Sherlock Holmes – Guy Ritchie (2009)

sherlock_holmes“Dışarıdan gelen sesi dinleyin, korkunun sesini. Bunu önce onları kontrol etmek sonra da dünyayı değiştirmek için kullanacağız”

Sherlock Holmes ve yardımcısı Doktor Watson’ın önce İngiltere’yi sonra da tüm dünyayı ele geçirmeye kalkışan ve devletin üst düzeyinde yer alanların da parçası olduğu bir organizasyonla mücadelesinin hikâyesi.

Arthur Conan Doyle’un yarattığı ve sessiz sinema döneminden başlayarak defalarca beyazperdede görünmeyi başaran dedektif Sherlock Holmes ve birlikte ayrılmaz bir ikili oluşturduğu yardımcısı Watson’ın Guy Ritchie tarzı bir uyarlaması. Doyle’un kimi hikâyelerinden esinlense de ve onun romanlarındaki kimi karakterleri -başta Holmes’un en büyük düşmanı Profesör Moriarty olmak üzere- kullansa da özgün bir hikâye var karşımızda. Gözlem gücü ve mantık yürütmedeki eşsiz yeteneği ile bilinen Holmes’un bu uyarlaması tam da Guy Ritchie’den bekleneceği gibi aksiyonun, zıpır bir mizahın ve dinamizmin öne çıktığı bir çalışma ve böyle olunca da seyretttiğimiz sık sık Doyle’un dünyası olmaktan çıkıp Ritchie’nin dünyasına dönüşüyor. Bu nedenle, Holmes’u tanımak ve onun filmdeki aksiyonun içinde sık sık kaybolan zekâsının keyfini sürmekten çok, Ritchie’nin “erkeksi” atmosferinin keyfini sürmek için izlenmesi gereken bir çalışma bu. Finalinin de açıkça ifade ettiği gibi bir devamı da (2011 yapımı “Sherlock Holmes: A Game of Shadows – Sherlock Holmes: Gölge Oyunları) da çekilen bu modern (bir parça yüzeysel ve içi boşaltılmış ifadelerini de içine alan bir modernlik bu elbette) Holmes uyarlaması ilgiyi hak ediyor şüphesiz ama bu daha çok Ritchie’nin teknik becerisi için; yoksa pek de çekici öğeleri olmayan hikâyesi için değil.

Bir aksiyon filminin temposu ve kurgusunun damgasını vurduğu sahne ile açılıyor film ve bu sahne bir bakıma bundan sonra iki saat boyunca izleyeceğimizin biçim ve içerik olarak da bir özetini yapıyor bize: Holmes’un fiziksel gücünü ve zekâsını, ve Watson’ın nasıl yetenekli bir yardımcı olduğunu, aksiyonu öne çıkaran, teknik oyunlara ve etkileyici kamera kullanımına başvuran, bol efektli ve dublörlü, hızlı kurgulanmış bir biçimde anlatan bir film seyredeceğiz. Filmden zevk almak istiyorsak da hikâyesine ve zaten yeterli olmayan hikâyenin aksiyonun altında kalmasına da aldırış etmeyeceğiz. Evet, Guy Ritchie tam kendi tarzında bir Sherlock Holmes filmi çıkarmış ortaya. Bol kavgalı ve gürültülü, modern çağlarda geçen filmlerindeki kadar -doğal olarak- olmasa da patlamalı ve silah sesleri ile dolu, kadın karakterlerin elbette erkeklerin gerisinde kaldığı, erkekler arası dayanışma veya çatışmanın öne çıktığı bir film bir başka ifade ile. Tüm bunlar kuşkusuz parlak bir teknik beceri ile çekilmiş sahnelerle geliyor karşımıza ve yavaşlatılmış (bazen de çok yavaşlatılmış) sahnelerle seyircinin gözünü boyamayı da başarıyor. Örneğin patlama sahnesi çok etkileyici kesinlikle. Peki tüm bunlardan geriye ne kalıyor derseniz, belki de bunu şöyle cevaplayabiliriz: Sherlock Holmes’ü değil, Sherlock “Bruce” Holmes’ü veya Sherlock “Bond” Holmes’ü seyrediyoruz iki saat boyunca. Bir Bruce Willis aksiyon filminde ne varsa burada da o var ve Holmes’ü Holmes yapan tüm fizik dışı becerileri, Willis’i Willis yapan tüm fizik becerilerinin altında kaybolup gidiyor çoğunlukla.

Senaryo pek de dert etmiyor ne anlattığını: Örneğin Holmes’ün neden iki haftadır odasından çıkmadığını ve pejmürde bir halde oturduğunu doğru dürüst anlatmaya uğraşmıyor bile hikâye. Kahramanımızın bu halini sonraki sahnelerdeki enerjikliği ile bir zıtlaşma aracı olarak kullanmakla yetiniyor sadece. Aslında hikâyede Holmes’ü ve onun kıvrak zekasını, gözlem gücünü ve analiz yeteneğini kanıtlayan pek çok öğe var ama nedense tüm bunları çok hızlı bir kurgu içinde sergiliyor Ritchie ve belki de dedektifin düşünme hızını vurgulamaya çalışırken, o hızın içinde onun zekâsının kaybolmasına neden oluyor. Bu hızlı kurgunun işlediği yerler de var ama; bir dövüş sahnesinde hasmını nasıl alt edeceğini planlayan Holmes çok etkileyici bir görüntü oluşturuyor örneğin. Watson ile Holmes arasındaki kimi ikili sahneler de (nişanlanan ve evlilik hazırlığı içinde olan, birlikte yaşadıkları evi terk etmek için toparlanan Watson’ın kendisine sitemkâr davranan Holmes ile olan ilişkisi “bir şey” ima etmiyor ama aralarında romanlarda hissettirilenden daha güçlü bir bağın olduğunu keşfetmemek mümkün değil) esprili diyalogları ve atışmaları ile keyif veriyor zaman zaman.

Guy Ritchie zaman zaman aksiyonun keyfine o kadar kaptırıyor ki kendini Holmes’ün devasa Fransızla dövüşünde olduğu gibi gereksiz uzatıyor bu sahneleri. Bir başka kusuru da filmin, kötü adamının yeterince karizmatik olmaması. Belki de finalde de vurgulandığı gibi, devam filminde karşımıza çıkacak olan Moriarty asıl kötü karakter ama bu filmin “kötü”sü o değil ve bu akıcı, eğlenceli, popüler havalı ve hatta komik filmin çekiciliğinin artmasına engel oluyor bu durum. Tüm kavga sahnelerini uzamış olmasına rağmen akıllı ve eğlenceli oyunlarla düzenleyen, finaldeki “açıklama” sahnesini sıkıcı ve klişe olmaktan çıkaran usta mizanseni ile de ilgiyi hak eden bir film bu. Özetlersek, ne Conan Doyle ne de Sherlock Holmes’i bize anlatabilen ama bu bir kenara bırakılırsa, eğlencelik olarak izlenebilecek ve bundan da pişman olunmayacak bir film bu. Watson rolündeki Jude Law’ın her zaman tanık olamadığımız keyifli performansı ama özellikle de Robert Downey Jr.’ın kesinlikle çok etkileyici Holmes’ü, etkileyici set tasarımları ve müzikleri bu bazı anlarında “Bond filmi” havası takınan çalışmayı seyre değer kılan diğer unsurlar olarak anılmayı hak ediyor.

(Visited 100 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir