Eggs – Bent Hamer (1995)

eggs

“Konrad’ın yumurtalarına ne yaptın Moe?”

 

70’li yaşlarında iki kardeşin ıssızlığın ortasında ve kar altında yaşadıkları evlerine gelen bir oğul ile birlikte değişen dünyalarının hikâyesi.

 

Festivallerin müdavimlerine kendini sevdirecek türden bir film; garip ama sevimli karakterler, sakin akan ve aslında olmayan bir hikâye ve sürpriz bir son. İşte o küçük ve sevimli Kuzey Avrupa filmlerinden biri.

 

Küçük ve sakin dünyalarında sessizce yaşayan iki kardeşin, uzun süredir hiç değişmemişe benzeyen günlük rutinleri içinde akıp giden hayatlarını buna çok uygun bir sinema dili ile aktaran film hemen tamamı sabit kamera ile çekilen ve tıpkı resmettiği hayatlar gibi sürprizsiz sahneler içeriyor. Televizyon seyreder gibi radyo karşısına geçen, nefes almak kadar sıradanlaşmış alışkanlıkları olan kardeşler söz konusu burada; musluktan su içme, piyango bileti, hava durumunun takibi, karşılıklı birbirini teyit eden ama yeni bir şey söylemeyen cümleler, küçük şeyler üzerinden kurulan uzun ve sıradan diyaloglar. Kardeşlerden biri daha çocuksu, diğeri daha ciddi ama anlaşılan çok uzun bir süredir içinde bulundukları bu birlikteliğe inanılmaz bir uyum getirerek yaşıyorlar. Ta ki Conrad gelene kadar.

 

Bir bölümünde nerede ise hiç diyalog olmayan, zaman zaman araya giren ara yazıların hareket(!) kattığı film küçük esprili anları ile ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor; aya inişi anlatan bir programın ses bandı ile tekerlekli sandalyedeki Konrad’ın arabadan indirilmesinin görüntülerinin eşleştirilmesi gibi. İki başrol oyuncusunun inandırıcılığın doruğunda gezinen oyunculukları ve baştaki ve sondaki çok kısa sahneler dışında hiç evin dışına çıkmamasına rağmen keyifli mizansenleri bulmayı başaran kamerası ile başarılı bir film. Elbette her ruha uygun bir film değil karşımızdaki ama “bir ortamda fazla olduğunu hissetmenin” hüznünü başarılı bir şekilde getiriyor karşımıza.

(“Yumurtalar”)

Quinceañera – Richard Glatzer / Wash Westmoreland (2006)

quinceanera

“Çünkü o herkesi seviyor ve kimseyi yargılamıyor”

 

Quinceañera (Latin Amerikalı kızların 15. yaş günü töreni) zamanı gelmekte olan genç bir kızın bu kadınlığa geçiş töreninden önce kadın olmasının başlattığı olayların hikâyesi.

 

Bu törenler için popüler olan müzik eserlerinden biri de Aida operasındaki Zafer Marşı imiş. Gerçekten de bir sahneye giriş yapmak için ideal bir müzik. Film ise bu büyük ve iddialı opera eserinin aksine küçük ve alçak gönüllü bir çalışma.

 

Los Angeles’ta yaşayan ve günlük hayatları kendi aralarında konuşurken de İspanyolca ve İngilizce dillerinin karışımı ile geçen bir Latin topluluğunda bu geleneksel tören üzerinden, sevgi, büyüme, sorumluluk, gelenekler ve yoksulluğu karşımıza getirmeye çalışan film bu çabasını belki biraz fazla iyimser bir tonda da olsa samimiyet ile yapıyor. Oyuncuların rahatlığı ve sakinliği ve diyalogların doğallığı da bu samimiyet duygusunun bize geçmesini sağlıyor. Yine de bu fazlası ile iyimser tarz bize sorunları hatırlatan ama bu sorunları sanki çok da dert etmememizi söyleyen bir hava taşıyor. Daha güçlü olanların diğerlerini yerlerinden edebildikleri, cinsel olarak sömürebildikleri, bireylerin sorumluluklarından rahatça kaçabildikleri, kıyafet ve erkekler dışında konuları olmayan genç kızların yaşadığı bir dünyada sorunları dert etmemek için gerçekten mucizelerin olması veya sahte mucizelere inanmamız gerekiyor. Adı Magdelana olan genç kızın bakire ve hamile olmasının Tanrının mucizesi oılduğuna inanmayı tercih eden baba gibi.

 

Ozon filmlerinde olduğu gibi alternatif bir aile oluşturma çabasını da içeren film masallara da ihtiyaç var diyor bir anlamda ve sevgiyi, hoşgörüyü ve birlikte mücadeleyi övüyor.

(“Bakire ve Hamile”)

All the Little Animals – Jeremy Thomas (1998)

“Her gece büyük çimen ormanlarında kendimi küçük bir yaratık olarak görüyorum”

 

Zeka özürlü bir gencin kaçtığı sevgisiz bir ortamdan sonra kendini ve dünyayı keşfettiği yeni dünyasının hikâyesi.

