ve ne tam bir aksiyon kahramanı ne de analitik yeteneği öne çıkan bir karakter olan performansı ile rolüne pek de uygun görünmediği film hareketten ve hızdan hoşlananları mutlu edecek aksiyon bölümleri ile meraklısının ilgisini çekecek ama zayıf hikâyesi ve yönetmen Noyce’un özel bir çekicilik yaratamayan mizansen çalışması nedeni ile sık sık sıradanlaşan bir eser.

CIA’den ayrılmış ve Deniz Akademisi’nde tarih hocalığı yapan eski analist Jack Ryan bir konuşma için gittiği Londra’da IRA’nın (daha doğrusu bu örgütü yeterince radikal olmamakla eleştiren örgüt içindeki bir grubun) Birleşik Krallık hükümeti bakanı da olan bir kraliyet ailesi üyesine suikast girişiminin tanığı olur ve bu tanıklığı teröristlerden birini öldürerek suikaste engel olması ile sonuçlanır. Tam da süper kahramanlara yakışacak bu tesadüf, öldürülen teröristin kardeşi olan ve suikast girişimine de karışan Sean adlı adamın intikam için Jack Ryan ve ailesinin peşine düşmesine yol açar ve hikâye okyanusu aşarak ABD’de devam eder. Suikast anındaki tesadüf başta olmak üzere pek çok inandırıcılık problemi olan hikâye filmin en zayıf unsurlarından biri. Finalde İngiliz Lord’un Jack Ryan’ın evinde olmasının (ciddi bir yaralanmadan sonra hastaneden o gün evine dönen bir küçük kızın hoş geldin partisine bir politikacıyı hangi baba davet eder veya böyle bir davete hangi arkadaş üniforması ile katılır örneğin?) önemli örneklerinden biri olduğu bu problemi çok da dert etmemiş görünüyor senaristler ve belki de bu sorunu aksiyon ve Harrison Ford’un varlığı ile aşmayı planlamışlar ama bunların ikisi de yeterli olmamış görünüyor.

Baştaki suikast sahnesi, otoyoldaki takip ve kaza bölümü veya finalde bir deniz motorunun içinde geçen bölüm kurguları ile heyecan veriyor ama herhangi bir orijinallik de içermiyorlar açıkçası. Finalin evin içinde geçen bölümler çok daha çarpıcı olabilirmiş (ya da olmalıymış) ve vasat bir aksiyon filminin -hatta zaman zaman hayli ucuz görünen- aksiyon numaralarına başvurulmamalıymış kesinlikle. Ancak sıkı bir aksiyon meraklısını tatmin edecek bu bölümlerin de gösterdiği gibi Harrison Ford bu Jack Ryan maceralarında kendisini yanlışlıkla o anların içinde bulmuş sarsak bir üniversite hocası gibi oynuyor sürekli olarak. Aksiyondaki olmamışlığını da senaryodan kaynaklanan zayıflıklar yüzünden analistliği ile de örtemiyor. Hatırladığı görüntüler üzerinden yaptığı bir analize ve sonuca kendisine pek de sıcak bakmayan bir CIA yöneticisi gibi bizim de inanmamız pek mümkün değil açıkçası. Eşi ve kızının da olduğu bir ortamda ve hiçbir resmî görevi veya unvanı yokken “sadece sessiz kalamadığı” için çok tehlikeli bir olaya müdahale etmesinde de pek bir gerçekçilik bulunmayan bu eski CIA çalışanının macerasını hem politik hem kişisel bir boyut katarak anlatmaya çalışması da yardımcı olmamış filme ve aksine ek inandırıcılık sorunlarına yol açmış.

Amerikan cumhuriyetçisi Tom Clancy’nin “kutsal aile” yaklaşımını her karesine sindiren bir film bu. Afişinde yazdığı gibi “Ülkesi ve onuru için değil, eşi ve kızı için” mücadele ediyor Jack Ryan ve senaryo da başta açılış sahnesi olmak üzere aile kavramını hep gündemde tutarak bu kutsallık üzerinden seyiriciyi etkilemeye çalışıyor sık sık ama bunu elini fazlası ile açık ederek yaptığı için de amaçladığına ulaşamıyor, en azından sinemanın bu tür numaralarına alışkın seyircilerinin gözünde. Kaldı ki iddia ettiğinin aksine ülkesini ve ona hizmet etmenin onurunu hiç de ihmal etmiyor kahramanımız. Eşinin kendisine “Git onu yakala” dediği sahnede sadece bir “anne”nin değil, bir “ana”vatanın çağrısını da duyuyoruz açık bir şekilde. Jack Ryan’ın eninde sonunda bir CIA elemanı olduğunu unutmamız mümkün değil elbette ve bu örgütün tarihi boyunca neden olduğu kötülükleri ve işlediği suçları düşündüğümüzde, bu çağrıyı sempatik bulmamız da söz konusu değil.

“Kötü adam”da Sean Bean’in oyunculuk alanında öne çıktığı ve en apolitik eleştirmenlerin bile anti-İrlandalı olarak nitelediği film bu yanı ile rahatsız ediyor. İngiliz kolonisi olmaktan onlara karşı bağımsızlık mücadelesi vererek kurtulan ABD’nin, İngilizlerin yıllarca mezhep ayrılığını körükleyerek ikiye parçaladığı ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele eden İrlandalıları kolayca terörist olarak niteleme ikiyüzlülüğüne de bir kez daha tanık olduğumuz film, özetle söylemek gerekirse, çok da orijinal ve güçlü olmayan aksiyonu için seyredilebilecek, vasatın az üzerine ve ancak zaman zaman çıkabilen bir eğlencelik.

(“Tehlikeli Oyunlar”)

(Visited 42 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir