Suçlular Aramızda – Metin Erksan (1964)

“Dinlediklerinizin hepsi doğru; çaldım, öldürdüm. Fakat bu yaptıklarımdan ötürü kendimi suçlu saymıyorum. Suç bende değil, ben içimde yaşadığım çevrenin şartlarına uydum. Sizsiniz o çevre. Benim yerimde sizler olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız. Benim sonum geldi artık ama beni yargılayacak, bana hüküm verecek hiçbir kuvvet tanımıyorum. Beni kendimden başka hiçbir kuvvet cezalandıramaz!”

Zengin bir ailenin evinden çalınan kolyenin sahte olduğunun ortaya çıkması ile başlayan bir haksız zenginleşme, sınıf farkı / çatışması ve yozlaşma hikâyesi.

Metin Erksan’ın yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. 1960 darbesinden sonra oluşan “özgürlük” ortamında bugün hâlâ beğenilen ve sinemamızın klasikleri arasına giren pek çok film çekildi. Bu filmlerden birkaçının (“Gecelerin Ötesi”, “Susuz Yaz”, “Yılanların Öcü”, “Sevmek Zamanı”, “Kuyu” gibi) altında imzası olan Erksan’ın 1964 yapımı bu çalışması kimi kusurlarına karşılık, tam da yönetmenden bekleneceği gibi ayrıksı bir çalışma ve sinemamızın üzerinde en çok konuşulan ve kült olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz bazı sahneleri ile ve hem içeriği hem biçimsel başarısı sayesinde kesinlikle görülmesi gerekli bir yapıt. Erksan’ın sıkı bir toplumsal eleştiri yaptığı ve hiç kimsenin saf iyi olmadığı (ya da yaşadığımız düzende, olmasının mümkün olmadığı) öyküde sinema dili, oyunculuklar ve görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ile Erksan’ın oluşturduğu görsel atmosferin başarısı ile dikkat çeken film elbette çeşitli kusurlara sahip ama bu sınıf çelişkileri öyküsünün değerini azaltmıyor bu durum.

Fransız yazar Guy de Maupassant’ın 1884’te yayımlanan “La Parure” (Bizde “Takı”, “Gerdanlık” gibi farklı adlar ile yayımlandı) adlı bir kısa hikâyesi vardır. Bir memurun eşi olan ama kendisini hep bir aristokrat olarak hayal eden bir kadının (sınıf meselesi!), kocasının onu mutlu etmek için zar zor davet edilmelerini sağladığı bir baloya giderken zengin bir arkadaşından ödünç bir gerdanlık almasını anlatır öykü. Gerdanlık baloda kaybolur ve aynısını satın alabilmek için kadın ve kocası sahip oldukları her şeyi satmak ve yitirmek durumunda kalırlar ve hatta kadın temizlikçi olarak çalışmaya başlar. On yıl sonra, zengin arkadaşla tesadüfen gerçekleşen bir karşılaşma vahim bir gerçeği öğrenmelerini sağlar: Ödünç aldığı o mücevher ucuz bir taklittir sadece ve bir hiç uğruna sefil bir duruma düşmüşlerdir! Erksan’ın öyküsünün odağında da bir sahte gerdanlık var ama bu kez sahtelik öykünün başlarında ortaya çıkıyor ve ona bir şekilde dokunan herkesin hayatını çarpıcı bir biçimde değiştiriyor.

1985’de “Ve Sinema” dergisinin kendisi ile yaptığı röportajda, filmi çektiği dönemi “müthiş zengin aileler, bir sınıf türüyor” ifadesi ile tanımlıyor ve senaryosunun gerçek bir olaydan esinlendiğini şöyle anlatıyor Erksan: “Gazetelerde okudum, Gülbenkyan (dönemin zenginlerinden) bir tarihte gelinine çok değerli bir kolye hediye etmiş… kolye çalınmış ama hırsızlar satmaya çalıştıklarında şok olmuşlar, çünkü kolye sahte çıkmış… Ben bu olayı çok sevdim. Böyle bir rezillik olmaz. Film de bunun üzerine kurulu. Büyük bir taşlama var.” Guy de Maupassant’ın öyküsünden değil, gerçek bir olaydan esinlenmiş Erksan ama Fransız yazarın sınıf meselesini daha da ileri götürerek anlatmış hikâyesini.

ABD’nin az gelişmiş ülkelere “yardımlar”ından beslenen ve servetini çalıp çırparak ve yasalara uymayarak edinen zengin iş adamı Halis (Atıf Kaptan) büyük konağında oğlu Mümtaz (Ekrem Bora) ve gelini Demet (Belgin Doruk) ile yaşamaktadır ve sahte mücevheri gelinine hediye etmiş olan da odur. Mümtaz, Nükhet (Leyla Sayar) adında bir metresi olan ve zenginlik hırsı ve ahlaksızlığı babasınınkini katbekat geride bırakan bir adamdır. Halis’in emekliliğini ve işi artık oğluna devredeceğini arkadaşlarına açıklamak için düzenlenen yemek sırasında iki hırsız, Halil (Tamer Yiğit) ve Yusuf (Hakkı Haktan) konağa girer ve mücevheri çalarlar ama satmak için götürdükleri kuyumcudan gerdanlığın sahte olduğunu öğrenirler. Öfkelerini dile getirmek için zengin aileyi aradıklarında; şantaj, tehdit, cinayet, erotizm dolu ve sınıf çatışmasının ve farklarının damgasını bastığı bir öykü başlar.

Alacakaranlıkta bir konağı ve ardından onu gözetleyen iki silueti göstererek açılıyor film ve ne yazık ki jenerik yazılarının (koca bir teşekkür yazısı dahil olmak üzere) ezdiği güzel görüntülerle iyi bir başlangıç yapılıyor. Tek bir cümle dışında hiç konuşma olmayan bu sahne boyunca dinlediğimiz caz müziği Erksan’ın Yeşilçam’da o dönemlerde pek rastlanmayan türden tercihlerinin de ilk örneklerinden biri oluyor. Amerikalı davulcu Shelly Manne’ın, “Checkmate” adındaki bir polisiye dizi için John Williams’ın hazırladığı müzikleri yorumladığı 1962 tarihli “Shelly Manne & His Men Play Checkmate” adlı albümünde yer alan “En Passant” adlı eser bu ve hikâye boyunca farklı bölümleri ile defalarca eşlik ediyor Erksan’ın öyküsüne. Film için müzik seçimini ülkemizin Batı pop müziğine yakın ilk isimlerinden biri olan ve yabancı müziklere yazdığı Türkçe sözlerle “aranjman” dönemini Sezen Cumhur Önal ile birlikte başlatan Fecri Ebcioğlu yapmış. Kuşkusuz farklı bir müziğin peşine düşen Erksan asıl olarak, Ebcioğlu onun isteğinin karşılıklarını bulma rolünü üstlenmiş. Caz melodilerinin filmin tümüne yayılması ve hatta bu tür müziğe en uzak bir kesim olan, İstanbul’un yoksul bölgesinde geçen sahnelerde de kullanılması Erksan’ın bir yabancılaştırma etkisinin peşinde olduğunu gösteriyor bize. İktidarın teşvikleri ve özellikle de yabancı kaynaklarla beslenerek büyüyen burjuvanın temsilcisi diyebileceğimiz iş adamı Halis ve ailesinin, filmin alt sınıftan olan veya evlenerek sınıf atlasa da sınıfsal hedefine erişemeyecek olanların yerli karakterinden uzak oluşu ve aralarında yüksek bir duvarın varlığı bir “birbirine yabancı olma” durumunu yaratıyor. Seçilen Batılı müzik de “halk”ın karşısında olan ve onu sömürenlerin topluma yabancılığının sembolü olarak tercih edilmiş sanki. Ebcioğlu’nun seçtiği melodilerin, filme tedirginlik ve tehdit içeren bir hava katarak bir suç öyküsüne çok yakıştığını ve sık sık kullanılan gece sahnelerinin karanlık ve mesafeli atmosferine yakıştığını da söylemek gerekiyor.