 

Dramatik bir aile filmi havasında başlayan ama son bölümlerinden itibaren gerilim ve şiddet dozu ağır basan hikâyesi ile farklı bir yöne giden bir film bu. Christian Bale ve John Hurt’un hem bireysel olarak başarılı oyunculukları hem de sinemadaki sıradışı ikililerden bir örneği uyumlu bir şekilde canlandırmaları filmin en kayda değer yanlarından biri. İkinci olarak filmin kendisini doğaya ve doğadaki tüm yaratıklara, özellikle de küçük olanlarına bir güzelleme olarak konumlandırması dikkat çekiyor. İngiltere’nin Cornwall bölgesinin doğa görüntülerini ve geniş kırlık alanlarını hikâyenin parçası yapmayı başaran filmin insanların birbirine, hayvanlara ve doğaya yaptıklarına karşı alçak gönüllü bir manifesto olduğunu da söylemek mümkün. Genç kahramanın kendi kısıtlanmış çerçevesini bir parça da olsa genişletebilmesinin ve arkasında bir beklenti olmadan sevmeyi ve vermeyi öğrenmesinin doğa ve hayvanlar ile bütünleşmesinden sonra olması da bunun en belirgin delili filmde.

 

Filmin eleştiriye açık iki temel yönü var. İlk bölümündeki sıcak anlatımın dikkate değer bir orijinallik içermemesi ve bence ikinci yarısında pek de gerekli olmayan sertliği. Özellikle ikinci bölümde senaryo hikâyenin sürecinden ziyade hedefine odaklanarak inandırıcılığı zorluyor ve bu da filmi zedeliyor. Yine de ilk bölümün melodrama veya abartıya kaçmadan ve bu bağlamda Bale’in başarılı oyunculuğu ile desteklenen bir samimiyet duygusunu geçirmeyi başardığı ve ikinci bölümün bu beklenmeyen sertlikle filmin mesajının altını çizdiği söylenebilir. “Her esinti toprağın fısıldanan bir hikâyesidir” diyebilenler için.

(“Tüm Küçük Hayvanlar”)

Tightrope – Richard Tuggle (1984)

tightrope

“Polisler kimse ile yakınlaşmaz”

 

New Orleans’da geçen ve kişisel intikama dönüşen bir seri katil hikâyesi.

 

Benim “şık” diye tanımlamayı tercih ettiğim polisiyelerden biri olmayı amaçlar gibi davranan ama bir filmi oluşturan ne kadar unsur varsa, hepsinde bu amacın ve bazılarında da bence bilinçli olarak uzağına düşen bir film.

 

New Orleans söz konusu olunca elbette caz esintili bir müzik olacak, elbette karnaval görüntüleri olacak, elbette gece kulüpleri olacak. Filmin belki de affedilebilir bu klişelerinin maalesef çok daha ötesinde affedilemez başarısızlıkları var ki saymakla bitmez. Önce Clint Eastwood ile başlamakta yarar var. Tüm film boyunca esprili bir robot havasında gezinen Eastwood 70 ve 80’li yıllarda bolca çektiği filmlerindeki tiplemeyi tekrarlıyor burada da. Bu tiplemenin temel çıkış noktası da yaklaşımı açısından ciddi olarak eleştirilebilecek yanları olan ama sinemasal olarak çok başarılı “Dirty Harry” filmindeki dedektif karakteri. Bu karakterin gördüğü ilgi sinemacıları Eastwood’u defalarca bu karakterin kopyası olan rollerde oynatmaya götürmüş ama sonuçta pek çoğu başarısız olmuş bu filmlerin. Bu filmde de sanki o tipin bir karikatürü gibi oynuyor ama kendisi bir karikatür olmaktan kurtulamıyor. Filmden sağ kurtulan tek oyuncu Allison Eastwood. Diğer tüm yan karakterler başta kötü adam karakteri olmak üzere açıkça dökülüyor.

 

Filmdeki “maço” yaklaşım da filmin rahatsız edici bir diğer yanı. Bir Eastwood filminin muhafazakarlığından ve beraberindeki Amerikan değerlerinden kaçış yok ama bu filmde kadınların pasifliği, hikâyedeki erkek egemen bakış, boşanan eşe yönelik açık bir suçlayıcı tavır pes dedirtiyor bazen. 80’lerde Amerikan sinemasının günün egemen değeri olan Reagan muhafazakarlığı nedeni ile aile kurumunu “bozan” kadınlara karşı gösterdiği tahammülsüzlük bilinen bir gerçek ve bu film de bundan bol bol payını almış.

 

Komik psikolojik analizlerin, kendini ciddiye aldığı anlarda daha da komik olan sahnelerin, tam bir ticari muhafazakarlık örneği olarak kadınların cinsel açıdan sömürülmelerinin ve tekrar olacak ama kötü oyunculukların damgasını vurduğu bir film. Uzak durmak bile yeterli değil; kaçmak gerekir.

(“Düğüm”)