Beautiful Boy – Felix van Groeningen (2018)

“Bazen ona baktığımda; kendi ellerimle yetiştirdiğim, içini dışını bildiğimi sandığım oğluma yani, onun aslında kim olduğunu merak ediyorum… Kullanmadığı uyuşturucu kalmadı ama metanfetamine tam anlamıyla bağımlı. En korkuncu da oymuş galiba. Sanırım buraya gelmemin sebebi de elimden tam olarak ne gelebileceğini öğrenmek istemem. Düşmanınızı tanımanız gerekir, değil mi? Çok önemli iki sorum var: Bu uyuşturucu oğluma ne yapıyor ve ben ona yardım etmek için ne yapabilirim?”

Yetenekli ve başarılı oğlu bir uyuşturucu bağımlısına dönüşen bir babanın onu ve aile ilişkilerini kurtarma çabasının hikâyesi.

Senaryosunu Felix van Groeningen ve Luke Davies’in yazdığı, yönetmenliğini Belçikalı sinemacı Groeningen’in yaptığı bir ABD filmi. Gerçek bir hikâyeyi anlatan filmin senaryosu, bu hikâyenin kahramanları olan bir baba (David Sheff) ve oğlunun (Nic Sheff) ayrı ayrı yazdıkları ve kendi perspektiflerini yansıtan anı kitaplarına dayanıyor: David Sheff’in 2005 tarihli “Beautiful Boy: A Father’s Journey Through His Son’s Addiction” ve Nic Sheff’in 2008 tarihli “Tweak: Growing Up on Methamphetamines”. Groeningen’in ABD yapımı olarak çektiği ilk ve şimdilik son film olan yapıt iki başrol oyuncusunun (Steve Carell ve özellikle de tipik bir Hollywood uyanıklığı ile, başrolü paylaştığı halde yardımcı oyuncu ödüllerine aday gösterilen Timothée Chalamet) performansları ile dikkat çeken, zaman zaman sorumluluk duygusunun fazlası ile öne çıktığı bir hassasiyetin zarar vermesine rağmen çok önemli bir konuyu ele alması ile önemli ve ana karakterlerin hemen tümüne en az bir kez gözyaşı döktürdüğü gibi seyircisini de duygusal açıdan etkileyebilecek bir çalışma. Yönetmenin Avrupalılığını anlaşılan bir kenara koyarak, Hollywoodlu olmayı tercih ettiği sinema dili pek de güçlü ve orijinal değil açıkçası ama yine de vasatın üzerine çıkan bir yapıt olarak ilgi ile izlenebilir.

New York Times ve Rolling Stone gibi ünlü yayın organları için makaleler hazırlayan bir serbest yazar David Sheff; boşandığı eşinden olan büyük oğlu Nick ve yeni eşinden olan iki çcocuğu ile mutlu bir hayatı olmuştur geçmişte ama açılış sahnesinde onu yüzünü görmediğimiz bir uzmana danışırken seyrediyoruz. Üniversiteye hazırlanan büyük oğlu metanfetamine bağımlı olmuştur bir yıldır ve çaresizlik içindedir adam. Hikâye buradan bir yıl geriye gidiyor ve daha sonra da sık sık bugün ile geçmiş arasında gidip gelerek, Nick’in içine düştüğü sarmalın neden olduğu sonuçları gösteriyor bize. Çok sevdiği ve yakından tanıdığına inandığı oğlunun elleri arasından kayıp gitmesinin şaşkınlığını yaşayan babanın Nick’in odasını araştırırken eline geçen kitaplardan biri F. Scott Fitzgerald’ın 1922 tarihli “The Beautiful and Damned” (Güzel ve Lanetli) romanı; hâli vakti yerinde bir çiftin 1920’ler ve 30’larda hâkim olan “Caz Çağı”ndaki hedonistik yaşamına odaklanan bir “ahlak hikâyesi”dir bu kitap ve hem güzel olan hem de kendilerini lanetli bir hayatın içine atanları anlatır. Filmin kahramanı Nick de güzel, malî durumu iyi ve mutlu bir ailede yaşamaktadır, yazmaya yeteneklidir ve uyuşturucuya başlamasına neden olacak bir sıkıntısı da yok gibidir ama o da kendi kendini lanetleyenlerden biri olacaktır: “Onu ilk kez denediğimde hiç hissetmediğim kadar iyi hissettim. Bu yüzden kullanmaya devam ettim”. Defalarca teşebbüs edecektir kurtulmaya bağımlılığından ve ailesinden de her türlü desteği alacaktır ama her defasında hem kendisini hayal kırıklığına uğratacaktır hem de onu sevenleri.

Yaşadıklarını kitaba döken ve filmde danışman olarak çalışan David ve Nic Sheff’in hikâyelerinin kuşkusuz başka benzerleri de yaşandı ve yaşanıyor; ama bu onların başından geçenlerin önemini azaltmıyor kesinlikle. Filmin uyuşturucu kullanımına, daha doğrusu başlamaya özel bir neden göstermemesi bu bağlamda doğru bir seçim; çünkü bu nedensizlik hem olası tüm nedenleri kapsıyor hem de nedenden çözüme gitme kolaylığını yok ediyor. Çok önemli ve çok büyük bir sorun bu ve belki de bu nedenle senaryo kendisini fazlası ile sorumluluk altında hissediyor ve zaman zaman sinemadan uzaklaşan, uyaran bir yapıya dönüşüyor. Sadece kapanış jeneriğinden önceki bilgilendirmelerin içeriği (ABD’de 50 yaş altındaki ölümlerin birinci nedeninin uyuşturucu olduğunu öğreniyoruz yazılanlardan) ve kullanım şekli (bağımlıları yardım istemekten çekinmemeye ve seyirciyi bu konu ile tüm maddî ve manevî destek eksikliğine rağmen savaşanlara destek vermeye çağırmak gibi) değil bu duyguyu yaratan; örneğin babanın bir doktorla konuştuğu sahnenin kamu spotu havası taşıması da destekliyor bu problemi. Filmin bu öğretme ve vurgulama tercihi -elbette seyrettiğimizin sinema değerini azaltıyor olsa da kesinlikle önemli ve doğru aslında- onlarca şarkının kullanıldığı soundtrack seçimine de yansımış. Çok fazla sayıda şarkı kullanılmış filmde ve her birinin o ânın seyirciye vermesi planlanan hissi artırmak için seçildiği fazlası ile belli oluyor. Öte yandan bu sıkı soundtrack’in filme ek bir keyif kattığı ve hikâyeye zaman zaman oldukça yakıştığı da bir gerçek. Örneğin Perry Como’nun seslendirdiği ve aslında “Fiddler on the Roof (Damdaki Kemancı) müzikalinden bir şarkı olan “Sunrise Sunset”in sözleri hikâyenin baba ağırlıklı bakışına çok uygun. Şarkı kızının düğününde onun ne zaman büyüyüp de evlenecek yaşa geldiğine şaşıran bir ebeveynin ağzından seslendirilir müzikalde; filmde ise, sık sık oğlu ile ilgili güzel çocukluk anılarını hatırlayan babanın onun nasıl kendisini şaşırtacak bir şekilde değiştiğini hüzünle sorgulamasının aracı oluyor bu klasik parça. Nirvana’dan John Lennon’a (Lennon film ile aynı adı taşıyan şarkıyı oğlu Sean için yazmıştı ve onu kâbusuna giren canavara karşı rahatlatan bir babayı anlatıyordu), Tim Buckley’den Sigur Rós’a ve Neil Young’a pek çok müzisyenin şarkıları peş peşe kulaklarımızın pasını siliyor hikâye boyunca; ama karakterlerinin hiçbirinin yaşamında müziğin hikâyenin ana elemanlarından biri olmasını gerektirecek bir yeri olmadığını düşününce, bir parça fazla da gelmiyor değil bu soundtrack.

Bir çaresizlik öyküsü seyrettiğimiz ve bu açıdan bakılınca da, çocuktan çok babanın filmi. Adamı büyük bir sevgi ile bağlı olduğu oğlunu kurtarmak için koşulsuz ve sınırsız yardım gayretlerinden “artık yeter”e götüren bir sürece tanık olmak ise oldukça hüzünlü ve etkileyici seyirci açısından. Bir baba için, bir ebeveyn için daha doğrusu, “Ben artık yokum” demek hayal etmesi bile zor bir nokta ama işte karşı karşıya kalınan durum o denli yorucu ve, ruhu ve bedeni sömürüp bitiren bir sorun. Sürekli olarak umutla hayal kırıklığı arasında gidip gelmek -Fassbinder’in filmine gönderme yaparak söylersek- “ruhu kemirir” çünkü. Nick’in sevgilisi ile arasındaki bağın aşka değil, bağımlılığın zorunlu ortaklığına ve sefaletine dayandığını anladığımız sahneden final sahnesine (bir bahçede yana yana otururken, sessizce ağlayan oğlanın başını babasının kucağına koyması ve adamın onun başını okşamasından etkilenmemek için taş yürekli olmak gerek) güçlü anları olan filmin akıllıca uyguladığı bir yöntem de şu olmuş: Benzer içerikli ama aralarında uzun yıllar olan sahneleri (örneğin babanın oğluna sevgisini gösterdiği anlar) bazen de peş peşe kullanarak, “neydi, ne oldu” veya “umut edilen neydi, sonuç ne oldu” sorusunu sorduruyor seyirciye senaryo ve belki bir parça kolaycı bir seçimde bulunuyor ama duygusal açıdan hedeflediğine de ulaşıyor açıkçası.

Filmin kültürel referansları şarkılar ve Fitzgerald ile sınırlı değil; Charles Bukowski’nin “Let It Enfold You” adlı şiiri de iki kez kullanıyor hikâyede. Önce Nick’in üniversiteye başladığı gün sınıfta bir kısmını okuduğu favori şiiri olarak ve daha sonra da kapanış jeneriği sırasında yine onun sesinden ve bu kez tamamını dinliyoruz bu güçlü şiirin. Bukowski, gençliğinin her şeyden nefret eden ve sıkılan ruh halinden yetişkinliğindeki alaycılığı ile dalga geçer bu şiirinde ve mutluluğun benimsenmesi ve “içeri girmesi”ne izin verilmesini öğütler ama Nick’in hikâyesi ile ne kadar örtüşüyor bu söylem tartışılır; sonuçta Nick’i trajedisine götüren bir sıkılma veya her şeyden nefrete bağlı değil hikâyede gördüğümüz kadarı ile. Buna karşılık şiirdeki “İyi hissetmeye başladım / İyi hissetmeye başladım / En kötü durumlarda bile / Ve çokça vardı bunlardan” benzeri dizelerin şiirin kullanımını doğruladığını söylemek mümkün. Her gerçek hikâyede olduğu gibi, sinemaya uyarlanırken atlanan, değiştirilen unsurlara burada da rastlıyoruz ki onlardan biri Nick’İn hayatındaki işte bu “en kötü durumlar”dan biri. Nick gerçek hayatta parasız kaldığında uyuşturucu alabilmek için, heteroseksüel olduğu halde, eşcinsel erkeklerle yatarak fahişelik de yapmış ve yazdığı kitapta açıkça belirtmiş de bunu ama anlaşılan Amerikan sineması için fazlası ile ”sert” bir gerçek bu. Oysa hikâyenin o didaktik yanından çok daha uyarıcı bir işlev üstlenebilirmiş bu gerçek seyirci üzerinde.

Hikâyede babayı canlandıran Steve Carell ve özellikle de üvey anne rolündeki Maura Tierney rollerinin hakkını veriyorlar ama filmin yıldızı elbette Timothée Chalamet. Karakterinin kırılganlığına uygun fiziksel yapısı ile, günümüzün en güçlü oyuncularından biri olan Chalamet yine oyunculuğun zirvelerinde geziniyor. Duyguların sahiciliğinin çok önemli olduğu yakın planlardan vücut dilini inanılmaz bir yetenekle kullandığı sahnelere seyirciyi bir kez daha kendisine hayran bırakıyor bu genç yıldız. Ailesinin maddi ve manevî desteği olmayanlar için filmdeki gibi bir bağımlılığın ne olduğunu değil (çünkü öyle bir hikâye Hollywood’un pek de sevmediği alt sınıfları anlatmayı gerektirir), durumu iyi bir aileyi anlatan film, bu tercihinin de gösterdiği gibi güvenli sularda yüzmeyi seçmesi ile sinema değerini düşürüyor ve özellikle eski ve yeni eş karakterlerini geliştirmekte de sıkıntı yaşıyor ama yine de ilgi ile izlenebilir. Bir kötücül bağımlılığın karşısına tam zıt yönde bir başkasını, bir babanın oğluna duyduğu ve yine “tedavisi olmayan”ı koymak gibi çekici bir yönü de var üstelik.

(“Güzel Oğlum”)

(Visited 64 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir