Calibre – Matt Palmer (2018)

“Bizi bu beladan kurtaracağım, dostum. Bunu ikimiz için yapıyorum, bana güvenmelisin”

İçlerinden biri baba olmak üzere olan, çocukluk arkadaşı iki adamın üç günlük av tatillerinin korkunç bir kâbusa dönüşmesinin hikâyesi.

Matt Palmer’ın yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık yapımı. Bir son tatil -içlerinden biri çok yakında baba olacağı için belki çok uzun bir süre bir daha tekrarlanamayacağı için son tatil olabilir bu- için birlikte İskoçyanın Highlands bölgesine giden ve on beş yıllık bir arkadaşlıkları olan iki genç adamın bir kaza ile başlayan kâbuslarının gittikçe daha korkunç bir hâl almasını anlatan film psikolojik boyutu ihmal etmeyen, hatta hep önde tutan bir gerilim filmi. Tekinsiz bir yerde yapılan tatilin korku ve dehşet dolu bir maceraya dönüşmesini anlatan pek çok film var sinema tarihinde ama Palmer’ın filmi kendi mütevazı yerini almayı başaran, çarpıcı bir kurguya sahip olan, iki baş oyuncusunun rollerinin hakkını verdiği, ilk karesinde başlayan gerilimi son karesine kadar sürdürebilen ve gerçekçi kılabilen bir çalışma ve korkuyu / dehşeti abartının sınırlarından uzak tutabilmesi ile pek çok ticarî yapıtı aşan bir düzeye yükseliyor.

Yönetmenliğe kısa filmlerle başlayan Matt Palmer bu ilk uzun metrajlı yapıtını Highlands bölgesindeki ormanları havadan çekimle gösteren bir görüntü ile açıyor. Anne Nikitin imzalı ve ilk notasından itibaren, bu harika doğa görüntüsünün bir gerilimi ve tehlikeyi barındırdığını vurgulayan müziğin eşlik ettiği bu açılış bir çifte götürüyor bizi. Yatakta konuşmaktadır çift ve kadın erkeğe tatile gideceği için hafif sitem etse de mutlu bir şekilde ayrılırlar. Erkek kendisini almaya gelen çocukluk arkadaşı ile birlikte bir ciple yola çıkarlar ve iyi başlasa da korkunç olaylar birbirini izler tatil boyunca. Yatılı okulda birlikte okumuştur iki arkadaş ve Marcus (Martin McCann) Vaughn’ın (Jack Lowden) koruyucusu olmuştur bu okul yıllarında. Vaughn’ın Marcus’a bu dönemden kalan minnettarlığı karakterleri çok da benzer görünmeyen iki adamın arkadaşlıklarının sürebilmesini sağlamış görünmektedir (burada yine de iki adamın birlikte tatile gitmesinin ve Vaughn’ın geçerli bir mazereti varken bile onu ret etmemesinin gerçekçilik adına bir parça sıkıntılı olduğunu kabul etmek gerekiyor); tüm hikâye boyunca aralarındaki farklılıklar karşımıza çıkıp duracak ve Marcus’un dengesizliği ve tepkiselliği olayların çığrından çıkmasına neden olacaktır.

Matt Palmer hikâyesini Highlands bölgesinin müthiş doğasının güzelliği fonunda anlatırken hikâyenin içeriğinin bu güzelliklerle çelişmesini de bir koz olarak kullanmış. Doğanın el değmemişliği bu “medeniyetten uzak” yöreye doğal bir tekinsizliği olan bir atmosfer sağlarken, film bu atmosferi seyirciyi hem etkilemek hem de bir parça yanıltmak için kullanıyor. Bölgedeki kasabalar insanların büyük şehirlere gitmesi nedeni ile yavaş yavaş hayalet mekânlara dönüşmektedir ve Marcus’un finans sektöründeki işi bölgenin fiilî liderine göre bu kötüye gidişi durdurmak için bir fırsattır. Senaryo İtalya’da da benzerleri oluşmaya başlayan bu hayalet kasabalarla ilgili sosyolojik olguyu doğrudan ana meselesi yapmıyor ama akıllıca yerleştiriyor olay örgüsünün içine ve doğal bir parçası kılıyor. Yüzeysel bir yaklaşım bu olgunun farklı yönlerde kaba mesajlar vermek için kullanılmasına yol açacakken, burada karakterleri ve davranışlarını daha iyi anlamamızı sağlayan bir unsur olarak değerlendiriliyor başarılı bir şekilde. Senaryonun aceleciliği, paniği ve sinirli yapısı yüzünden olayların çığrından çıkmasının temel sorumlusu olan Marcus’u finans sektöründe çalışıyor göstermesinin bu sosyolojik olgunun nedenlerinden biri olan “daha fazla büyüme, daha fazla kâr etme” ile ilgisi olduğunu düşünmek de mümkün.

Tüm ana karakterlerin psikolojisini gerilimin bir parçası kılmayı başarıyor film ve sıradan bir korku / gerilim filminin ötesine geçiyor bu tercihi ile. Şiddeti ve sertliği sömürmeden ve dozunda kullanarak ve doğru sınırların içinde kalarak takdiri hak ediyor. Bu başarıda oyuncuların, yönetmenin ve kurguyu üstlenen Chris Wyatt’ın önemli payları var. Başta kasabanın erkeklerini canlandıran oyuncular olmak üzere tüm yardımcı karakterlerde sağlam oyunculuklar sergilenirken, iki başrol oyuncusu da üzerlerine düşeni fazlası ile yapıyorlar. Marcus’u canlandıran Martin McCann karakterinin tüm iddialı görünümünün aksine yavaş yavaş çökmesini çok iyi sergilerken, Vaughn rolündeki Jack Lowden karakterinin bütün ruh hallerini, dehşetten korkuya panikten gerilime uzanan geniş bir yelpazede, hakkı ile sergiliyor hikâye boyunca. Matt Palmer’ın yönetmen olarak en önemli başarısı filmin mizanseninde abartıya kaçmayan, teknik oyunlara başvurmayarak karakterleri ve hikâyedeki gerilimi öne çıkaran ve hikâyesinin “küçük”lüğüne uygun hareket eden bir yaklaşımı tercih etmesi. Chris Wyatt ise sadece sahneler arasındaki geçişlerde değil, sahne içindeki görüntülerin kurgusunda da hikâyenin ruhunun hep diri kalmasını sağlayan çalışması ile parlak bir örnek oluşturuyor ve kurgunun bir filme sağlayabileceği önemli katkıyı kanıtlıyor.

Kasabanın geleneği olan festivali ve şenlik ateşini vaat eder göründüğü şekilde kullan(a)mayan film ava giden ama hikâyenin sonlarına doğru kendileri birer ava dönüşen karakterlerin 3 günlük hikâyesini sıkı bir gerilime yakışır şekilde anlatıyor. Vaughn’ın finalde yapmak zorunda bırakıldığı tercih ve bu tercihin etkilerinin kalıcılığı üzerinden de dikkati çeken film, büyük bütçelere ve hikâyelere, şiddet sömürüsüne ve abartılı oyunlara başvurmadan da çekici olunabileceğinin parlak bir örneği. Çok yeni şeyler anlatmasa da, Ben Baird’in çarpıcı ses tasarımı ile de zenginleşen mütevazı ama önemli bir film bu ve gerçekçiliği ile de ayrıca ilgi çekiyor.

(Visited 60 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir