Black Sunday – John Frankenheimer (1977)

“Biliyorsun; 30 yıldır cinayet işliyorum, katlediyorum. Başardığım ne? Aynı dünya, aynı savaşlar, aynı düşmanlar, aynı arkadaşlar ve aynı kurbanlar”

ABD başkanının da katılacağı bir spor müsabakasına zeplinle saldırmayı planlayan Kara Eylül örgütü üyelerinin ve onların eylemini durdurmaya çalışan Amerikalı ve İsrailli güvenlik güçlerinin hikâyesi.

Asıl olarak Hannibal Lecter serisi ile tanınan Thomas Harris’in ilk romanı olan, 1975 tarihli “Black Sunday” adlı kitaptan uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Ernest Lehman, Kenneth Ross ve Ivan Moffat’ın yazdığı ve yönetmenliğini John Frankenheimer’ın üstlendiği film 1970’lerde epey moda olan “felaket filmleri” türüne de göz kırpsa da, temel olarak gerilimli ve politik bir macera anlatıyor seyirciye. Harris’in, Kara Eylül Örgütü’nün 1972 Münih Olimpiyatları sırasında İsrail kafilesine karşı düzenlediği ve sonuçta toplam 17 kişinin (İsrail kafilesinden 5’i sporcu olan 11 kişi, 1 Alman güvenlik görevlisi ve Kara Eylül’ün 5 üyesi) ölümü ile sonuçlanan eylemi televizyonda izledikten sonra yazmaya başladığı romanın bu uyarlaması Amerikan sinemasının geleneği olan test gösterimlerinde çok beğenilmiş ama gişede beklenen patlamayı yapamamıştı. Özellikle son bölümlerinde heyecan ve gerilim dozu oldukça yüksek olan hikâye ilk yarısında (hatta ilk 40 dakikada seyrettiğimiz baskın, patlama ve denizde takip sahnelerine rağmen) sıkı bir gerilim atmosferini yeterince yaratamamasının doğurduğu problemi yaşıyor ve bu nedenle hedeflediği noktaya ulaşamıyor. Karakterlerin seyirciyi hikâyeye bağlayacak kadar derinleştirilmemesi gibi bir problemi de olan film buna karşılık, eski usul aksiyonlardan ve gerilim hikâyelerinden hoşlananlar için -politik içeriği sorunlu olsa da- çekici olabilecek bir çalışma.

12 Kasım’da Beyrut’ta başlayıp, 8 Ocak’ta Miami’de Superbowl maçı (ABD’de düzenlenen ve Amerikan Futbol Ligi şampiyonunun belirlendiği maç) sırasında sona eriyor hikâye. ABD’de çok ses getirecek bir eylem yaparak Amerikan halkının ilgisini Filistin davasına ve halkına yapılanlara çekmeyi hedefleyen Kara Eylül örgütünün üyeleri ile tanışıyoruz öncelikle. Onaların eylemine bir de eski bir Amerikalı subay katılacaktır. Vietnam’da savaşırken esir düşen ve altı yıl boyunca çok küçük bir hücrede tutulan bu askerin ne politika ne de Filistin ile bir ilgisi vardır; aklî dengesini yitirmiş olan adamın tek amacı kendisini askerî mahkemede yargılayan ve evliliğinin bitmesine neden olduğuna inandığı ABD’den kişisel intikamını almak için intihar ederken yanında mümkün olduğunca çok Amerikan vatandaşını götürmektir. Söz konusu intihar eylemi için Superbowl finali seçilmiştir ve Amerikan başkanı da maçı seyretmek için orada olacaktır. Onların bu eylemini durdurmak içinse Amerikan güvenlik örgütü İsraillilerle iş birliği yapacaktır.

Beyrut’ta geçen bazı dış sahnelerde (aslında Fas’ın Tanca şehrinde çekilmiş bu sahneler) kameraya bakan meraklılar gibi -anlaşılan kurguda halledilememiş- bir problemi olan ve John Williams’ın müziklerinden sağlam bir destek alan filmin hikâyesi politik açıdan bakıldığında, sorunlu bir içeriğe sahip. Nefretin ve öldürmenin sadece karşı tarafın da aynı tepkiyi vermesine neden olacağını ve bunun da sonsuza kadar sürecek bir savaş demek olduğunu vurgulayan hikâye bu bakımdan barışçı bir mesaja sahip ama bu mesajı hikâyenin baş kahramanlarından biri olan İsrailli bir duyarlı güvenlik görevlisi söylüyor. Hatta arkadaşının “Sorun şu ki sorunun iki tarafını da görmeye başladın. Bu hiç iyi değil” sözleri ile uyardığı adam sonuçta İsrailli bir istihbaratçı ve kariyerini “teröristler”in peşinden giderek onları öldürmek üzerine kurmuş. Hikâyenin başlarında onun “vurması gerekirken”, bir kadını öldürmemesi hiç gerçekçi değil elbette ama sonuçta barışçıl bir mesajın sahibini İsrailli yapma çabasının sonucu bu. Senaryonun Filistinlilerin acısına hiç değinmeden, savaşın “anlamsızlığı” iddiası ile yetinmeyip, tek barış mesajını İsrailli karakter üzerinden vermesi ana akım bir Amerikan filmi için beklenir bir durum olsa da, eleştirilmeye engel değil bu yaklaşım. İsraillinin örgüt üyeleri hakkında bilgi almak için Mısırlı diplomatı köşeye sıkıştırma becerisini de yine aynı bağlamda değerlendirmek gerekiyor şüphesiz.

Beyrut ile Miami arasında Los Angeles, Washington ve Long Beach’e de uğrayan filmde ABD ve İsrail iş birliğini de “terörizme karşı ortak savaş”tan çok, ABD’nin Filistin meselesinde her zaman İsrail’in yanında taraf tutması ile açıklamak gerekiyor. Kaldı ki senaryonun İsrailli resmî görevlilerin ABD toprakları içinde bize gösterildiği kadar rahat cirit atıp operasyon yapabilmesini -Kara Eylül İsraillilere karşı eylem yapsa da, burada durdurulmaya çalışılan saldırı ABD topraklarında ve Amerikalılara karşı- oldukça normal bir durum olarak göstermesi de bu açıklamayı destekliyor. Hikâyenin İsrail yanlısı tutumuna son bir örnek olarak, Kara Eylül’ün öldürdüğü bir İsraillinin tabutunun batan güneş fonunda hüzünlü karelerle gösterilmesini ekleyebilir ve tüm bunların terörist kadının “geçmişteki acılar”ına değinilmesi ile dengelenemeyeceğini söyleyebiliriz.

Good Year’ın bolca reklamının yapıldığı film yukarıda sıralanan problemlerine rağmen John Frankenheimer’ın becerisi sayesinde özellikle ikinci yarısında kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Miami caddelerindeki sahnede kalabalığın zaman zaman olan biteni film izler gibi izlemesi ve Kara Eylülcüler sivilleri rahatça katlederken İsrailli adamın rehin alınan bir sivili çatışmanın göbeğinde teselli etmeye zaman ayırması gibi problemlere rağmen kesinlikle seyirciyi heyecanlandırmayı ve elinde tutmayı başarıyor Frankenheimer. Stadyumda geçen tüm final de kesinlikle etkileyici,; gerçek görüntülerle hikâye çok iyi kaynaştırılmış bu bölümde ve 80 bin kişilik figüran kadrosu çok iyi değerlendirilmiş. Saldırı aracının bir zeplin olması hikâyeye orijinal bir boyut kazandırdığı gibi yönetmen de bu avantajı ustalıkla kullanmış ve keyifli sahnelere imza atmış sık sık. Başrol oyuncularından Robert Shaw ve Bruce Dern’in kendilerinden bekleneni karşıladığı ve karakterlerini inandırıcı kıldığı, Marthe Keller’ın ise kendisine hiç uymayan bir rolde zorlanmış göründüğü film 1970’lerin politik boyutu olan gerilim ve aksiyon hikâyelerinin en parlak örneklerinden biri değil ama özellikle teknik açıdan elde edilen başarı ile ilgi çekiyor.

(“Kara Pazar”)

(Visited 74 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir