“Neyin farkına vardım, biliyor musun? Hayatım öylesine devam edip gidecek. Bütün bu kilometre taşları… Evlenmek, çocuk yapmak, boşanmak, senin disleksi olduğunu zannettiğimiz zaman, sana bisiklete binmeyi öğretmem, tekrar boşanmam, master yapmam, istediğim işe sonunda sahip olmam, Samantha’yı üniversiteye göndermek, seni üniversiteye göndermek… Sırada ne var? Benim kahrolası cenaze törenim!”
Bir çocuğun altı yaşından on sekiz yaşına kadar hikâyesi.
ABD’li yönetmen Richard Linklater’dan cüretkâr bir deneme. Bir erkek çocuğun hayatının on iki yılını aynı oyuncularla anlatmak ve bunun için de filmin çekim sürecini on iki yıla yaymak beraberinde taşıdığı zorlukların yanında, doğal olarak bir çekicilik de sağlıyor daha baştan ve sonuç da “başarılmış” bir deneme olunca, filmin gördüğü ilgiye şaşırmamak gerekiyor. Bir bireyin altı yaşından on sekizine kadar olan sürecin gözlerinizin önünde ilerlemesi ilginç bir şekilde bir hüzün duygusu uyandırıyor, hikâyenin böyle bir amacı olmasa da. Filmin bir sahnesi hariç tümünde yer alan Ellar Coltrane’in kendi gerçek büyümesini bir anlamda filmde ve bizlerle birlikte yaşadığı film aslında pek de önemli bir hikâye anlatmıyor. Açıkçası aynı hikâye kahramanımızın farklı yaşlarını farklı oyuncuların canlandırdığı bir film ile karşımıza gelseydi, bu denli ilgi çekmeyebilirdi belki ama filmin bu baştan garanti olan çekiciliğe sırtını dayamakla yetinmeyip, nerede ise epik bir hikâye anlattığı hissini yaratmayı başarması, kahramanının her adımını ilgi ile izletecek kadar kendinizi ona yakın hissetmenizi sağlaması ve -rahatsız edici olmayan bir anlamda- bir bireyin hayatının uzun bir dönemine röntgenci konumunuzda girmenizi sağlaması çok önemli bir sonuç ve filmi kesinlikle ilgiyi hak eden bir konuma yerleştiriyor.
Linklater hikâyenin karakterleri başta olmak üzere kimi temel öğelerini baştan oluşturmuş olsa da, on iki yıla yayılan çekim süreci içinde senaryoyu sürekli olarak yenilemiş ve ortaya her anı ile inandırıcı, gerçekçi ve ilgi çekici bir sonuç koymuş. Hikâyenin özel bir yanı yok işin gerçeği; pek çok filmde benzerini gördüğünüz olaylar burada on iki yıla yayılmış olarak geliyor karşımıza. Ne var ki tam da bu “sıradanlığı” hikâyenin, filmin başarısının kaynaklarından biri oluyor. Evet, sıradan bir hikâye bu ama yönetmen ve senarist Linklater belli ki filmine ve karakterlerine bir aşk ile bakmış ve bu sıradanlığı müthiş bir başarı ile çekiciliğe dönüştürmeyi becermiş. Açılış sahnesinde, çimenlere uzanmış ve bir eli başının altında bir halde gökyüzüne bakan çocuk adeta önündeki hayata bakıyor biraz da merak dolu gözlerle ve yönetmen daha bu ilk sahneden başlayarak bizde de o merak duygusunu uyandırıyor. Üç saate yaklaşan uzunluğu ile sıradan hayatların içindeki epiği de yakalamayı başarıyor film ve sadece anlattığı kahramanınınkinin değil her birimizin hayatının üzerinde düşünmeye, konuşmaya ve tanıklığını etmeye değer olduğunu söylüyor bize. Bunu yaparken, Linklater senarist olarak daha önce pek çok filminde sergilediği başarılı diyalog yazarlığı özelliğini burada da sunuyor bize. Bir üçleme oluşturan “Before Sunrise – Gün Doğmadan”, “Before Sunset – Gün Batmadan” ve “Before Midnight – Geceyarısından Önce” bir erkek ve bir kadının hikâyesini üç ayrı filmle ve on sekiz yıla yayarak anlatırken ustalıklı yazılmış diyaloglar üretmişti Linklater; burada ise tek filmle anlatıyor on iki yılı ve yine hemen tüm sahnelerinde doğallığını koruyan diyaloglar hikâyeyi sürüklüyor. Bu açıdan, bahsi geçen üç filmin havasının buraya taşındığını ve hatta buradaki kahramanımızın sonradan bu üç filmdeki adama dönüşeceğini söylemek mümkün rahatça.
Linklater hikâyesinin hangi yıl(lar)da geçtiğini hiç dile getirmiyor ama Irak Savaşı’ndan Bush’a, Obama’dan kimi teknolojik gelişmelere hem dönemle ilgili ipuçları veriyor hem de kimi toplumsal ve siyasi olaylara değinme fırsatını hikâyenin akışını bozmayacak şekilde başarı ile kullanıyor. Burası önemli çünkü Linklater “sıradan” bir gencin “sıradan” hayatını anlatmak derdinde sadece ve baş karakterini bu tür “dış” olayların çok fazla içine sokmuyor çoğunlukla. Evet, çocuğu Obama için kampanya yaparken görüyoruz veya annesinin Irak’ta savaşmış bir askerle ilişkisine tanık oluyoruz ama bu tür biyografi filmlerinde kahramanı genellikle bu tür olayların göbeğinde görmemiz mümkünken, burada çoğunlukla sadece yan öğeler olarak kalıyorlar.
Richard Linklater başarılı bir biçimde yazdığı ve çektiği pek çok sahne ile de filmin kalıcılığını sağlıyor. Örneğin babanın kızı ve oğlu ile onları mahçup eden doğum kontrol konuşmasını yaptığı sahne hiçbir yapaylık içermemesi, bu karakterleri canlandıran Ethan Hawke, Lorelei Linklater ve Ellar Coltrane’in gerçekçi oyunları ve seyirciye her üçünün de o andaki duygularını birebir yansıtabilmesi ile çok önemli bir sahne ve bunun benzeri daha pek çok an var filmde. Uzun süresine rağmen, ilerledikçe daha da sevilen bir hikâyesi olan film her ner kadar bir çocuğu anlatıyor olsa da sanırım hayatın kendisini anlatıyor bize asıl olarak. İlk aşk, ilk içki, ilk öpücük, ilk hayal kırıklığı, ilk heyecan, mutluluk ve mutsuzluklara tanık olurken hayatın anlamını bir kez daha idrak ediyoruz. Yönetmenin “Before” serisinde erkeği canlandıran Ethan Hawke burada baba rolünde çok iyi bir iş çıkarıyor ve hayatta tam anlamı ile tutunamamış karakterini başarı ile yansıtıyor bize. Anne rolündeki Patricia Arquette de çok yakıştığı ve Oscar kazandığı rolünde çok iyi. Kuşkusuz film boyunca gözümüzün üzerinde olduğu çocuğu canlandıran Ellar Coltrane tüm yükünü karakterini ilginç, sevimli ve gerçek kılarak taşımayı başarıyor ve ciddi bir takdiri hak ediyor. Görsel oyunlara başvurmayan, zamanın geçişini hiçbir vurguya ihtiyaç duymadan hissettirmeyi başaran ve geçip giden ömüre hüzünlü ama kutsayan bir bakışla bakan ve bir insanın büyümesine tanıklık etme fırsatını sağlayan film mutlaka görülmeli.
(“Çocukluk”)