“Evet, sayın bakan. Uzayda, Birleşik Krallık üzerinde patlarsa, içinde mikroçip olan her şey, bir modern tost makinesinden savunma sistemimizdeki en karmaşık bilgisayarlara kadar her şey, işe yaramaz hâle gelir”
Mikroçip tekelini kurmak için Silikon Vadisi’ni yok etme planı yapan çılgın bir adama karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.
1973 yılında “Live and Let Die – Yaşamak İçin Öldür” ile Bond kariyerine başlayan ve toplam yedi kez sinemanın bu ölümsüz ajanını canlandıran Roger Moore’un son Bond rolü. Adını Ian Fleming’in bir hikâyesinden alsa da tamamen orijinal olan senaryosunu Richard Maibaum ve Michael G. Wilson’ın yazdığı filmi John Glen yönetmiş (onunsa toplam beş Bond yönetmenliği var kariyerinde). Duran Duran grubunun seslendirdiği şarkısı, yine Maurice Binder imzalı etkileyici açılış jeneriği, hikâyesi çok dolu olmasa da senaryonun iyi kurgulanması, artık yorgun ve yaşlı görünen Moore’un son Bond’unu seyretmenin heyecanı, Christopher Walken’ın kötü adamdaki karizmatik performansı, Grace Jones’un varlığı, hikâye boyunca karşımıza gelen aksiyon sahnelerinin sağladığı keyif ve -tüm bunları bir kenara koysanız bile- Bond’un bir kez daha dünyayı kurtarmasına tanık olmanın önemi ile görülmeyi hak eden bir film bu. Evet, en iyi Bond filmlerinden biri değil belki ama yine de geçerli bir yargı bu.
Jenerik öncesindeki aksiyon sahnesinde, sonradan Sibirya olduğunu öğreneceğimiz bir yerde Bond’un Sovyet askerlerinden kaçışını ve yine sonradan “003” olduğunu öğreneceğimiz bir adamın cesedinden bir mikroçipi alırken görüyoruz. Başarılı kayakla takip kareleri ile dolu bu bölüm hayli heyecanlı ve bir Bond filmine yakışır düzeyde. Alman kayakçı Willy Wogner’in yönettiği bu bölümde Bond peşindeki onca Sovyet kayakçıyı atlatırken elbette yükseklerden atlıyor, karda müthiş bir gösteri yapıyor ve hatta kısa bir süreliğine de olsa su üzerinde de kayarak devam ettiriyor şovunu. Sonrasında usta jenerik tasarımcısı Maurice Binder’ın her zamanki gibi göz alıcı jeneriği ve ona eşlik eden Duran Duran şarkısı geliyor karşımıza hikâyenin devamından önce. Işık oyunları, buz ve ateş görüntüleri, kayakçılar ve elbette -çıplak siluetleri ile gösterilen- kadınlar bu başarılı jeneriğin malzemesi olurken, Binder’ın işinde ne kadar usta olduğuna bir kez daha tanık oluyoruz.
Bond her hikâyede olduğu gibi burada da sadece analitik zekâsını ve fiziksel becerilerini göstermekle kalmıyor, birbirinden farklı alanlardaki uzmanlığını da konuşturuyor. Dört kadınla yatağa girmeyi başarıyor (Grace Jones ile olanı bir parça absürt olsa da), bir yarışı hangi atın kazanacağını biliyor, iyi içkiden anlıyor, Sovyetler’in ilk kez kendi vatandaşı olmayan birine verdikleri Lenin Nişanı’nın sahibi oluyor vs. Sonuçta süper bir ajan var karşımızda ve daha önceki (ve sonraki) tüm maceralarında olduğu gibi şaşırtıcı olan onun bu yeteneklere sahip olmaması olurdu. Ajanımız bu yeteneklerini sergilerken, film de aksiyon sahnelerinde sadece heyecanlandırmayı değil, zaman zaman eğlendirmeyi de başarıyor. Eyfel Kulesi’nde başlayan, karada devam eden ve Seine üzerindeki bir teknede sona eren takip ve kavga sahnesi, Bond’un sonunda ikiye ayrılan bir taksi ile havadaki paraşütlünün peşine düşmesi gibi eğlenceli anları da içeren heyecanlı bir bölüm örneğin. Denizin altında nefessiz kalmışken, birlikte denize düştüğü arabanın lastiğindeki havayı içine çekmeyi akıl edecek kadar zeki olan Bond’un Golden Gate Köprüsü üzerindeki heyecanlı anlarını (kuşkusuz çok da inandırıcı değil köprünün askı halatları ve direklerinde geçen bu anlar ama ne önemi var ki bunun?), bir itfaiye arabası ile peşindeki polisleri atlatmasını ve terk edilmiş bir gümüş madeninde geçen tüm finali de ekleyebiliriz filmin keyifli aksiyon sahnelerinin arasına. Bütün bu aksiyon sahnelerinde elbette dublörler oynamış (ve sahnelerin içeriği epey yorulduklarını da gösteriyor) ve bazılarında çok da iyi gizlenememiş bu ki dikkatli bir göz rahatsız olabilir bu durumdan.
Roger Moore bu filmde oynarken elli dört yaşındaymış ve şimdilik en yaşlı Bond oyuncusu olurken, bu durumu da pek gizlenememiş filmde. Rolü için bir parça yorgun ve yavaş görünüyor Roger Moore ve hikâyenin oyunculuk açısından öne çıkan ismi Christopher Walken oluyor. Tuhaf bir deneyin “ürün”ü olan kötü adamı çarpıcı bir şekilde oynuyor oyuncu ve özellikle onun sadistliğini ve zekâsını gerçekçi bir biçimde getiriyor karşımıza. Zaten ölecek olan ve can havli ile kaçan insanları silahı ile sadistçe bir zevk ile tarayan, planını gerçekleştirebilmek için tetikleyeceği bir depremle bir milyondan fazla insanın ölecek olmasını umursamayan bu adam Bond serisinin en önemli kötülerinden biri olarak ve Walken’ın sağlam oyununun da sağladığı destekle iz bırakan bir karakter oluyor. Bond kızlarından biri olan, kötü adamın baş yardımcısı “tuhaf” kadını oynayan Grace Jones androjen kimliğini emrine verdiği karakterinde tuhaf ama ilgi çekici bir performans ortaya koyarken (özellikle ilk sahnesindeki kahkahası hayli “zorlama” ve bu yüzden de epey rahatsız edici olmuş belki de istendiği gibi), diğer Bond kızını oynayan Tanya Roberts vasat (hattta Razzie ödülüne aday olacak kadar kötü kimilerine göre) bir oyunculuk gösteriyor.
Öyle ahım şahım bir hikâyesi yok filmin ama senaryonun akıllıca kurgulanması bunu çok da dert ettirmiyor seyircisine. Bond karakterine getirdiği eğlenceli havası ile bilinen Roger Moore’un bu özelliğine de sık sık tanık olduğumuz filmin bir diğer özelliği de tam on dört kez Moneypenny rolünde oynayan Lois Maxwell’in son kez bu karaktere can vermiş olması. Bond ile May Day’i (Grace Jones’un karakteri) anlamsız bir şekilde yatağa sokmak gibi bir problemi olsa da, kötü adamının aynı zamanda bir kurban olması ile de farklılaşan ve nihayetinde bir Bond filmi olarak görülmeyi hak eden bir çalışma.
(“Ölüme Bir Bakış”)