“Kimin için anlamı var? Üçüncü çizgi roman uyarlamasından önce, kuş kostümünün içindekinin kim olduğunu insanlar unutmaya başlamadan önce vardı bir kariyerin. Tek dertleri oyun bittikten sonra kahve ve pasta için nereye gidecekleri olan bin zengin ve yaşlı beyaz için, 60 yıl önce yazılmış bir kitaptan uyarlanmış bir oyun sahneliyorsun. Yüzleş baba, bunun sanatla ilgisi yok! Bunu yeniden gündeme gelebilmek için yapıyorsun. Gündeme gelebilmek için insanların her gün savaştığı bir dünya var dışarıda ve sen böyle bir dünya yokmuş gibi davranıyorsun. Kasten görmezden geldiğin ve seni çoktan unutan bir dünyada olup bitiyor her şey. Gerçekten, kimsin sen? Blogger’lardan nefret ediyorsun. Twitter ile dalga geçiyorsun. Facebook sayfan bile yok. Var olmayan asıl sensin. Bunu yapmanın nedeni, tıpkı bizler gibi senin de önemsenmemekten korkuyor olman. Biliyor musun, haklısın. Önemsenmiyorsun. Önemli değilsin. Alış buna.”
Popüler fantastik filmlerde “KuşAdam” adındaki bir süper kahraman olarak ün kazanan ama sanatsal işleri ile önemsenmeye çalışan bir oyuncunun bir tiyatro oyununu sahnelemeye çalışırken yaşananların hikâyesi.
2015’in Oscar ödüllerine dokuz dalda aday olan ve aralarında en iyi filme verileninin de bulunduğu dördünü kazanan bir film. 2000 tarihli “Amores Perros – Paramparça Aşklar Köpekler” filminin gördüğü başarı üzerine Amerikan sinemasının “el koyduğu” Meksikalı sinemacı Alejandro G. Iñárritu’nun yönettiği ve üç başka isimle birlikte senaryosunu yazdığı film, bir aktörün Raymond Carver’ın “What We Talk About When We Talk About Love” adını taşıyan öyküsünü tiyatroya uyarlarken içine girdiği sorgulamaları anlatıyor temel olarak. Bol konuşmalı ve güçlü diyalogları olan bir senaryo, yönetmenin hareketli ve uzun tek çekimlerden oluşan ve filme adeta bir defada çekilmiş havası veren mizanseni, güçlü oyunculukları ve popüler bir filme pek uygun değil gibi görünen konusunu çekici kılmayı başarması ile dikkat çeken bir çalışma bu. Ne var ki güçlü diyalogların bir süre sonra filmin derdinin altını kalın çizgilerle çizen bir havaya bürünmesi, teknik başarının örttüğü bir içerik probleminin kendisini hissettirmesi ve başta Oscar olmak üzere aldığı onca ödülü izah eden ve kutsanan sanatçının kendisine narsist bakışı gibi hayli önemli unsurlar var ki filme ciddi zarar veriyor sinema değeri açısından.
Oyunun hemen tamamı bir tiyatro binasının içinde geçiyor ve kamera dışarı çıktığı anlarda da ya binanın çevresinde dolanıyor ya da çatısından, anlattığı sanat ve sanatçı dünyasının dışında kalan bizlere bakıyor. Evet, Hollywood kendisine bakmayı sever ve bunu vasatın üzerine çıkarak yapmayı başaran her filmi de mutlaka ödüllendirir. Narsist bir dünyadır çünkü Hollywood ve oyunculuk da bir parça narsist olmayı gerektirir sonuçta. Burada bu narsizm doruk noktasına varıyor ve endişeleri, heyecanları, kavgaları, başarıları ve savaşları ile film bizi oyuncuların hikâyesinin tam ortasına bırakıyor ve onlara hayran hayran bakmamızı istiyor. Üstelik bunu filmin hikâyesini ilk duyduğunuzda hiç öngöremeyeceğiniz bir dinamizm ile yapıyor. Uzun planlar ile sahneler birbirine bağlanırken, hayli akıllı bir “koreografi” ve kurgu sanki tüm film bir defada çekilmiş havası veriyor ve seyirciden hayranlık çığlıklarını bekliyor sürekli olarak bu tercihleri ile. Hakkını vermek gerek aslında; Iñárritu’nun teknik becerisine ve göz alıcı sahneleme anlayışına diyecek yok. Tüm sahneler birbirine çarpıcı bir şekilde bağlanıyor, hayli zor bir oyunculuk ve koreografi becerisi gerektiren bu sahnelemede oyuncular hiç aksamıyor ve film zaman zaman adeta bir aksiyon filminin temposunu kazanıyor. Hareketli kamera tiyatro binasının içinde, çatısında ve sokağa çıkarak etrafında dolanırken hemen her zaman çekici bir görüntü getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de kimi gerçekten çarpıcı kareler de yakalıyor: Aktörün sinemada canlandırdığı süper kahraman “KuşAdam”ın bir iç ses olarak aktöre “sanatsal” denemeleri bırakıp tekrar popüler filmlere dönmesini söylediği sahnelerin bir kısmı oldukça etkileyici. Özellikle bu iç sesle ilk karşılaştığımız anlar hayli parlak ama gereğinden fazla kulanılan bu öğe bir süre sonra tekrara düşüp, senaryonun mesajlarını verme aracı olarak kullanılan kaba bir öğeye dönüşüyor. Sahnelenecek oyunun provaları ve öngösterimleri sanatçı egosu üzerine ima ettikleri ile hayli etkileyici ve filmin kendi hikâyesi ile akıllı bir şekilde ilişkilendirilmiş olması ile ayrıca önemli. Sürpriz bir patlama/aksiyon sahnesi de seyirciyi hazırlıksız yakalaması ile dikkat çeken bölümler arasında. Elbette, aktörü canlandıran Michael Keaton’ın talihsiz bir kaza sonucu üzerinde sadece iç çamaşırı olduğu halde New York sokaklarında koşmak zorunda kalması da hatırlanacak bir sahne olacak her zaman bu filmden.
Antonio Sanchez’in hayli etkileyici ve hikâyeye kattığı tedirginlik ile dikkat çeken ve kötü bir şeyler olacağını haber veren bir havası olan müziğinin çok başarılı olduğu filmde Hollywood, evet kendisine bakıyor. Diyaloglarda sık sık kulağımıza çalınan gerçek oyuncuların isimlerinden çeşitli filmlere göndermelere Hollywood’un bir endüstri olarak sanatçılara yaşattığı ticarî ve sanat filmleri ikileminden filmde önemli bir yardımcı rolde olan Edward Norton’un karakterinin tıpkı Norton’un kendisi gibi çalışması zor bir oyuncu olmasına kadar uzayıp gidiyor bu kendine bakma işlemi. Filmde adama söylenen “Hep böyle yapıyorsun; gerçekten sevilmekle hayran olunmayı karıştırıyorsun” sözünü filmin kendisi için de rahatça kullanabiliriz sanırım. Bu film de -farkında olduğu tüm kusurlarına rağmen- kendisine hayran olan ve bu hayranlığı seyircinin hayranlığı ile sürekli olarak beslemek isteyen bir kurumun bitmek bilmeyen sevgi ihtiyacını dile getiriyor bir bakıma.
Eleştirmenle konuşma/tartışma/lâf geçirme sahnesinde olduğu gibi hayli güçlü diyaloglar var filmde ve bunların bir kısmı özellikle o dünyanın parçası olan veya en azından o dünyaya aşina olanlar için ek bir etkileyiciliğe sahip olsa gerek. Alınan Oscar’ları açıklayan bir unsur da bu elbette. Zengin bir kadrosu olan filmde Michael Keaton ve Edward Norton senaryonun kendilerine sağladığı imkânları sonuna kadar ve çarpıcı bir performansla kullanıyorlar ve gerçekten döktürüyorlar. Diğer oyuncular da kesinlikle çok başarılılar ve içlerinden Zach Galifianakis ve Sam Stone özellikle öne çıkıyorlar rollerinin ağırlığının da katkısı ile. Emmanuel Lubezki’nin akışkanlığı yüksek bir sıvı gibi kayarak/akarak hareket eden kamerası bu oyuncuları ustalıkla takip ediyor ve tüm hareketliliğine rağmen varlığını hissettirmemeyi başarıyor.
Hiperaktif bir film bu ve oyunculuk denen canavarlık üzerine, birer canavar olan oyuncuların egoları üzerine bir çalışma. Bu egoyu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaya soyunan filmin tüm gösterdiği olumsuzluklara rağmen bu egoya hayran olduğu da açık ve bu bağlamda pek de tarafsız olduğu söylenemez. Zaten film de sevilmeyi değil hayran olunmayı ve takdir edilmeyi bekliyor ki bunu fark ettiğiniz andan itibaren samimiyetini sorgulamaya ve hikâyeye daha mesafeli bakmaya başlıyorsunuz. Bu rahatsız edici duruma filmin karakterleri, yan hikâyeleri ve mesajları ile sürekli bir cazibe yaratmaya çabalamasının neden olduğu üstünüze gelme halini de eklemek gerekiyor. Elbette kesinlikle görülmeyi hak eden bir film bu, şımarıkça hayran olunmayı talep etmesine rağmen.
(“Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi”)