Burjuvanın hırsını, kibrini ve ikiyüzlülüğünü hikâyenin temel eleştiri alanları arasına yerleştirmiş Erksan ve bunu sadece öyküdeki gelişmeler ve karakterlerin davranışları ile değil, kendisinden bekleneceği gibi görsel unsurlarla da desteklemiş. Bu unsurların ilk karşımıza çıkanı, mücevherin çalındığı evdeki dev portre. Halis adındaki iş adamının kendi portresi bu ve eve giren herkesi adeta iktidarının altını çizen bakışlarla karşılıyor. Soyguncu evden çıkarken kameranın bu bakışlara ve gözlere zum yapması da bunun göstergesi. Filmin klasikleşen bir sahnesinde, yönetim kurulunun toplandığı odadaki küreyi süratle döndüren Mümtaz’ın bu hareketi de hem odadakilere aynı “iktidarın sahipliği” mesajını veriyor hem de seyirciye bu karakterin yönetim hırsı ile ilgili iyi bir ipucu sağlıyor. Yerde yarı çıplak uzanan kadının üzerindeki banknotların görüntüsü bu görsel mesajların bir diğer örneği. Baba ve özellikle de oğulun davranışlarında ve sözlerinde kendisini devamlı dışavuran hırs, sürekli söylenen yalanlar, aldatmalar ve ihanetler filmin zaman zaman “barok” bir havası olan eleştirel yanını destekliyor baştan sona.

Metin Erksan ve Mengü Yeğin dış çekimlerin pek çoğunu ve bazı iç çekimleri Yeşilçam’da o tarihlerde pek görülmedik bir şekilde az ve doğal ışıkla gerçekleştirmişler. Bu tercih de filmin stilize tanımına uygun elbette; Erksan görselliği her zaman ve bazen fazlası ile öne çıkaran bir sinemacı olduğunun en güçlü örneklerini veriyor burada. Erotizm de payını, o dönem için beklenmedik bir şekilde alıyor bu görsellikten. Yukarıda anılan banknotlu sahne dışında, masa üzerine çıkartılan bir kadının bacak arasından geçirilen kuru kafa (bu objenin önceki sahnelerde bir erkeğin iktidarının sembolü olması ile birlikte düşünmek gerekiyor bu eylemi) ve Ekrem Bora’nın Yeşilçam’da görülmedik bir şekilde iç çamaşırı ile seyircinin karşısına çıkması gibi cüretkâr bir görselliği var filmin. Leyla Sayar’ın bir iki sahne dışında hep yarı çıplak gezindiği ve Bora ile seviştiği filmde, erotizmin farklı bir örneği ise “zenci jigolo” karakteri ile veriliyor. Bir sahnede beline sardığı havlu dışında, üzerinde sadece bir külot olduğu halde karşımıza çıkan bu karakteri (hikâyede bu kadar önemli bir rolü olan Yahya adındaki bu karakteri kimin canlandırdığı ile igili kaynaklarda hiçbir bilgi yok maalesef) yarı çıplak olarak sürekli dans ettiriyor Erksan. Yahya’yı anlaşılan bir dekadansın sembolü olarak kullanmış yönetmen ve onun sarkastik tavrı üzerinden hikâyenin her biri yozlaşmadan payını almış karakterlerini aşağılamayı seçmiş. Mümtaz ile Nükhet’in hararetli bir tartışması sırasında Yahya’nın kahkahalar atarak dans ettiği anlar sinemamızın en absürt sahnelerinden birine tanık olmamızı sağlarken, Erksan’ın fantastik hayal gücünün de en eğlenceli örneklerinden biri oluyor. Bu sahnenin sonunda, Yahya’nın gittikçe hızlanan dansının eşlik eden müzikle birlikte klişe bir Afrika kabile dansı göndermesi olduğunu da belirtmek gerek. Görsellikle ilgili sembolik bir sahneyi de analım bu arada: Açılışta iki hırsızın birer siluetten ibaret olduğu sahnede, bu karakterleri görüntüleyen kamera onları hem kimliksizleştiriyor hem de köşkün demir parmaklıkları arkasına yerleştirerek “mahkûm kaderleri”ni ima ediyor çekici bir şekilde.

Karakterlerin hırs dolu, ahlâksız, ikiyüzlü ve kötücül ruhlarının sınır tanımadığı bir öykü anlatıyor bize Erksan ve burjuva sınıfına sert darbeler indiriyor. Bu bağlamda Demet karakteri üzerinde durmak gerek; “Orta halli aile kızları hep zengin bir erkek hayali kurarlar” itirafı ile kendi kabahatini de kabul eden Demet’i sınıf atlama çabasındaki herkesin ve bu sıçramanın mümkün olmadığının sembolü olarak değerlendiriyor senaryo. Onun kendisinden üst sınıftan olan kocası Mümtaz ile arasında sevgi, saygı ya da güvenin en ufak bir izini taşımayan ilişkinin aksine, Halil ile dayanışma üzerinden başlayan ve Yeşilçam’dan beklenmeyecek bir doğal tempo içinde ilerleyen ilişkisi sınıfdaşlığın önemini gösteriyor. Erksan, finalde de vurguladığı gibi, sınıflar arası çatışmada kimin tarafında durduğunu da hiç gizlemiyor. Alt sınıfın üst sınıfa karşı uyguladığı “küçük hırsızlıklar”ın, üst sınıfların “büyük hırsızlıklar”ı karşısında bir hiç olduğunu söylüyor adeta senaryo. “Sınıf atlayan” Demet’in hırsızların yaşadığı mahalleye geldiğinde, kendisini ilk kez bir beyaz insan gören Afrikalı çocukların arasında hissetmesi gibi sahnelerle sınıflar arasındaki duvarları gösteriyor film.

Erksan’ın sinema yetenekleri ve hayal gücünü yeterince değerlendiremedi Yeşilçam; bunda sanatçının ayrıksı ve öfkeli ruhunun da payı var elbette ama sonuçta sinemamızın en yetenekli ve bugüne kalan örneklerinin yaratıcılarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu. Halil’in gerçekleri Demet’e anlattığı sahnede, kameranın önce erkeğin, sonra da kadının hareketlerini takip etmesi ve klasik bir anlatan / dinleyen sahnesine hareket ve farklılık katan çalışması yönetmenin kendisini hissettirdiği pek çok örnekten biri. Gece kulübünde striptiz yapan dansçının edepli ama erotik de olabilen çekimleri ve bu sahnede üç ana karakterin duygu ve tepkilerinin bir striptiz eşliğinde ve iyi bir kurgu ile sergilenmesini de ekleyebiliriz bu örneklerin arasına. Yönetmenin ertesi yıl çekeceği ve sinemamızın en özgün yapıtlarından biri olan “Sevmek Zamanı” hatırlatan, hiç diyalog kullanılmayan ve anlatımın hareketler ve müzik üzerine kurulduğu “sahilde buluşanlar” sahnesi; bir yüzleşmeyi sabit ve uzaktan çekimle, o yüzleşmenin tarafları arasındaki mesafeyi ve iletişimsizliği ima eden bir şekilde izlediğimiz bölüm; bir atın çektiği sefil bir cenaze arabasının mezarlık içinden geçtiği ve bir gerilim atmosferi taşıyan sahne; caz müziğinin eşlik ettiği yumruk yumruğa dövüşen iki adamın görüntüsü ve, iyi çekilmiş ve oynanmış bir bıçakla saldırı bölümü (karakterlerden birinin sınıfını keşfetmesini ve sınıf içi dayanışmayı öğrenmesini sağlayan bir sahne bu) gibi Erksan’ın ustalığını kanıtlayan örnekler baştan sona hiç eksik olmuyor.

Elbette kusurları da var filmin: Kökeni ile ilgili hiçbir bilgi verilmeyen siyahî adamın aksansız ve “herifçioğlu” ve “verilmiş sadakam varmış” ifadelerini kullanacak kadar mükemmel Türkçesi hiç gerçekçi değil örneğin. Halis karakterine hiç uymayan Karadeniz şivesi; toplantı odasındaki konuşmaları gizlice dinleyen sekreterin bunu hiç tanımadığı bir adamın yanında rahatça yapması; bir karakterin aynı olayı herhangi bir gereklilik olmadığı halde iki kez anlatması; soygunu keşfeden kadının çığlığına koşan evdeki uşağın, ev sahiplerini -saat geç olduğu ve herhalde uyuduğundan- eve geldiklerinde karşılamaması ama çığlığı duyunca hemen ve sanki yatağa onlarla girmiş gibi, çalışma kıyafetleri içinde koşarak gelmesi gibi problemleri var filmin.

Birkaç ilginç notu da belirtmekte yarar var. Belgin Doruk’un filmdeki adeta bir Hollywood filminden fırlamış gibi görünen şık kıyafetlerini hazırlayan modacı Suat Aysan aralarında İran Şahı’nın eşi ve İspanyol Kraliyet Ailesi’nin de bulunduğu ünlülerle çalışmış başarılı bir isimdi ve 1968’de Meksika’da düzenlenen Olimpiyat’ta ülkemizi temsil eden sporcuların kıyafetlerini de tasarlamıştı. Öyküde sekreter olarak izlediğimiz ve fetişist bir sahnenin başrolündeki Gülben Akkaya’nınise tek oyunculuk denemesi olmuş bu film.

Kaybettiklerinde bile kibirlerini koruyan ve “İnsan öleceğine, öldürmeli” üzerine kurulu hayatları olanları eleştiren filmin gemideki balo (maskeli balo bu ama erkekler balonun türüne uygun olarak balık adam kıyafetleri giyerken, kadınların tümü bikini içindeler!) sahnesi ve Nükhet yanında siyahî jigolosu, kanepede Kleopatra gibi uzanıp üzüm yiyerek telefonla konuşurken, hattın diğer ucundaki Mümtaz’ın o sırada başka bir kadınla sevişiyor olması gibi ilgi çekecek ve klasikleşen pek çok unsuru var. Erksan’ın, “Gerçi ben filmi şimdi çeksem aynısını yapmam tabii ki ama yine de o zamanın şartları içinde biçimini çok sevdiğim bir filmdir. Film bitti, gösterime girdi, hiç ses seda yok, olumlu olarak diyorum. Aksine sinema yazarlarının “nedir bu ya?” gibisinden bir tavırları var; hem de ilerici, devrimci geçinen sinema yazarları bunlar. Hiçbir şekilde anlamadılar ne söylediğimi” ifadeleri ile andığı ve fetiş ögelerle dolu filmde hırsızların şantaj girişiminin bile zengin adamın varsayımının sonucu olması da çok şey söylüyor olsa gerek. “Susuz Yaz”ı hayranlıkla izleyen bir Warner Bros temsilcisinin yaptığı Hollywood’da çalışma teklifini, “Bu teklifi bana beş sene evvel yapmış olsaydınız hiç şüphe yok, düşünmeden size ‘Evet’ derdim. Hatta Amerika’ya gidip film çevirmek en büyük idealimdi. İşe başlarken sadece bunu düşünüyordum. Fakat artık iş değişmiştir. Bugün Türkiye de kendini film piyasasında dünyaya kabul ettirmiştir. Üstelik memleketim filmciliğinin bana ve benim gibilere ihtiyacı var. Evvela memleketim filmcilikte arzu ettiğim seviyeye yükselsin ondan sonra” sözleri ile ret etmişti Metin Erksan. Sonradan pişman olmuş mudur bilinmez ama bize düşen, onun çoğunlukla Yeşilçam’a rağmen çektiği bu ve benzer filmlerine hak ettikleri ilgiyi göstermek ve yaratıcısını takdirle anmak.

Washington Kurşunları – Vijay Prashad

Hintli tarihçi, yazar ve gazeteci Vijay Prashad’ın 2020 tarihli kitabı. Marksist bir dünya görüşüne sahip olan Prashad; emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin sonuçlarını dünyanın dört bir yanında işlediği suçlar üzerinden anlattığı bu kitabında ulusal kurtuluş / bağımsızlık mücadelelerininin de kısa bir tarihini aktarıyor okuyucuya. Eserin hacmi, derin ve geniş bir emperyalizm incelemesine imkân verecek büyüklükte değil; bu bakımdan kitabı bir giriş metni ve hatırlattıkları ile önemli bir özet olarak görmek gerekiyor. Prashad’ın kendi ideolojik inancı üzerinden oluşturduğu bakışla yazılmış olması, sadece emperyalizmin kendisini değil, ona bilinçli / bilinçsiz hizmet eden liberal anlayışı da sert eleştirisinin kapsamına alması, meselesini derli toplu bir şekilde ele alması ve dünya üzerinde olan biten pek çok politik gelişmenin arkasında yatanın kendisini dünyanın hâkimi, süper gücü olarak gören Batı’nın ikiyüzlü varlığı olduğunu net bir şekilde sergilemesi ile önemli bir yapıt.

Prashad temel olarak ABD’ye yöneltse de oklarını Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, Batı’nın daha eski emperyalizmini de ele almış kitabında ve seçtiği örnekler başta Latin Amerika olmak üzere, farklı coğrafyaları getirirken karşımıza, on dokuzuncu yüzyıldan kitabını tamamladığı 2020’ye kadar geniş bir tarih aralığını da kapsamına almış. 2005’ten 2015’e kadar Hindistan Komünist Partisi’nin genel sekreterliğini yapan Prakash Karat’a “Emperyalizme dair berrak bakışıyla bana kılavuzluk eden Prakash Karat için” sözleri ile ithaf edilen kitabın önsözünü, 2006 – 2009 arasında Bolivya Devlet Başkanı olan ve Prashad’ın ABD emperyalizminin kurbanlarından biri olarak gördüğü Evo Morales yazmış. Morales, “Prashad, kendi yazgılarını belirlemeye kalkışan ülkelere emperyalizmin müdahale etmesinin altında yatan sinsi çıkarları kavramanın, kolay anlaşılır ve kapsamlı bir yöntemini sunmak için varını yoğunu koymuş ortaya” ifadesi ile bir bakıma kitabın kapsamının da özetini yapmış. Morales’in, yazısını “… ve günü geldiğinde kitlelerin kazanacağına da” sözü ile bitirmesi önemli; çünkü Prashad’ın eseri boyunca anlattıkları ve hatırlattıkları halkların emperyalizme direnmesinin önemi yanında, güçlüğünü de söylüyor okuyucuya.

ABD’yi “dünyayı yöneten bir kötücül güç” olarak tanımlayan ve çoğu aşırı sağda olan komplo teorisyenlerinin yazdığı kitaplar da yazıldı ve yazılıyor, kimi hayli popüler olan. Bu tür kitapların iki temel kusuru ve olumsuz etkisi var: Birincisi, gerçeklerin sahteliklerle iç içe geçirilmesi yüzünden doğruların önemini ve inandırıcılığını yitirmesi; ikincisi ise bu kitapların ABD’yi “yenilmesi imkânsız bir şeytanî güç olarak resmederek” okuyucusunu durumu kabullenmeye ve pasif bir konuma yerleştirmesi. Prashad’ın bu kitabı ve benzerleri işte tam da bu yüzden ayrıca önem taşıyor; çünkü dürüst bir metin karşımıza çıkartıyor bu kitaplar ve tümünü desteklemeseniz ve ikna olmasanız bile, dile getirilenlerin en azından tartışmaya değer olduğunu biliyorsunuz. Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “Washington Kurşunları” kitabı ile ilgili olarak söyledikleri de bunu doğruluyor: “Vijay Prashad gerçeği anlatmayı sevimli ve cana yakın kılıyor; becermesi kolay bir şey değil bu ama o bunu hiç zorlanmadan başarıyor”.

Martinikli şair ve politikacı Aimé Césaire’in 1955 tarihli ve bizde “Sömürgecilik Üzerine Söylev” adı ile yayımlanan kitabından bir alıntı ile başlamış eserine Prashad: “… şu sıralar Batı Avrupa’nın barbarlığı inanılmaz yüksek bir seviyeye erişmiştir ve onu tek aşan, hatta fazlasıyla aşan, ABD’nin barbarlığıdır”. İşte bu alıntıya uygun olarak, yazar önce Batı Avrupa ülkelerinin emperyalizminin örneklerini veriyor, sonra da ABD’nin emperyalizmin asıl gücü rolünü üstlenmesi ile yaşanan örnekleri anlatıyor okuyucuya. Bu güç ve rol değişimini de tarihsel süreçleri ve nedenleri ile birlikte, kısa ama yeterli bir biçimde ele alıyor Prashad.

Kitabın adındaki kurşunları Afrika ve Latin Amerika’da halk liderlerinin uğradığı suikastlerde sıkılan kurşunlardan esinlenerek koymuş yazar: “Bir suikastçi kurşununun bedeli nedir? Şunun şurasında birkaç dolar… Ateşlenen her kurşun bir devrimi yere serdi ve şu anki barbarlığımızı doğurdu. Bu kitap, kurşunlara dair”. Vijay Prashad başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin sıktığı kurşunların ve onların hedefi olan liderlerin, hareketlerin ve devrimlerin öykülerini anlatıyor kitabında bize. Bu öyküler bir emperyalizm tarihi okumamızı sağlarken, “Doğu – Batı çatışmasının“ “Batı-Güney çatışmasına” dönüştüğü saptamasını yapıyor yazar ve bunun nedenlerini açıklıyor diğer pek çok yorumunun yanında. Bunlardan biri, Milletler Cemiyeti (1920 – 1946) ve onun yerini alan Birleşmiş Milletler (1946) gibi organizasyonların (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vs.) eninde sonunda emperyalizme ve büyük devletlerin amaçlarına hizmet etmekten öteye geçemediği gerçeği ki insanlığın, en azından kağıt üzerinde, bir umutla yarattığı bu kurumların işlevsizliğini farklı örnekler üzerinden okumamızı sağlıyor yazar. Kitapta en çok yer verilen ise ABD’nin doğrudan içinde olduğu ya da gerçekleşmesine imkân verdiği (CIA’den Richard Bissell’e göre, “ABD’nin arka planda kalması ve mümkün olduğu yerde desteğini eğitim, tavsiye ve malzeme ile sınırlandırması önemlidir; bu şekilde… ABD gereksiz yere, müdahale ve sömürgecilik suçlamalarına maruz kalmaz”) darbeler olmuş. Darbelerle ilgili önemli bir saptaması da yazarın, klasik askerî darbelerin yerlerini artık sıklıkla “hibrit darbelere” bıraktığı ve “STK darbesi” gibi yeni kavramların uygulamaya alındığı ABD tarafından.

Kitabın “Rejim Değişikliği İçin El Kitabı” başlıklı bölümünde ağırlıklı olarak, Guatemala’da 1951’de ülkedeki ilk genel seçimle iş başına gelen Jacobo Arbenz Guzmán’a karşı 1954’te CIA’in düzenlediği darbe üzerinden bir askerî müdahalenin yolunun nasıl açıldığını gösteriyor Prashad. “Kamuoyu lobiciliği yap”, “Sahaya doğru adamı sür”, “Generallerin hazır olduğundan emin ol”, “Ekonomiye çığlık attır”, “Diplomatik tecrit oluştur”, “Kitlesel protestolar düzenle”, “Yeşil ışık yak”, “Bir suikast incelemesi”, “İnkâr et” başlıkları altında bu el kitabının nasıl kullanıldığını anlatıyor kitap. Guatemala’nın yanında; Şili, Endonezya, Guyana, Dominik, Kongo, İran vb. ülkelerde gerçekleşen darbelere CIA’in nasıl dahil olduğunu da yine bu başlıklar altında okuma fırsatı buluyoruz. Türkiye’deki 1980 darbesi de temel olarak “devrimci dalganın yayılmasına karşı” düzenlendiği hatırlatılarak yerini almış ilgili bölümlerde.

Prashad’ın kitabı, örneğin Rusya – Ukrayna savaşı gibi olaylara tipik bir Batılı liberal görüşün tuzaklarına düşmeden bakılması gerektiğini göstermesi ile de önem taşıyor. Benzer şekilde, İsrail’in aylardır Gazze’de sürdürdüğü ve soykırım boyutuna varan katliamın arkasında yine ABD emperyalizminin yattığını da hatırlatıyor Prashad: “İsrail’in Filistin halkına karşı tutumunu açıklamanın tek yolu, ABD’nin bütün gücünü BM aracılığıyla İsraillilerin lehine seferber ettiğini kabul etmektir”. Kitap Batı’nın yaptıklarına odaklandığından ve temel teması Batı emperyalizmi olduğundan, Çin ve Rusya ile ilgili herhangi bir eleştirel ifade çıkmamış Prashad’ın kaleminden; bu kesinlikle anlaşılabilir bir durum ama demokrasi, özgürlükler gibi konularda sıkıntılı olan bu ve benzeri ülkelerin herhangi bir olumsuz ifade ile hiç yana yana getirilmemesi ve sadece ABD emperyalizmi karşısında bir denge unsuru olarak konumlandırılmaları tartışmaya açık elbette. Örneğin Brezilya’da Dilma Rousseff ve Lula da Silva’ya karşı ABD’nin desteği ile Brezilyalı oligarşik güçlerin adalet sistemi üzerinden yaptığı darbe şiddetli ve kesinlikle haklı bir eleştirinin konusu yapılırken, Bolivya’da Morales’in 4. kez başkan seçilmek için anayasa değişikliği hazırlığına girişmesi (halk nezdindeki desteği ne olursa olsun) en azından bir sitem konusu bile olmamış.

İçerdiği ve tümü gerçek olan zalimlik, adaletsizlik ve sömürü hikâyelerine rağmen Prashad’ın kitabı aynı zamanda umut da veriyor okuyucuya tüm o direnenlerin öyküleri ile. 1983 ve 1987 arasında Burkina Faso’nun devlet başkanı olan ve Fransa’nın en azından bilgisi dahilinde olan suikastle öldürülen Marksist Thomas Sankara’dan yaptığı alıntı ile o direnen onurlu insanların çılgınlığına ihtiyacımız olduğunu söylüyor Prashad ve dünün çılgınlarının bugünkü kazanımları sağladığını ve bizim de o çılgınlıklarla geleceğimizi yaratmamız gerektiğini söylüyor.

Kitabı çekici kılan yanlarından biri oldukça açık bir dil ile ve konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayanların bile rahatlıkla okuyabileceği bir şekilde yazılmış olması. Kuşkusuz bu kitabı, belki de bir başlangıç noktası olarak alıp, konu üzerinde eski veya yeni başka yapıtları (Lenin’in 1917 tarihli “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”nı anmalı elbette öncelikle) okuyarak devam etmek meraklısının yapması gereken ki Prashad’ın eseri bunun için gerekli merak ve heyecan duygusunu fazlası ile yaratan, güçlü bir eser.

(“Washington Bullets”)

Killing Them Softly – Andrew Dominik (2012)

“Ben kibarca öldürmeyi seviyorum; uzaktan, duygulara müsaade etmeyecek kadar uzaktan. Duyguları sevmiyorum. Duyguları düşünmek istemiyorum”

Mafyanın kumar oynattığı bir yeri soyarak yerel suç sektörünü durma noktasına getiren üç adamın peşine düşen bir tetikçinin hikâyesi.

ABD’li yazar George V. Higgins’in 1974 tarihli “Cogan’s Trade” adlı romanından uyarladığı senaryoyu yazan Andrew Dominik’in yönetmenliğini de yaptığı bir ABD filmi. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt, Higgins’in 1974’te geçen hikâyesini 2008’deki ABD başkanlık seçimlerinin öncesine ve etkileri süren ve tüm dünyayı sarsan finansal kriz zamanına taşıyarak, suç dünyasının bir ekonomik sektör olarak önemini ima eden yapıtı, oldukça sert ve zaman zaman şiddetin şehvetini hatırlatan tercihleri ile -olumlu ve olumsuz anlamda- dikkat çeken, Dominik’in su gibi akan sinema dili ile kendisini ilgi ile izleten ve oyuncularının önemli bir katkı sağladığı bir çalışma. Buna karşılık, en anlamaya çalışan bakışın bile şiddetle ilgili en ufak bir eleştirel tavrın izini bulamayacağını ve politik / ekonomik atmosfer ile suç dünyasının ikna edici bir güçte örtüştürülemediğini de kabul etmek gerek ve bu da bir noktadan sonra, filmin hedeflediği derinlikten uzaklaşmasına yol açıyor.

Suç dünyası ile ilgili gazetecilik çalışmaları ve Boston’daki mafya örgütlerini konu edinen suç romanları ile tanınan George V. Higgins’in romanının olay örgüsüne ve karakterlerine temel olarak sadık kalmış Andrew Dominik’in senaryosu. Sonuç ise, tıpkı yazarın 1970 tarihli ve çok beğenilen romanı “The Friends of Eddie Coyle”dan uyarlanan ve Peter Yates’in yönettiği ve kitapla aynı ismi taşıyan filmi gibi ilgi çekici bir çalışma olmuş. Bu tür filmlerin sürekliliği korumak, tempoyu düşürmemek, bol küfür ve argo içeren “varoluşsal” diyaloglara sahip olmak ve sarkastik karakterlerine sarkastik yaklaşmak gibi ortak özelliklerini taşıyan çalışma, geniş kitleler için çekici bir içeriğe ve biçime sahip kesinlikle; ama filmin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmler arasına alınması ancak bu festivalin Amerikan sinemasına hep olumlu yaklaşması ile açıklanabilir.

İlk kez 1972’de Lori Liberman tarafından seslendirilse de, asıl ününü Roberta Flack’in ABD’de 1 numara olan 1973 tarihli yorumu ile kazanan bir şarkıdır “Killing Me Softly with His Song”. Sözlerini Norman Gimbel, ve Don McLean’in bir konserindeki performansından etkilenen Lori Liberman’ın yazdığı, müziği Charles Fox’a ait olan ve 1996’da Lauryn Hill’in vokalini yaptığı Fugees yorumu ile yeniden popüler olan şarkı, “şarkısı ile “öldüren” bir erkeğe duyduğu hayranlığı”nı anlatır bir kadının. Bu erkek şarkı söyleyerek kibarca “öldürür” kadını; filmimizin tetikçisi Cogan ise sesini ve şarkısını değil, silah kullanma becerisini ve silahını kullanıyor öldürmek için. Tetikçiliğini “kibarca” diye niteler; çünkü sadece kendisi ile tanışıklığı olmayanları ve onları da uzaktan öldürmeyi tercih etmektedir. Bunun nedeni ise yüz yüze olunduğunda devreye giren yalvarmalar, korkular ve diğer tüm duygulardan iğrenmesidir. Filmin adı Cogan’ın mesleğini icra ederkenki bu tercihini anlatan bir diyalogdan geliyor (romanda da var mı bu diyalog bilmiyorum) ve muhtemelen yukarıda anılan şarkıdan esinlenerek belirlenmiş. Şarkının ve romanın 1970’li yıllara ait olması, filmin hikâyesinin ise 2008’de geçmesi ismin romandan geldiği ihtimalini güçlendiriyor.

Andrew Dominik romana genel olarak sadık kalırken, en temel müdahaleyi olayları 2008’e çekerek yapmış. “Uyarlamayı yazmayı başladığımda, bir ekonomik kriz hikâyesi çıktı ortaya ve bu, finansmanını kumar sektörünün sağladığı ve kanun, tüzük ve talimatlardaki problem nedeni ile ortaya çıkan bir ekonomik krizdi” demiş senaryosunu anlatırken. 2007’de başlayan krizin bankaların ve yatırım şirketlerinin aşırı risk almasından ve finansal kumar ürünleri olarak tanımlanabilecek türev ürünlerdeki risklerin yüksekliğinden kaynaklandığını ve çözüm olarak bu risk iştahını kontrol altına alacak yeni kanun, tüzük ve talimatların açıklandığını düşünürssek, öyküdeki kumar sektörü iyi bir gönderme oluyor kuşkusuz. Film, kumar mafyasına ait bir yeri idare eden ve daha önce orasının soyulmasını organize ederek iyi para kazanan bir adamın (Markie rolünde Ray Liotta var) bu iş yerini soymayı planlayan üç kişiyi göstererek başlıyor: Johnny (Vincent Curatola), Frankie (Scoot McNairy) ve Russell (Ben Mendelsohn). Planları akıllıcadır; aynı yer ikinci kez soyulunca, doğal olarak olağan şüpheli yine Markie olacak, ilk soygunun faili olan adam mafya tarafından cezalandırılacak ve üç adam asla yakalanmayacaktır. Ne var ki düşünemedikleri önemli bir husus vardır: Bu ikinci soygun yarattığı endişe nedeni ile kumar sektöründe işlerin durma noktasına gelmesine neden olacak ve bu da mafyayı çok kızdıracaktır elbette. Bu öfke, devreye Cogan adında bir tetikçinin (Brad Pitt) ve onun, işin “kibarca halledilemeyecek” kısmını devrettiği bir diğerinin (Mickey rolünde James Gandolfini oynuyor) sokulmasını sağlayacak ve işler planlananın dışında gelişecektir.

Açılış sahnesinden başlayarak, 2008 başkanlık seçim yarışının iki adayı olan Barack Obama ve John McCain’in görüntüleri ve konuşmaları başta olmak üzere, özellikle ekonomik kriz odaklı haberler hikâyenin bir parçası olmuş. Bu kriz ile, soygunların yasa dışı kumar sektöründe neden olduğu kriz arasında bir örtüştürme kurmuş Andrew Dominik ve o tarihteki ekonomik krizin finans sektöründe oynanan “kumar”ın sonucu olduğunu ima etmiş. Ne var ki bu doğru saptama şu soruyu sormamızı da engelleyemiyor ki filme zarar veren de bu: “Tüm bu ekonomik kriz olgusu tamamen çıkarılsa öyküden ne değişirdi?. Bu sorunun cevabı, “Pek fazla bir şey değişmez” olmalı muhtemelen ve bu da filmin lehine bir durum değil elbette. “Bu adam bir cemiyette yaşadığımızı söylüyor. Güldürme beni! Ben Amerika’da yaşıyorum. Amerika’da herkes tek başınadır. Amerika bir ülke değil, bir işletmedir” gibi güçlü ve doğru bir saptama da gerekli bağlantıyı yeterince kuramıyor. Cevabın bu yönde olmasını sağlayan nedenlerden biri de, Dominik’in şiddet ve sertliği sergilerken elini hiç sakınmaması. Tıpkı bir şey bilmediğine artık emin oldukları bir karakteri konuşturmak için gereksiz yere dövmeye devam eden iki karakter gibi, Dominik de şiddeti ve kanlı görüntüleri gereksiz yere ve adeta estetize ederek kullanıyor öykü boyunca.

Filmini Quentin Tarantino yapıtlarından aşina olacağımız türden karakterler ve replikler (uzun, sıradan görünümlü ama aslında karakterler hakkında iyi bir fikir edinmemizi sağlayan, oluşturdukları cümlelerin kendi içinde bir ritme sahip olduğu eğlenceli konuşmalar) ve Michael Mann tarzı mizansenler (bir masanın karşılıklı taraflarında oturup yüzleşen, hesaplaşan ya da bir planı inşa eden iki karakter) ile ören Andrew Dominik, gereksiz sertlikler bir yana bırakılırsa, biçimsel açıdan hayli üst bir düzey yakalamış. Uyuşturucu etkisindeki bir karakter ile onu konuşturmaya çalışan arkadaşı arasında geçen sahne, çoğu şarkılar ile süslenmiş yavaşlatılmış gösterimler (sinemada defalarca kullanılmış bu yöntemin bir şekilde çekici olmasını sağlamış yönetmen), Cogan’ın Frankie ile adeta kedinin fare ile oynaması gibi oynadığı konuşturma bölümü ve Johnny’nin infaz edildiği sahne gibi pek çok örneği var bu başarının.

Dominik’in filminin çekici yanlarından biri soundtrack seçimi; kapanış jeneriği ile birlikte dinlemeye başladığımız ve öykünün temel meselesine çok iyi uyan Barrett Strong şarkısı “Money (That’s What I Want)” başta olmak üzere Petula Clark, Johnny Cash ve Lou Reed’in de aralarında olduğu sanatçıların seslendirdiği eserleri eğlenceli bir biçimde yerleştirmiş filmine yönetmen. Açılışta “Frankie’nin epik ve cool görünümü” gibi biçimsellik uğruna biçimsellik tercihinin zaman zaman kendisini gösterdiği bu “ağzı bozuk” filmin oyunculuk performanslarında ise iki isim öne çıkıyor: Büyük oynayan küçük hırsız karakterine ilginç bir çekicilik katan ve bunu sade bir oyunculuk ile başaran Scoot McNairy ve yer aldığı tüm sahnelere damgasını basan sıkı bir performans sergileyen James Gandolfini. Özetle söylemek gerekirse; aksiyondan, “estetik şiddetten” ve iyi anlatılmış bir suç öyküsünden hoşlananların özellikle ilgisini çekecek bir sinema yapıtı bu.

(“Kibarca Öldürmek”)

Yılanların Öcü – Metin Erksan (1961)

“Yılanlar yılanken bile öçlerini bizde komadılar. Biz insan olduğumuz halde, düşmanlarımızın karşısında boynu bükük, pısmış duruyoruz. Yılanlar kadar olamadık, yazıklar olsun bize. İnsan haysiyetine yakışmaz bu. Adam dediğin düşmanını tanımalı ve de hiçbir zaman öcünü yerde komamalı”

Köyün ortak arazisini satın alarak evlerinin hemen önüne bir ev yapmayı planlayan bir adama ve onun parçası olduğu hiyerarşiye karşı mücadele eden bir yoksul ailenin hikâyesi.

Metin Erksan’ın, senaryosunu Fakir Baykurt’un ilk romanı olan “Yılanların Öcü”nden uyarladığı ve yönetmenliğini yaptığı bir Türkiye filmi. 1960 darbesinden sonraki “özgürlükçü” hava ile peş peşe başarılı örnekleri çekilen “sosyal gerçekçi” filmlerden biri olan yapıt sinemamızın klasiklerinden biri. Baykurt’un “Irazca üçlemesi” altında toplanan romanlardan ilkinin kaynaklık ettiği romanı, filmografisinde “Mülkiyet Üçlemesi” başlığı altında toplanan üç filmden ilkinde (Diğerleri 1963 tarihli “Susuz Yaz” ve 1968 yapımı “Kuyu”) edebî değerinin hak ettiği karşılıkla taşımış beyazperdeye Erksan. Filmin ele aldığı mülkiyet meselesi, Baykurt’un metnini ve karakterlerini özenle sinemalaştırması ve Erksan’ın Mengü Yeğin’in görüntü yönetmenliğinden aldığı ciddi katkı ile ortaya çıkan etkileyici görsel atmosferi ile çok önemli bir çalışma bu ve ülkedeki sansür gerçeği ve politik durumun izlerini hissettiren kimi zorlama unsurlarına rağmen, kesinlikle görülmesi gerekli bir yapıt.

Fakir Baykurt, Türkiye tarihinin en aydınlık projelerinden biri olan Köy Enstitüleri’nde yetişen bir sanatçıydı. 1958’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan “Yılanların Öcü” romanında, kendi doğduğu ve 13 yaşında Gönen Köy Enstitüsü’ne gidene kadar yaşadığı köyde geçen bir güçlü bir hikâye anlatan yazar, bu kitaptaki Irazca karakterini 1961’de yayımlanan “Irazca’nın Dirliği” ve 1977 tarihli “Kara Ahmet Destanı” adlı romanlarda da okuyucu ile buluşturarak bir “Irazca Üçlemesi” yaratmış oldu. Kitabın ele aldığı sosyal meseleler ve sergilediği gerçekler, daha sonra Erksan’ın sinema uyarlamasının da başına gelecek tepkilere ve baskılara yol açmıştı zamanında ama doğrudan Milli Eğitim Bakanı’nın talimatı ile başlatılan soruşturma takipsizlikle sonuçlanmıştı; ne var ki yazarın öğretmenlik mesleğinden uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Demokrat Parti dönemindeki bu baskının devamı ise 1960 darbesinden sonra gelmiş ve Devlet Tiyatroları’nın romanı sahneye uyarlama teşebbüsü meclis ve senatoya kadar uzanan tartışmalara neden olmuş ve “kuvvetli sol görüşler taşıdığı” gerekçesi ile getirilen engelleme sonucu kitap tiyatroya taşınamamıştı. Eseri Yunus Nadi ödülüne aday gösteren ön jüride (Nadir Nadi, Burhan Felek, Hamdi Varoğlu, Yaşar Kemal, Cahit Tanyol, Selmi Andak, Vahdet Gültekin, Tevfik Sadullah) ve ödülü veren jüride (Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Vâlâ Nureddin, Orhan Kemal, Azra Erhat, Cevat Fehmi Başkut, Haldun Taner, Behçet Necatigil) yer alan isimlerin önemini ve değerini düşününce, ülkenin sanatçılarını maruz bıraktığı ezeli ve ebedi zulmü hatırlamamak mümkün değil; bu bağlamda, filmin başına gelenleri de kısaca özetlemekte yarar var.

Metin Erksan’ın uyarlamasının başı da sansür ve baskı ile karşı karşıya kaldı, tıpkı romanın kendisi ve gerçekleşemeyen tiyatro uyarlaması gibi. Önce sansür kurulu, talep ettiği ciddi değişiklikler yerine getirilmediği sürece gösterim izni vermeme kararı almış; öyle ki dönemin sol muhalif dergisi Yön’de, kurulun kendisini senarist ve yönetmen yerine koyarak talep ettiği değişiklikler “Sansür Film Çeviriyor” başlıklı bir yazının konusu olmuş. Kurul sözcüklere, cümlelere ve hatta bazı sahnelerin tümüne müdahale edip bunların filmden çıkarılmasını şart koşarken; devletin gücünü ve adaletini hissettirecek sahnelerin eklenmesini bile talep etmiş. Kurulun raporunun sonuç bölümünde yer alan şu ifadeler filmin yaratıcılarından istenenlerin özeti bir bakıma: “Yukarıda belirtilen bazı hususlar senaryoda mevcut olmakla beraber bunların filme aktarılması halinde, aile kutsiyetini sarsıcı ve cemiyet nizamını bozabilecek, suça tahrik ve teşvik edecek, dini akidelerimizi rencide eyleyecek sahnelerin var olduğu görüldüğünden, gerekli değişikliklerin yapılması, yine izah edildiği üzere filme bazı sahnelerin ilave edilmesinden sonra filmin tekrar görülmesinden sonra filmin uygun görüldüğüne oy birliğiyle karar verilmiştir”. Tartışmalar darbeden sonra cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel’e kadar uzanır ve Fakir Baykurt, Metin Erksan ve yapımcı Nusret İkbal köşke çağrılırlar ve Gürsel’in onayından sonra ve sadece yurt içinde olmak koşulu ile gösterime çıkarılabilir film. Ne var ki gala gecesinde sinemayı “kahrolsun komunistler” sloganları ile basanlar Baykurt’a saldırmışlar ve ancak filmde önemli bir rolü de olan Erol Taş kurtarılabilmiş yazarı kalabalığın elinden. Filmin yurt dışında gösterimine ise ancak 1965’te izin çıkmış. Son bir not olarak, film için hazırlanan posterlerin birinde Cemal Gürsel’in “Bu filmi yapmakla ve memleket gerçeklerini apaçık göstermekle vatana hizmet ettiniz” sözlerine yer verildiğini de söyleyelim.

1973 – 75 arasında Atilla Dorsay’ın yayın yönetmenliğinde yayımlanan Yedinci Sanat adlı sinema dergisinin 1914 – 74 arasında gösterime çıkan filmler arasında düzenlediği ankette tüm zamanların en iyi beşinci filmi seçilmiş “Yılanların Öcü”. Halit Refiğ de “Ulusal Sinema Kavgası” adlı kitabında, “büyük sanat eseri yaratmak için gereken ilk şartı başarmış, kendi özel dünyasını kurmuştur” dediği Erksan’ın bu filmi için de şöyle yazmış: “Hiç şüphesiz “Yılanların Öcü”nün film olarak değeri, etrafındaki siyasî fırtınalardan çok, sinemamıza gerçekçilik alanında getirdiği kuvvet aşısındaydı… Köy meselelerine, köylünün yaşayışına ve davranışlarına kendinden önceki örneklerde rastlanmayan bir sadelik içinde ve gerçekçi bir açıdan bakmaktaydı”. Refiğ’in bu gerçekçilik saptaması çok önemli kuşkusuz ve filmin de öne çıkan ilk değerlerinden biri. Çekimlerin Baykurt’un doğduğu ve romanının öyküsünü geçirdiği Burdur’un Yeşilova ilçesi’inin Akçaköy adlı köyünde gerçekleştirilmiş olması bu gerçekçilik kaygısının da sonucu olsa gerek. “Fakir Baykurt’un doğup büyüdüğü ve içinden daha binlerce FAKİR çıkacak Akçaköy’e teşekkür ederiz” açıklamasını görüyoruz açılışta; burada dile getirilen dileğin gerçekleşememesi ise bir şekilde Köy Enstitüleri’nin başına gelenlerle de yakından bağlantılı elbette.

Yalçın Tura’nın Anadolu ezgileri ile süslü müziğinin eşlik ettiği jenerik yazıları, dönmekte olan bir tahta tekerleğin üzerinde çıkıyor karşımıza. Sığırların çektiği araçta Bayram (Fikret Hakan), karısı Hatça (Nurhan Nur) ve oğlu Ahmet (oldukça önemli olan bu rolü canlandıran küçük oyuncunun kim olduğu ile ilgili herhangi bir kaynakta bilgi yer almıyor) vardır ve gelecekle ilgili planlarını konuşan yoksul ama mutlu bir aile görüntüsü vermektedirler. Bu üç karakter arasında geçen ve hareketli olan aracın üzerinde geçen konuşmanın çok uzun bir bölümünü tek planla çekmiş Erksan ve bir gerçeklik hissi yaratarak giriş yapmış filme. Daha sonra oğlanı sığırları güderken ve karı kocayı da tarlada çalışırken gösteren Erksan bu sahneleri uzun tutmaktan ve “sıradan” konuşmaları göstermekten de kaçınmıyor; gerçekliğe katkı sağlayan bu tercih karakterleri ve yaşamlarını anlamamıza da yardımcı oluyorlar. Ahmet dışında iki çoccuğu daha vardır çiftin ve onlarla birlikte yaşayan Bayram’ın annesi Irazca (Aliye Rona) ilgilenmektedir bebeklerle; kadın yine hamiledir ve bu durum onu yoksullukları nedeni ile endişelendirirken, koca mutlu olur duyduğu haberden. Filme adını veren yılanlar da ilk kez bu sahnede anılıyor ve karşımıza çıkıyor, sembolik anlamı ile birlikte.

Erksan’ın filmlerinde, az ya da çok, kendisini hep hissettiren biçimsellik burada da çıkıyor karşımıza ve oldukça parlak bir başarıya ulaşıyor. Karakterleri pek çok kez alttan görüntüleyerek onlara adeta bir trajedinin veya epik bir hikâyenin kahramanları havasını veriyor Mengü Yeğin’in (bu usta ismin Erksan’ın yeğeni olduğunu da söyleyelim) görüntüleri. Adeta bir Anadolu Tabloları sergisi yaratıyor film ama bunu sinema duygusunu hiç yitirmeden yapıyor ve kesinlikle yerelliğini hissettiren güçlü bir görsel atmosfer yakalıyor. Kendilerine Elif Naci’nin, “Türk resminin kaynakları Alpler’ın ötesinde değil, Toroslar’ın eteğinde aranmalıdır” sözünü slogan edinen ve Türkiye’nin resim sanatında önemli bir yeri olan 10’lar Grubu’nun tablolarındaki Anadolu’yu görüyorsunuz adeta Erksan’ın filminde. Erksan’ın filminin her bir karesi üzerinde özenle düşündüğü ve kameranın neyi ne kadar göstereceği üzerinde titizlikle durduğu açık. Örneğin Irazca karakterini ilk kez gördüğümüz sahnede, onu eve çıkan merdivenin üst basamağında heybetli bir şekilde ve sert bakışları ile otururken gösteren açı oldukça çarpıcı ve karakter hakkında epey fikir veriyor bize. Erksan’ın sinemanın görsel bir sanat olduğunu hiç unutmayan (bazen de fazlası ile vurgulayan) yönetmenlik çalışmasının parlak bir örneğine tanık ediyor bizi bu film ve oyuncuların yüzlerine yakın planlarla sık sık odaklanarak seyrettiğimiz öykünün epik havasını güçlendiriyor.

Yılanları varlıkları ve sembolü oldukları ile baştan sona hep gündemde tutuyor film ki bunda Erksan’ın senaryosunun Fakir Baykurt’un romanına sadık kalmasının önemli bir payı var. Bayram’ın yılanların ailelerine olan düşmanlığının kaynağını eşine açıklamak için anlattığı Şahmaran hikâyesi temelde bir mülkiyet meselesi aslında; çünkü babası Şahmaran’a ait olan bölgeye girerek öldürmüş onu. Filmde de Bayram’ın evinin hemen önündeki ve köyün ortak malı olan alanın köy yönetiminden satın alınarak ev inşa etmeye girişilmesi başlatıyor olayları; tıpkı Şahmaran’ın alanına girilmesi gibi burada da Bayram ve ailesinin özel alanına (mülkiyetine) müdahale söz konusu. Finaldeki öç alıp almama ile ilgili tereddütlerin, yılanların bu konudaki tutumları üzerinden değerlendirilmesi de onları hikâyenin önemli bir parçası yapıyor.

Filmin farklı ve önemli taraflarından biri Irazca karakteri kuşkusuz. Aliye Rona’nın, Yeşilçam’ın daha sonra kendisine defalarca tekrarlatacağı sert ve güçlü köylü kadın karakterlerinin ilk ve en başarılı örneklerinden birini çarpıcı bir başarı ile yarattığı filmde, Irazca olayları yönlendiren ana kişi oluyor. Gelini ve evlerinin önüne ev inşa etmek isteyen Haceli’nin (Erol Taş) eşi Fatma (ilk sinema tecrübesini yaşayan Şadiye Arcıman) daha geleneksel kadın karakterler olarak çizilirken, Irazca bir anaerkil ailenin lideri olarak geleneklerin dışına çıkıyor devamlı. Ailesinin tüm kararlarını o alıyor, hatta kararlar eyleme döküldüğünde de oğlunu geride tutup kendisini öne çıkartıyor her zaman. Muhtarın Bayram’ın karşı çıkışlarını “Biz seni uysal, sessiz, kendi hâlinde bilirdik” ifadesi ile karşılamasına neden olan durumu yaratan da yine Irazca’nın oğlunu içine soktuğu eylemler oluyor. Bir mülkiyet meselesi kin ve nefret dolu bir savaşa dönüşürken, torunu Ahmet’i bir “savaşçı” olarak yetiştiren ve meselenin, toplumsal ve düzenle ilgili boyutu ile birlikte sonraki nesillere taşınmasına neden olan da yine Irazca karakteri. Bu kadının dik duran ve başı hep ileri bakan yürüyüşü ile oğlunun ona, adeta ana kucağına sığınan bir bebek gibi, sığındığı görüntü arasındaki çelişki bunun iyi bir göstergesi. Bu arada Fatma’nın boyun eğmek zorunda kaldığı geleneksel role rağmen, parçası olduğu eylemin cüretkârlığı ve cesaretinin onu farklılaştırdığını da söylemek gerek.

Erol Taş’ın Yeşilçam’ın onu defalarca içine soktuğu “saf kötü adam”dan nispeten uzak çizilmesini de farklılıkları arasında göstermemiz gereken yapıtın eleştiri boyutu -yukarıda anlatılan, filmin sansür ve baskı macerası göz önüne alındığında bekleneceği gibi- oldukça sınırlı kalmış ne yazık ki. Muhtarın (Ali Şen) köyde kurduğu düzene sıkı bir eleştiri var ve onun iktidarın gözüne girmek için diktirmeyi planladığı heykeli (Herhalde Atatürk’e ait bir heykel ama anlaşılabilir nedenle hiç adı geçmiyor onun) ve gözünü boyamak için kaymakama düzenlediği karşılama ve ziyafeti net bir şekilde eleştiriyor senaryo ama bunun karşısına öyle dürüst, vatandaşın yanında ve âdil bir mükemmel kaymakam karakteri koyuluyor ki bu eleştiri önemini yitiriyor. Adeta sansür kurulu yazmış gibi görünüyor onun göründüğü tüm sahneler ve bu sahnelerdeki diyaloglar. “Bizim için de bir cevap vermiyor mu kanun?” sorusunun iktidarı mutlu edecek bir şekilde cevaplanmasını da bu kapsamda düşünmek gerekiyor. Kaymakamın “Bunlar bizim insanlarımız, bunlar bizim milletimiz. Yüz yıllık çileler içinde kaybolmuş insanlar. Anlamsız, kaçak gözler; yanmış, yıkanmamış yüzler” saptaması da devletin “ihmalin farkında olan” sevgili yüzünü gösterme ihtiyacından kaynaklanmış gibi duruyor. İmamın tevekkül ve kötülüğe kötülükle karşılık vermenin yanlışlığı temalı konuşmasının içeriği ise öykü ile uyumlu olsa da, bu sahne tıpkı kaymakamın nutku gibi zorlama durmuş senaryonun geneli içinde.

Yalçın Tura’nın başarılı ve hikâyeye çok yakışan müziğinin dönemin yerli sinemasında hemen hep olduğu gibi aşırı bir şekilde kullanıldığı filmin cinsellik boyutu da önemli. Edebiyatımızda Kemal Tahir ve Fakir Baykurt’un örneklerini verdiği “Türk köylüsü ve cinselliği” teması burada da hayli cüretkâr (elbette gösterilenler açısından değil, ima edilen varlığı açısından) bir şekilde çıkıyor karşımıza. “Temel çukurunda sevişme” (sıkıntılı gerçekçiliği ve hikâyenin ana unsurları ile yeterince örtüştürülememesi problemi bir yana); kameranın bir kadının adeta davetkâr bir şekilde ayrık duran bacaklarının arasından görüntülediği erkeğin bakışları, erkeklerin kadınlara yanaşma çabası ve kadınların müstehzi gülümsemeleri (“Bana gel der gibi baktın da, onun için geldim ardından”) gibi örnekleri de anabiliriz bu kapsamda. Bu arada, kameranın, yüz yüze gelen iki karakterden birini diğerinin bacak arasından görüntülediği bir diğer sahnede iki tarafın da erkek olmasının ise kuşkusuz bir cinsel yakınlığı değil ama erkeklerin kendilerini ve “üstünlüklerini” cinsellik üzerinden ifade etmelerine bir gönderme olduğu düşünülebilir.

1985’te Şerif Gören tarafından, aynı isimle ve yine başarılı bir şekilde beyazperdeye uyarlanan ve 2014 – 15’te bu kez dizi olarak seyircinin karşısına çıkan roman Irazca karakteri üzerinden bir inat hikâyesi anlatıyor ve Erksan da işte bu inadı, hak ettiği güçte taşıyor sinemaya. “Bayramlar”dan çekinmeyenlerin karşısına “Irazcalar”ın direnişi ile çıkmak gerektiğini hatırlatan filmi için şöyle demiş Erksan: “Müşküllerimizin çözülmesini istiyorsak; baskının her türlüsüne aldırmayıp, umutsuzluğu bir yana bırakıp, yasaların tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmamız gerektiğini belirtmek amacı gütmüştüm”. Cesur olmamızı istiyor Erksan ve başta Aliye Rona ve Yeşilçam’ın geleneksel güçlü erkek rolünden uzak bir karakteri sade bir güçle canlandıran Fikret Hakan olmak üzere tüm oyuncularından aldığı önemli destekle sinemamızın güçlü örneklerinden birini yaratıyor.