“Bu mekân bir arıtma tesisi. Türk ve Rum taraflarının kanalizasyonları burada arıtılıp temiz su haline geliyor, sonra tarıma veriliyor. Birbirinden nefret eden iki toplumun dışkısı temizleniyor dışarıdaki havuzlarda”
Şifalı çamur ve her biri yaralı karakterler üzerinden anlatılan bir Kıbrıs hikâyesi.
Derviş Zaim’in “Tabutta Rövaşata” ve “Filler ve Çimen” filmlerinden sonra çektiği ve filmografisinin üçüncü filmi olan bu çalışma yönetmenin Kıbrıs üzerine eğildiği ilk filmi aynı zamanda. 2010 yılında “Gölgeler ve Suretler” ile tekrar ele alacağı konu burada her biri kendi yaralarının şifasını arayan karakterler üzerinden anlatılıyor bize. Metaforlar, gerçeküstücü öğeler ve hatta kara türünden bir mizah hikâye boyunca karşımıza gelirken, Zaim’in Türkiye-İtalya ortak yapımı olarak çekilen bu filmi bir türlü kendisini tam anlamı ile toparlayamıyor ve yönetmenin kariyerindeki diğer çalışmalarının gerisinde kalıyor. Derviş Zaim’e ait olan senaryo bir süreklilik gösteremiyor havası veriyor ama bunun temel nedeni Zaim’in sahneleri kurgulama biçimi daha çok. Kıbrıslı olan yönetmenin kendisi için özel bir hassasiyeti olan konuyu sinemalaştırırken sembolizmin dozunu yeterince ayarlayamaması ve zaman zaman metaforların hikâyenin önüne geçmesine engel olamaması filme zarar vermiş açıkçası. Yine de ilginç konusu, yıllardır çözülemeyen ve çözülecek gibi de görünmeyen bir sorunu o sorunun yaraladığı insanlar üzerinden ele alan hümanizmi ve Feza Çaldıran’ın görüntüleri ile ilgiyi hak ediyor.
Derviş Zaim kendine özgü bir sinemacı ve Türk sinemasının en kabasına kadar uzanmaktan çekinmeyen popüler filmleri ile “sanat” sineması filmleri kalıplarının dışında kalarak kendi açtığı bir yoldan ilerliyor taviz vermeden. Bu filmi ile yine o kendine ait yoldan ilerliyor ama ne yazık ki belki de filmografisinin tek yeterince güçlü olmayan (zayıf kelimesini hak etmiyor film) eseri karşımızdaki. Filmi seyrettiğinizde aklınızda kalanlar temel olarak semboller ve metaforlar, Feza Çaldıran’ın kamerasından bize yansıyan geniş açılı (ve daha sonra Zaim’in “Nokta” filminde de benzerini göreceğimiz) etkileyici görüntüler ve her biri yaralı karakterler oluyor. Ne var ki tüm bunlar filmi bütünsel bir başarıya ulaştırmakta yeterli olamıyor. Aslında Zaim’in senaryosu savaşın ikiye böldüğü bir adada, geçmişte yaşananlarla yüzleş(e)meyen iki toplumun acılarını anlatırken kimi dikkat çekici öğelere sahip; örneğin İsviçreliler’in sponsorluğu ile başlatılan yüzleşme projesi hayli ilginç. Bu proje savaş nedeni ile evlerini terk etmek zorunda kalan Türk ve Rum bireylerin heykellerini şimdi başkalarının oturduğu o evlere göndermelerini ve bu şekilde “geriye dönmelerini” öngörüyor. Bu proje yolunda gitmeyince (heykelleri evlerine alanlar hainlikle suçlanıp tehdit ediliyor çünkü), heykellerin yerini erkeklerin spermleri alıyor. Başka ilginç öğeleri de var filmin. Hiç konuşmayan ve hikâye ilerledikçe yavaş yavaş sesi çıkmaya başlayan adamın sessizliği Kıbrıs’ın her iki toplumundaki acıların ve evini yitirmişliğin neden olduğu bir travmanın sembolü olarak ilgi çekici. Eski bir Roma efsanesinden esinlenerek toprağa (çamura) gömülen heykeller, savaşta öldürdüğü insanların travmasını hâlâ üzerinden atamamış olan bir adamın denize gömdüğü heykeller ve aynı adamın cinayeti işlediği alandan duyduğu korku vs. Bir de elbette filme adını veren ve şifa verdiğine inanılan çamur var. Hikâye çamurun kendisini ve şifa sağlayıcılığını da bir metafor olarak kullanıyor, özellikle de o alanın sivillere yasaklanması ve askerlerce korunması üzerinden. Bütün bunların üzerine tarihi eser kaçakçılığı ve hatta yapay döllenme gibi unsurlar da eklenince, hikâye sık sık hem sembolizm içinde boğuluyor hem de odağını ve dolayısı ile etkileyiciliğini kaybediyor zaman zaman.
Kıbrıslı müzisyen Koulis Theodorou ve ünlü ABD besteci Michael Galasso’ya ait olan orijinal müzikler başarılı ama Zaim’in bu müzikleri kullanış biçimi (sanki her boşluğu doldurmayı hedefleyen yoğun kullanım ve örneğin birkaç sahnelik bir kışla sahnesi için bile marş ritminde kısa bir besteye verilmesi) bir parça sorunlu görünüyor. Senaryonun hikâyeyi ilerletmek için kimi zorlama yanlara sahip olmasını (örneğin nöbet tutan askerin Kıbrıs gibi bir yerde su ihtiyacı hiç düşünülmemiş olsa gerek ki kuyudan su çekmek zorunda kalması) ve Çaldıran’ın filmin fantastik havasını başarı ile yansıtan görüntülerinin filmin geri kalanındaki daha “normal” görüntlülerle hedeflenmemiş bir zıtlık yaratmasını da ekleyelim bu sorunlu tercihlere. Oyunculardan öne çıkan isimler Yelda Reynauld ve filmin büyük kısmında karakterinin sessizliği nedeni ile mimikleri ve vücut dili ile oynayan Mustafa Uğurlu olmuş ama onların başarısı da filmin başarı seviyesi ile sınırlanmış görünüyor.
(“Fango”)