Baba – Yılmaz Güney (1971)

“Ağlama! Farzet ki Almanya’ya gittim. Hapislikle dışarısının ne farkı var? Bunca yıl dışardaydık, ne geçti elimize? Hiç!”

Zengin bir adamın işlediği cinayeti üstlenen yoksul bir adamın hikâyesi.

Bekir Yıldız’ın “Üç Yoldaş” adlı öyküsündeki yoldaşlardan birinden esinlenerek çekilen filmin senaryosu ve yönetmenliği Yılmaz Güney’e ait. Güney’in beş film birden çekerek atılıma geçtiği 1971 yılına ait olan eser, sanatçının tamamen sosyal ve politik konulara kaydığı dönemin de başlangıç filmlerinden biri olarak önem taşıyor. On bir yıl sonra, bir dönem kendisini “yeni Yılmaz Güney” olarak konumlandırmaya çalışan (ve ilginç bir şekilde kimi eleştirmenlerin de bu konumunu desteklediği) İbrahim Tatlıses tarafından “Nasıl İsyan Etmem” adı ile yeniden çekilen yapım, bir süredir bir televizyon dizisi olarak da gündeme geliyor. Film için yapılabilecek en sağlıklı değerlendirme, onu “iyi niyetli ama eksik” bir çalışma olarak değerlendirmek olur. Özellikle ilk yarısında içerik ve biçimsel olarak Yeşilçam’ın hayli dışına çıkan film, kusurları açısından ise o denli muaf kalamamış Yeşilçam’ın alışkanlıklarından. Yine de sinemamızın ilgiyi hak eden yapımlarından biri bu ve önemli bir sinemacının sinemada kendi dünyasını inşa etme çabalarının örneklerinden biri olarak, görülmesi gerekiyor.

“Baba” filmi 1972 yılında düzenlenen Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü kazanmış ve Yılmaz Güney de En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti jüri tarafından. Ne var ki daha sonra -dünya sinema festivalleri tarihinde pek de görülmeyen bir şekilde- şehrin belediye başkanı devreye girmiş ve jüriyi geri çağırarak bu ödüllerin değiştirilmesini sağlamıştı. Arkasında elbette siyasi nedenler olan bu skandal karşısında Cüney Arkın dürüst bir tavır takınmış ve Güney’den alınıp kendisine verilen oyuncu ödülünü reddetmişti. Bir sanatçının Türkiye tarihinde yaşadığı/yaşayacağı faşizan baskılardan biri sadece bu belki ama iktidar gücünün ne kadar pervasız olabileceğinin de çarpıcı örneklerinden biri. Egemen güçleri filmde rahatsız edenlerden biri yoksulluğun sergilenmesi ve yoksulluğun insanları kendileri için trajik sonuçları olacak seçimler yapmaya zorlayacak olması elbette ama asıl neden kuşkusuz Güney’in politik duruşuydu. Bir gazeteci tarafından kendisine sorulan “İlk suçunuz neydi?’’ sorusuna “İlk suçum yoksul olmaktı’’ diye cevap veren bir sanatçı için başka türden hikâyeler anlatmak pek gerçekçi olmazdı kuşkusuz; ve zenginlerin yanında duran bir iktidar anlayışı tarafından sevilmesi de pek mümkün değildi.

Nuri Bilge Ceylan’ın yıllar sonra “Üç Maymun”da anlattığına benzer bir hikâyeyi karşımıza getiriyor film. Güney sınıf farkını ve bunun sonuçlarını açık bir biçimde vurguladığı (ve bunu yaparken zaman zaman Yeşilçam’ın kaba çizgilerinden yeterince sıyrılamadığı) senaryosunun yanısıra yönetmenliği ile de bir fark yaratmaya çalışmış. Klasik sinemamıza göre arada nispeten uzun planlar ve/veya sessiz anlara başvuruyor ve özellikle yoksul karakterlerin yüzlerine odaklanıyor yakın planda. Acı dolu ifadelerle “boşluğa” bakan yoksul yüzler, Almanya’ya işçi olarak gitmeye çalışan erkeklerin muayene sahnesinde olduğu gibi gerçekçi anlar ve genel olarak toplumdaki adaletsizliği ve bir sınıfın diğerine tahakkümünü vurgulayan pek çok sahne Güney’in hikâyesine uygun bir biçimi benimsediği anların örnekleri olarak dikkat çekiyor. Ne var ki toplumcu sinemanın gereklerini Güney’in el yordamı ile keşfetmeye çalıştığı açık tüm film boyunca ve özellikle ikinci yarıda sanatçı sık sık Yeşilçam’ın klişelerine geri dönüyor hem hikâyesinin akışında hem de mizansen anlayışı ile. Yıldırım Önal’ın teatral oyun tarzının yeterince dizginlenmemiş olması, bir sahnede çocukların ağlamasını babalarının Almanya’ya gideceğini düşünmeleri ile açıklayan senaryonun onları babalarının gerçekten Almanya’ya gittiğini düşündüklerinde hiç de benzer bir tepki gösterirken sergilememesi, Metin Bükey’in dikkat çeken ama zaman zaman hikâye için biraz hafif kalan müziğinin fazlaca kullanılması, tüm o tesadüfler, tecavüz ve çıldırma sahnelerinin karakterler için bir parça beklenmedik ve zorlama görünmesi ve çok önemli gelişmelerin bir karakterin ağzından duyduğumuz birkaç cümle ile bir çırpıda özetlenivermesi gibi problemler hikâye boyunca karşımıza çıkıp duruyorlar.

Güney’in oyuncu olarak performansı ise klasik Yeşilçam’ın hayli uzağında durması ile övgüyü hak ediyor. Yüzündeki acı, başını eğmeleri veya vücut dili sonraları İbrahim Tatlıses’in epeyce kopyaladığı bir performans tipinin unsurları olarak öne çıkıyor ve karakterine de yakışıyor. Baba ile oğulun karşılaşma ama konuş(a)mama sahnesinde üst noktasına çıkan bir oyunculuk bu. Ne var ki gerek bu sahnede gerekse diğer pek çok sahnede seslendirme problemi hayli rahatsız edici. Özellikle içki alemi sahnesinde, söylenen şarkı ile masadaki karakterlerin seslerinin hiç uyuşmaması ciddi bir problem.

İkinci yarısında özellikle senaryo açısından sıkıntılar yaşayan filmin hikâyesi bu bölümlerde dağılıyor ve Güney hikâyeyi toparlamakta zorlanıyor gibi. Burada bir başka sıkıntıya da dikkat çekmek gerekiyor: Toplumcu mesaj kaygısı olan bir filmin hayat kadını ile ilgili tutumu bu sıkıntının kaynağı. Kadının gerçek kimliği üzerinden bir trajedi üretmeye çalışmış hikâye ama kadının özellikle o kadın değil de herhangi birisi olsaydı ne olacağı üzerinde hiç durmamış. Baş karakterimizin kadının hikâyesi ile veya orada söz konusu olan cinsel sömürü ile hiç ilgilenmeden, elinde içki kadehi ile ona gitmekte bir sakınca görmemesi genel olarak filmin toplumsal duruşuna uygun değil açıkçası.

İyi niyeti, samimiyeti ve dile getirdikleri ile önemli ve ilgiyi hak eden bir fim bu. Kusurları ise elbette önemli ama kesinlikle ilgi göstermeye engel olmamalı. Sinemamızın birkaç örnek dışında, özellikle de son yıllarda nerede ise unuttuğu insanların hikâyelerini onlara sevgi göstererek ve onları anlamaya çalışarak, daha da önemlisi onları asıl kahramanları yaparak anlatan bir film olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(Visited 2.245 times, 9 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir