“Tanrı’ya şükür yalan diye bir şey var, aksi takdirde toplumsal yaşam bir cehenneme dönerdi”
Resim dersi verdiği küçük kız çocuğunun tecavüz edilerek öldürülmesinden sonra kuşkuların üzerinde toplandığı, suçlamalara karşı yanında duran karısının da bir başka erkeğe ilgi duyduğu bir adamın hikâyesi.
Senaryosunu Claude Chabrol ve Odile Barski’nin yazdığı, yönetmenliğini Chabrol’un yaptığı bir Fransız filmi. Berlin’de Altın Ayı için yarışan film özellikle baş karakterinin psikolojisini öne çıkaran hikâyesi ve suçlunun (hikâye ilerledikçe suçlulara dönüşüyor aslında bu sözcük) kimliği konusunda yaratmayı ve diri tutmayı başardığı merak duygusu ile ilgiyi hak eden bir suç yapıtı. Komiser karakterinin ikna ediciliği açısından pek de önemsiz olmayan bir problemi olsa da; görünüşte sakin ve hoş bir kasabada alttan alta kendisini hissettiren tedirgin atmosferi ve yalanların (ve sonuçlarının) toplumsal yaşamdaki yerini oyunlara hiç başvurmadan sade bir sinema dili ile anlatan Chabrol pek çok polisiyesinden biri olan bu yapıtı ile başarılı bir sonuç elde etmiş. Alanının usta ismi görüntü yönetmeni Eduardo Serra’nın hikâyeye natüralist bir hava kattığı filmde Jacques Gamblin ve Sandrine Bonnaire’in performansları da takdiri hak ediyor.
Filmin temelde aksayan iki noktası var: Komiser karakteri ve cinayetin çözülme şekli. Bir suç filmi için bu iki nokta doğal olarak hayli önemli ve o alanlarda yaşanacak problemler hikâyeye elbette olumsuz bir etki yapıyor. Filmin daha üst bir düzeye çıkamamasının nedeni de temel olarak bu sorun ama yine de düşünüleceğinin altında zarar görüyor hikâye bu durumdan. Komiser karakterindeki temel sorun, senaryonun onu şehirli (Paris’ten atanmış yöreye), güçlü ve dinamik bir kişi olarak çizmek yerine çekingen görünümlü bir ev kadını gibi göstermesi. Valeria Bruni Tedeschi karakterini senaryonun çizgilerine çok uygun ve doğru bir performansla canlandırıyor ama senaryonun aksaması onun performansının değerini ve gerçekçiliğini de azaltıyor. Cinayetin failinin ortaya çıkmasını sağlayan kişinin kimliği de bir parça hayal kırıklığı yaratıyor açıkçası. Olayların pek de içinde olmayan birinin ana delili keşfetmesinin bir parça kolaya kaçılmışlık havası yarattığını da kabul etmek gerekiyor. Bunlar önemsiz olmayan problemler ama yine de Chabrol iki baş oyuncusunun da katkısı ile, bu sorunları aşmayı başarıyor ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir sonuç elde ediyor.
İronik bir içeriği olan senaryoya eşlik eden ve yönetmenin oğlu Matthieu Chabrol’un imzasını taşıyan müzikler de bu ironiyi yansıtan ve gerilim duygusunu da besleyen farklı melodileri ile önemli bir katkı sağlamış filme. Yönetmenin sinemacı olan bir diğer oğlu Thomas Chabrol da eğlenceli bir adlî tıp uzmanı olarak bu ironi duygusuna sağlam bir destek sunan bir diğer unsuru oluyor filmin. Belki de filmin önemli başarılarından biri bu ironiyi hemen hep taşırken, sıkı bir suç filminde olması gerektiği gibi gerilimi ve merak duygusunu da hemen hiç ihmal etmemesi. Depresif bir ruh hâli olan ressam koca (eserleri ilgi görmeyen bir sanatçı ve Paris’teki -niteliği açıklanmayan- bir saldırıdan sonra aksayarak yürümek zorunda kalmış bu adam) ile canlı, hayat dolu bir hemşire olan karısı arasındaki ilişki oldukça iyi görünmesine karşılık, yolunda gidiyor görünen bu beraberlik iki tehditle karşı karşıya bu ironik öyküde. Kadının kocasının yılgınlığını taşımaktan yorulmaya başlaması ve yaşadıkları bölgeye her yıl tatil için gelen başarılı, popüler ve çapkın bir gazeteci ve yazarın kadınla flört çabası. Bu yazarın “sahte”liğini farklı örneklerle vurguluyor senaryo. Sözlerini kendisine aitmiş gibi kullandığı kişi Nazilerin ideolojisini benimseyen, Almanların Fransa’yı işgalini destekleyen ve savaştan sonra da intihar eden faşist bir yazar olan Pierre Drieu La Rochelle örneğin. Adamın, aynı anda zıt ideolojilerde yayın yapan gazetelerde yazmasını da onun kişiliksizliğinin bir doğal sonucu olarak gösteren senaryo, anlaşılan konuşmaları, eylemleri ve düşünceleri ile tam bir sevimsizlik örneği olarak görmemizi istemiş onu. Ressam koca ise her ne kadar “Kıskançlık duymak için önce hayranlık duymak gerekir. O herif bana kötü bir şaka gibi geliyor” dese de onun baskın gücü altında hissetmektedir kendisini.
Chabrol’un pek çok polisiyesi gibi hikâyesi Fransa’nın kuzeyinde geçen filmin çekimleri Britanny bölgesindeki Ille-et-Villaine’deki Saint-Malo adlı tarihî bir liman şehrinde gerçekleştirilmiş. Eduardo Serra’nın, yörenin doğal güzelliğini yakalayan ama özellikle de yakın plan yüz çekimleri ile bir gerginlik duygusuna ve sıkışmışlığa da işaret eden başarılı görüntüleri de önemli bir destek sağlıyor Chabrol’a. Küçük yerlerin dedikoduculuğunu da hikâyesinin parçası yapan film Serra’nın bu kamera çalışması ile yalan, güven ve kuşkuyu görsel olarak da hissettiren bir başarıya ulaşıyor. Yönetmenin yalın sineması seyrettiğimizin gerçekliği konusunda bizi ikna ederken; üçlü bir akşam yemeği veya yoğun siste denizde motorla yapılan yolculuk gibi anları ile de belli bir etkileyicilik yakalıyor.
Gazeteci/yazar rolünde Antoine de Caunes’nin sevimsiz bir karakteri tüm olumsuzluğu ile somut kıldığı filmin senaryosu sondaki “sürpriz itiraf” da dahil zaman zaman bir “radyo tiyatrosu”nun havasını hissettiriyor. Bu havanın nedeni filmin görsel yanı değil kesinlikle; aksine oldukça başarılı bu alanda Chabrol’un filmi. Seyrettiğimiz hikâyenin alçak gönüllü yapısı ve olayların hızlıca gelişmesi temel olarak bu hissi yaratan; ne var ki ortaya çıkan sonuç sinema açısından bir yetersizlik değil kesinlikle. Aksine insan ilişkileri ve mutlak güvenin gerekliliği (ve bu güven olduğunda da, onun yaratabileceği riskleri) ama özellikle de yalanın “vazgeçilmezliği” konusunda keyifle izlenebilecek bir film bu ve sadece Sandrine Bonnaire ve Jacques Gamblin’in deyim yerinde ise su gibi akan, en ufak bir zorlama içermeyen oyunculukları için bile görülmeyi hak ediyor.
(“The Color of Lies” – “Yalanların Rengi”)