Fransa’da yaşayan Çinli yazar ve sinemacı Dai Sijie’nin yine kendisi tarafından filmi de çekilen ilk romanı. “Kültür Devrimi” sırasında bir dağ köyünde “yeniden eğitim” gören iki gencin ve orada tanıştıkları bir terzi kızın hikâyesini anlatan roman, kısmen yazarın kendi hayatından esinlenirken (1971 – 1974 yılları arasında yazar da “yeniden eğitim” programının kapsamındaymış) ve Çin’de o tarihte yaşananları ele alırken, asıl olarak edebiyatın evrenselliği ve insanları dönüştürme gücü üzerine sözler söyleyen bir kitap olarak dikkat çekiyor.
“Kültür Devrimi” 1966 ile 1976 yılları arasında Çin’de gerçekleşen ve Mao’nun gerçek komünizmi topluma yaymak, toplumdaki kapitalizm ve burjuva unsurlarını yok etmek hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilen bir hareketti ve bu hareket kapsamında milyonlarca kişi hapsetme, toplum önünde aşağılama, işkence gibi cezalara uğrarken, entelektüeller ve özellikle gençler “yeniden eğitim” adı altında Çin’in kırsal bölgelerinde yılarca çalışmaya zorlanmıştı. Ülkeyi sosyal ve ekonomik açıdan uzun süre boyunca olumsuz etkileyen bu dönemde kimi tarihi ve dini eserler de yok edilmiş ve Batı kültürünün örnekleri, örneğin kitaplar da ortadan kaldırılmıştı. Dai Sijie’nin işte bu dönemde geçen hikâyesi iki genci ve köylü bir terzi kızı odağına alarak bir yandan iktidarın politikalarının bireylerin hayatları üzerindeki acımasız etkilerini anlatıyor ve diğer yandan da ilk aşk ve edebiyatın (daha doğrusu genel olarak sanatın) anlamı, güzelliği ve gücü üzerine hayli akıcı bir hikâye anlatıyor okuyucuya. Kitap bunun yanısıra, genel olarak “hikâye anlatma” üzerine de epey dokunaklı şeyler söylüyor. İki gencin seyrettikleri bir filmi veya okudukları bir romanı terzi kıza ve köy halkına anlatmaları, “devrimci olmayan” sanatın yasaklı olduğu bir dönemin fon olarak alındığını da düşününce, hayli etkileyici. Kitapta adı geçen eserlere (Ursule Mirouët, Goriot Baba, Madame Bovary, Jean-Christophe, Monte Kristo Kontu vs.) aşina olmak kuşkusuz ek bir tat almaya yardımcı olacaktır ama edebiyat sevgisini satırlarında güçlü bir biçimde duyuran kitabı sevmeye engel değil aksi bir durum.
Kitabın ilginç özelliklerinden biri trajik bir dönemde geçmesine rağmen (ve belki tam da bu nedenle) ve olayların gelişimi her an bizi bir kötü sonuca götürecekmiş gibi olsa da bunun hiç gerçekleşmiyor olması. Öyle ki okuduğunuz bir satır hemen sonrasında bir trajik olay “beklentisi” yaratıyor ama gerçekleşmiyor bu durum. Yazarın umudu bir şekilde ayakta tutma arzusunun da bu tercihte rolü olduğunu düşünüyorum. Biri kitabın anlatıcısı olan iki gencin tanıştıkları ve basit bir dağlı olarak gördükleri terzi kızı kitaplar aracılığı ile değiştirme/geliştirme çabası romanın ana dertlerinden biri ama bunun finale rağmen yeterince güçlü anlatıldığını söylemek bir parça zor sanki. “Dedi ki, Balzac onun bir şeyi anlamasını sağlamış: bir kadının güzelliği, değer biçilemez bir hazinedir” sözleri ile bitse de kitap, burası bir parça eksik kalmış gibi.
Hastanede geçen bölümler ve edebiyat sevgisi ile taşan satırları başta olmak üzere pek çok çekici yanı olan roman akıcı kurgusu ve dili sayesinde rahatça okunan bir kitap. İdeolojisi ne olursa olsun, insanı bireyselliğinden ve insanlık tarihinin birikimlerinden mutlak bir şekilde uzak tutan tüm rejimlerin acımasızlığını hatırlatması ile de önemli.
(“Balzac et La Petite Tailleuse Chinoise”)