Ain’t Them Bodies Saints – David Lowery (2013)

“Sevgili Ruth, bu mektuba nasıl başlayacağımı bilmiyorum; ama aklımda milyonlarca şey var ve onları söylemeliyim. Dışarı çıktığımı bildiğini biliyorum. Seni almaya geldiğimi de biliyorsundur. Hep söylediğim gibi, hep geleceğimi söylediğim gibi, seni almaya geliyorum. Keşke yanında durmuş, kulağına fısıldıyor olabilseydim ama şimdi şartlar farklı. Ayakkabılarım olmadan dağları ve ormanları aştım. Çok uzun yollar katettim ve artık yakınındayım. O kadar yakınındayım ki uzansam yanağına dokunacağım neredeyse”

Silahlı soygun nedeni ile atıldığı cezaevinden kaçan bir adamın, soygundan sonraki çatışma sırasında bir polisi yaralayan ama suçunu adamın üstlenmesi ile ceza almaktan kurtulan karısına ve çocuğuna kavuşma çabasının hikâyesi.

David Lowery’nin yazdığı ve yönettiği bir Amerikan yapımı. Herhangi bir anlamı olmayan orijinal ismini, Lowery’nin bir şarkının yanlış anladığı sözlerinden ilham alarak belirlediği film bir tutkulu aşk hikâyesini “zarif bir melankoli” olarak tanımlayabileceğimiz bir dil ile anlatırken, Bradford Young’un izlenimci denebilecek görüntüleri sayesinde görselliği ile de yakalıyor seyirciyi. Karakterlerine uygun oyunculuklarla göz dolduran kadronun da dikkat çektiği film, hikâyesi 1970’lerde geçmesine rağmen belli bir döneme ait değilmiş ve adeta herhangi bir yerde ama özellikle Amerika’da geçebilirmiş havasını yakalaması da ciddi bir başarı olarak görünüyor. Zaman zaman sadece duygulara ve izlenimlere üstelik fazlası ile odaklanması ve asıl çekici olanın hikâyesinden çok atmosferi olması gibi kusur olarak görülebilecek yanları da var ama filmin başarısını engellemiyor bu sorunlar.

Bir “iç ses filmi” diyebiliriz sanırım bu çalışmaya: Lowery’nin diyalogları ve oyuncuların onların dile getiriş şekli konuşmaları bize bir iç ses biçiminde yansıtıyor adeta ve sanki tüm hikâye bir anlatıcının ağzından dile getiriliyor gibi. Bu hissi yaratan ise filmin melankolik havasını gerçekçi bir biçimde üretmeyi başarması ve sık sık kendimizi karakterlere -özellikle kadına- onlarla birlikte düşünüyor ve hissediyormuşuz gibi yakın bir yerde bulmamız. Lowery’nin belki de en büyük başarısı bu; filmin her karesi nerede ise mistik denecek bir havaya sahip ve oyuncuların -kısıtlı- aksiyon sahnelerinde bile bu havaya uygun haraket etmesi hikâyeye bir sağlamlık ve tutarlılık kazandırıyor. Bu da önemli; önemli çünkü hikâye ve kimi gelişmeler belki klişe kelimesini hak etmiyor ama çok da orijinal görünmüyor aslında.

Daniel Hart’ın, Lowery’nin görsel ve biçimsel tercihlerine hayli uygun düşen müziği eşliğinde anlatılan hikâyede karakterlerin iyiliği veya kötülüğünden çok arzuları ve zayıflıkları ile ilgileniliyor ve bu da filme ek bir değer katıyor açıkçası. Tam da bu nedenle bu küçük hikâye kendine özgü bir hava yakalayabiliyor ve seyirci için de çekici hâle geliyor. Casey Affleck’in canlandırdığı “romantik suçlu” karakterinin veya Rooney Mara’nın oynadığı kadın karakterin içine düştüğü ikilemin bu denli gerçekçi görünmesi ve aslında sinemada defalarca benzerini gördüğümüz bu ikilinin buna rağmen hayli orijinal durmalarıi hep Lowery’nin başarı hanesine yazılması gereken unsurlar. Kadına aşık olan polis rolündeki Ben Foster da ilginç karakterini (o da bir tutkunun esiri bir bakıma) hak ettiği bir düzeyde oyunculukla karşımıza getirirken, Affleck ve Mara’dan geri kalmıyor ve onların karakterlerinin melankolisine ve hayalciliklerinin karşısına koyduğu gerçekçi bir alternatifle hikâyeye ek bir boyut kazandırıyor.

Lowery’nin bir diğer başarısı bir başka filmde klişe görünebilecek bazı anları ustalıkla farklı kılabilmesi. Adam ile kadının yakalandıktan sonra polislerin arasında ve kelepçelenmiş bir şekilde yürürken birbirlerine sığındıkları andaki aşk kareleri veya finalde aynı ikilinin “vedalaşma”sı örneğin, bir zorlama duygusallık tuzağından ustaca kurtarılmış anlar. Sonuçta sertliğinin üzeri örtülmüş olsa da kendisini zaman zaman hissettirdiği bu “şiirli film”, ilgiyi hak eden bir çalışma ve bir yan roldeki Keith Carradine’in varlığı ile de ayrıca önemli. Sonuçta büyük bir film değil, atmosferi sık sık hikâyenin önüne geçiyor ama yine de görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

(“Ölümsüz Aşk”)

(Visited 129 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir