İlk Meclis – Hıfzı Veldet Velidedeoğlu

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun, ilk Millet Meclisi ile iglili anılarını anlattığı ve ilk basımı 1990’da yapılan kitabı. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu ve 1 numaralı üyesi olmasının da gösterdiği gibi katıksız bir Atatürkçü olan hukukçu, yazar, akademisyen ve gazeteci Velidedeoğlu’nun, ölümünden iki yıl önce basılan kitabı onun bir lise öğrencisi olarak 23 Nisan 1920’de memur olarak görev yapmaya başladığı ve araya giren lise öğrenimi nedeni ile iki farklı dönemde toplam 6,5 yıl bulunduğu meclisteki tanıklıklarını paylaştığı bir eser. Kitap Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki önemli kişi ve olayları, meclis içinde yaşananlara birinci elden şahit birinin kaleminden aktarması ile önemli öncelikle ve yakın tarihimiz ile ilgili yeni ya da gizli kalmış şeyler söylemiyor olsa da, genç bir insanın gözünden bir devrim heyecanını yaşatması ile de ilgiyi hak ediyor.

Akademisyenlik görevinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı’na kadar yükselen ve 1960 darbesinden sonra askerlerin kurduğu komisyonda 1961 Anayasası’nın hazırlanması için çalışan Velidedeoğlu, Atatürkçülük için şu tanımı yapmış: “Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükselmek, hiç değilse o düzeye ulaşmak ya da yakınlaşmak için her zaman canlı duran ve canlı kalacak olan bir devrimcilik ruhu, bir devrimcilik felsefesi”. Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişinde onu karşılayanlardan biriymiş Velidedeoğlu ve henüz on beş yaşındaymış o tarihte. 16 yaşında ise bir lise öğrencisi olarak zabıt kâtibi ünvanı ile görev yapmaya başlamış mecliste. “Milli Mücadele Meclisi” olarak tanımladığı bu ilk meclisin (İkinci ve Üçüncü Meclisleri ise “Siyasal ve Toplumsal Devrim Meclisleri” olarak tanımlıyor yazar) Kuvây-i Milliye’yi temsil ettiğini ve savaşı kazandığını yazan Velidedeoğlu bu kitabında ilk meclisteki günleri (23 Nisan 1920 ile 5 Ekim 1920 arası) sırasında tanık olduklarını aradan geçen 70 yıla rağmen o günkü heyecanı hiç yitirmediğini hissettiren bir şekilde anlatıyor. Kitabının “Meclis’i bütün yönleriyle tanıtmak isteyen “bilgi verme”, öte yandan da “anılarımı açıklama” amacını” güttüğünü söylüyor ve iki temel kaynağa başvurduğunu söylüyor: meclis zabıtları ve anıları.

Atatürk’ün Nutuk’unu okuduğu 6 gün boyunca o anları yaşayanlardan biri olmak kuşkusuz çok önemli bir tarihî tanıklık; benzer pek çok önemli tanıklığı İlk Meclis’teki görevi sırasında da yaşamış Velidedeoğlu. Bu meclisteki anılarını ve yaşananları temel olarak iki ana başlıkta ele almış: İlk Meclis’in kuruluşu ve dönemin genel bir resmi ve tanığı olduğu ilginç olaylar ile karşılaştığı önemli kişiler. Bugün, 16 yaşında bir gencin tarihimizin bu kadar önemli bir döneminin parçası olabilimesi ve bunu belgelemesi pek kolay hayal edilebilecek bir durum değil kuşkusuz ama o dönem eli kalem tutan, becerikli ve çalışkan bir gencin, hatta bir yetişkinin ne kadar az bulunabilir bir kaynak olduğunu anlamamızı da sağlıyor okuduklarımız. Belki kitabın, Velidedeoğlu’nun amaçladığının dışında bir önemi de burada ortaya çıkıyor. Okullardan getirtilen sıralarda oturanların bir yandan bir millî mücadeleyi idare ederken, diğer yandan devrimlere giden yolu, kimi zamanlarda sert tartışmalarla, açmasının ne kadar “imkânsız” koşullar altında gerçekleştiğini hatırlatıyor kitap ve en kara zamanlarda bile umudun bir şekilde hep var olduğunu ama bunun için inançlı, cesur ve lider insanlara da sahip olunması gerektiğini anlamamızı sağlıyor.

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu kitap boyunca Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlığı ve sevgiyi sık sık açık bir şekilde dile getirmiş ve durduğu tarafı hiç gizlememiş. Kitabın bir araştırma/inceleme metnini değil, paylaşılan anıları ve gözlemleri içerdiğini düşününce kabul edilebilir bir durum bu; ama yine de yazar birkaç farklı olaya değinirken, objektif bir sorgulama içine de girmiş. Örneğin “Tutanakları İnceleme Komisyonu” adı altında oluşturulan iki gruptaki isimler meclisteki milletvekilleri arasından “kura ile seçilirken”, gruplardan birinde İsmet Bey’in (İnönü), ikincisindeyse Mustafa Kemal’in adlarının torbadan çıkması tesadüfüne o zaman şaşırdığını söylüyor Velidedeoğlu. Bugün (1990) ise bunun, “herhalde bir rastlantı sonucu olmadığını, Mustafa Kemal Paşa’nın daha ilk günden Meclis’e tehlikeli sızmaları önlemek için” aldığı önlem sayesinde gerçekleştiğini kabul ediyor. Bu “oyun”, Mustafa Kemal’in saltanatı ve hilafeti nasıl adım adım ülkenin geleceğinin dışına ittiğini anlamamızı sağlayan örneklerden de biri. 24 Nisan 2020’de meclise birinci başkan seçildikten sonra yaptığı konuşmada, “İnşallah cihan padişahı olan Efendimiz Hazretleri’nin sağlık ve esenlikle… yüce tahtlarında sürekli kalmalarını, Tanrı’nın lütfundan yakarırım” cümlelerini kuran Mustafa Kemal’in 2.5 yıl sonra saltanatı, 4 yıl sonra hilafeti kaldıran bir lider olabilmesinin arkasında bu planlı “oyun”ların önemli bir payı vardı şüphesiz.

Çok farklı kültürlerden (sarıklılar ile “pırıl pırıl” üniformalı subayların bir arada olduğu bir meclis) milletvekillerinin olduğu bir mecliste doğal olarak yaşanan çatışmalar, tartışmalar ve kafa karışıklıklarının da farklı örneklerine yer vermiş kitapta Velidedeoğlu. İlk programında “halkı emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak” ifadesine yer veren bir hükümet, şeriat hükümlerine sıkı bir inançla bağlı olanlarla tam tersi bir yola sapmayı planlayanların birlikteliği ve bolşevizm konusundaki kafa karışıklığı ve ikircikli tutum gibi ilginç örneklerin ilk elden tanığı olarak okuyucuyu bilgilendiriyor ve daha detaylı bir okuma için de teşvik ediyor Velidedeoğlu. Kâzım Karabekir Paşa’nın ele geçirdiği ve Rusya’da Ekim Devrimi ile başa geçen bolşeviklere ait metne nasıl tepki verileceği konusundaki sert tartışmalar, 1920’de konulan içki yasağı ve Hint asıllı İngiliz casusu Mustafa Sagir olayı gibi bugün bir kısmı pek hatırlanmayan farklı olayları kaynak olarak anıları ve meclis görüşmelerinin zabıtlarını alarak anlatıyor yazar. Kitabın son bölümünde “İlk Meclis’in Ünlü ve Renkli Kişileri” başlığı altında farklı kişiler veya gruplar (“sarıklılar”, “hatipler”, “fazla dikkat çekenler” vs.) hakkında kendi gözlemlerini ve kişisel değerlendirmelerini paylaşan Velidedeoğlu, meclis binasının mimari yapısı ve meclis zabıtlarının ilginç tutulma yöntemi konusunda da bilgiler veriyor okuyucuya.

İlk maaşı ile kendisine şık bir kalpak satın alan Velidedeoğlu, ilk meclis binasının müze olması için 1937’de başlattığı mücadele sırasında karşılaştığı ilgisizliği sitemlerini de ekleyerek anlatıyor. 1960 darbesinden sonra 23 Nisan 1961’de gerçekleşmiş arzusu ama bu konudaki ilk çalışmanın CHP değil, DP döneminde (1957’de) başlamış olması ile ilgili kırgınlığını da ima ediyor. Kendisi gibi genç bir öğrenci olarak Vehbi Koç’un da (meclisin çatısı için bulunamayan kiremitleri Koç’un yoksulların evlerinden yarı fiyatına alarak meclise sattığını da biz ekleyelim) mecliste zabıt kâtibi olarak bir süre çalıştığını da yazan Velidedeoğlu’nun inançlı bir Atatürkçü olarak kaleme aldığı kitap Cumhuriyet tarihimizin çok önemli ilk yıllarına meraklı olanlar başta olmak üzere okuyucuların ilgisini hak eden bir yapıt.

Kırk Yedi’liler – Füruzan

Gerçek adı Feruze Çerçi olan, eserlerinde Füruzan adını kullanan yazarın 1974’te yayımlanan ve 1975’de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanan romanı. “Parasız Yatılı” adlı öykü kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi olan, 2023’te ise Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Füruzan, aynı isimli kendi romanından uyarladığı ve Gülsün Karamustafa ile birlikte yönettiği, yönetmen olarak tek filmi olan “Benim Sinemalarım” ile de beğeni toplamıştı. Ailesinin ekonomik koşulları yüzünden ilköğretimden ileriye gidemediği bir eğitim hayatı olan sanatçının bu romanı 12 Mart Muhtırası sonrasında kurulan yönetimin ezip yok ettiği 1947’liler kuşağını anlatıyor. 1947 o kuşak için seçilen sembol bir yıl aslında; bunun birkaç yıl öncesinde veya sonrasında doğan ve ülkesi için daha iyi bir gelecek için mücadele eden devrimci gençlerin tümünün hikâyesi okuduğumuz ve Emine karakteri üzerinden ve güçlü bir dil ile yazar dönemin ve genel olarak tüm darbe dönemlerinin kurbanlarını anlatıyor aslında. Karakterinin farklı yaşları arasında, geçmiş ve bugün arasında gidip gelen yapıt edebiyatımızın en önemli örneklerinden biri kuşkusuz ve Erdal Öz Ödülü’nün gerekçesinde yer alan “1970’lerden itibaren çöken burjuva ailelerinin… umutlu gelecek için emek verenlerin uğradıkları haksızlıkları ve toplumsal yaraları ele alırken kişileri derinlemesine inceledi, anlatımını ayrıntılarla besledi” ifadelerini doğrulayan bir çalışma.

Emine ve arkadaşlarının sol örgütlerinin adı geçmiyor romanda ama ilk eylemini Aralık 1970’de gerçekleştiren, kuruluşunu kamuoyuna 12 Mart Muhtırası’ndan sekiz gün önce (4 Mart 1971) duyuran THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) kurucu üyeleri tam da romanın 1947’liler dediği kuşaktan ve anlatılan bir bakıma onların öyküleri. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Kadir Manga ve Cihan Alptekin 1947, Sinan Cemşit 1944, Alparslan Özdoğan 1946, Taylan Özgür ve Hüseyin İnan 1948, Mustafa Yalçıner ise 1950 doğumluydu ve Yalçıner dışında tümü 1969 ile 1972 arasında idam edilerek, güvenlik güçleri ile çatışmada vurularak veya kimliği hiç ortaya çıkmayan kişi(ler) tarafından öldürülerek yaşamlarını yitirdiler; günümüzde sadece Hüseyin Yalçıner hayatta. Emine karakterinin geçmişi ile, Deniz Gezmiş’inki arasında doğum yılları dışında başka ortak yanlar olduğunu da hatırlatmakta yarar var: her ikisinin yaşamında da Erzurum şehrinin yeri var ve ikisinin de babası ilköğretim müfettişi, anneleri ise ilkokul öğretmeni.

Füruzan 1932 doğumlu ve dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi bizde de özellikle üniversite öğrencilerinin yoğun bir şekilde politik mücadeleler içinde olduğu 1968 dönemini bir öğrenci olarak değil ama -kendi ifadesi ile- yazarlığının “gençlik hevesi” yıllarını yaşayarak geçirmişti.; ama bu durum romanda ele aldığı karakterlere hayli yakından, özellikle Emine karakterini derin bir şekilde analiz eden bir bakışla bakabilmesine engel olmamış. Hatta yazarın, yarattığı bu karakterlere, onlardan on beş yaş büyük olmasının sağladığı konumla bir anne şefkati ile yaklaştığını söylemek mümkün. Romanın kahramanı olan Emine 12 Mart Muhtırası’ndan sonra tutuklanan öğrencilerden biri ve roman onun Erzurum’daki çocukluğu, üniversite günleri, tutukluyken işkenceye maruz kaldığı günler ve serbest bırakıldıktan sonrasındaki yaşamı arasında gidip gelirken, bize hem bu genç kadının hem de onun şahsında tüm bir kuşağın öyküsünü anlatıyor.

Genç kadının işkence anlarını, o anların dehşetini sömürmeden ve kurbanın fiziksel ve duygusal tepkileri üzerinden oldukça etkileyici bir dil ile anlatıyor roman ve bu insanlık dışı eylemin, Türkiye’nin kendi geleceğini oluşturan bir neslin üzerinden bir buldozer gibi geçtiğini hatırlatıyor acı bir şekilde. Kırk Yedi’liler kuşağını ezen bir başka olgu ise romanın ana temalarından biri; bu kuşağın cumhuriyetin ilk aydın nesli diyebileceğimiz ebeveynlerinin idealizminin başarısızlığa uğraması ve bu durumun politik bilinç taşıyan, ülkesini daha aydınlık bir dünyaya kavuşturmak için mücadele eden çocukları üzerinde yarattığı tepki. Füruzan, ebeveynlerin başarısızlığını ve hatta yozlaşmalarını (ama bunun tam aksi bir konumda olduklarına inanmalarını) Emine ile annesi arasındaki sorunlu ilişkiler üzerinden güçlü ve özenli bir şekilde dile getiriyor. Babanın evdeki iktidarı bırakmış olduğu anne, Füruzan tarafından cumhuriyetin bu ilk aydın kuşağının halktan kopukluğunun ve halka hep tepeden bakışının somutlaşmış hâli adeta. “Cahil kitleler”e bahşettiği iyiliklerde onlara yönelik en ufak bir sevgi duygusu yok sanki annenin ve hatta yeterince minnettarlık görmediği için şikâyetçi de. Yanlarında bir nevi besleme olarak yaşayan ve evin işlerini gören Kiraz adlı küçük kıza davranışları, annenin halka bakışının bir uzantısıdır. Halkı anlama, onun “dil”ini konuşabilme veya onunla eş olma çabası yoktur annenin kuşağının ve ortaya çıkan uyumsuzlukta ya da toplumsal gerilikte sorumluluğun kendilerine ait olan paylarını, tüm ülkücülüklerine rağmen anlamaya asla yanaşmamalarıdır sorun. Emine ve diğer Kırk Yedi’lilerin, ebeveynlerinin bu tutumları ve sorumluluklarının farkında bile olmamaları karşısında duyduğu öfkeyi romanın hemen her satırında görmek mümkün. Füruzan’ın bu olguyu Cumhuriyet’in tüm idealinin aksine ve çoğunlukla tepeden inmeci kadrolar yüzünden halkla bütünleşememesinin nedeni olarak gördüğü açık. İşte tam da bu nedenle Emine’nin bu konudaki sorgulamaları çok önemli ve yazar romanı aracılığı ile, günümüze kadar uzanan ve bir takım toplumsal meselelerin kaynağı olan sorunu güçlü bir şekilde geçiriyor okuyucuya.

Bir önceki kuşağın tüm aydın olma iddialarına rağmen, Emine’nin annesinin kadınların toplumsal rolleri ve bir kadın öğretmenin yaşadıkları ile ilgili düşünceleri üzerinden anlatılan, bu neslin tam da aydın olma alanındaki başarısızlıkları romanın ana konularından biri. Buna halktan kopukluğu ve Batı’ya ait olanı yerel olanın önüne gözükara bir biçimde geçirme telaşını ekleyince, devrimlere rağmen karşı karşıya kalınan hayal kırıklığı daha güçlü hissediliyor. “Bach’a, Beethoven’e dönerken Itri’yi unutmak” bu kendi halkına sırt dönmenin örneklerinden biri, karakterlerden birinin ağzından dile getirildiği üzere. Burada -belki bir parça eleştiriye açık olarak- da, romandaki tüm “halk karakterleri”nin olumlu çizildiği, onlardan olumsuza kayanların da, büyük şehir hayatına karışanlar olduğunu söylemek gerekiyor. Halka ait olan her şey, türkülerden yaşama bakışlarına hep olumlu ve ideal olan olarak çıkıyor karşımıza ve halkın bilgeliği övülüyor; onlardan uzaklaşmak ve bunun neden olduğu sonuçlar ise Emine’nin kitap boyunca sık sık tanığı olduğumuz sorgulamalarının ve saptamalarının konusu ve aracı oluyor. “Halkın bilinçsizliği”ni unutmuyor ama bunun “aydınların başarısızlığının özrü” olmasına itiraz ediyor Füruzan ve halkın “ezik değil, ezilen” olduğunu vurguluyor.

Emine’nin ablası (“salt boyun eğiş değil, yozlaşma da”) ve kendisinden küçük erkek kardeşinin yaşamlarında seçtikleri yollar, gönüllü olarak veya zorlanarak, ortanca kardeşleri Emine’nin politikliğinin tam zıt yerinde duruyor ve bu durum hem politik olana devletin uyguladığı işkenceyi (kelimenin her anlamı ile) daha etkileyici kılarken, hem de siyasetten uzak duran neslin bugüne uzanan durumu üzerine düşündürüyor okuyucuyu. Zaman içerisinde ileri geri gidip gelen ve gelecekteki gelişmelere geçmişin içinde kısa cümlelerle yer vererek öykünün farklı dönemlerini bir araya getiren romanda Emine’nin günlük hayat dili, romanın politik boyutu ve bu karakterin kendisini tamamen verdiği politik mücadele ile tamamen uyumlu ama bugünün gençleri için bu konuşmalar doğal bulunmayabilir. Örneğin Emine’nin ablası ile sevgi üzerine tartışırken söyledikleri (“İnsanlık bilincine varmış, varma hakkını elde etmiş, emeği ile dünyayı her gün kuran bütün insanları kapsayan bir sevgi anlattığımız, önerdiğimiz”) yapay ve zorlama bile bulunabilir hatta ama günümüz neslinin hayal edebileceğinin ötesinde politize olmuş bir kuşaktı Kırk Yedi’liler. Kitaptaki devrimci gençlerin (Emine ve başta Haydar karakteri olmak üzere, tüm mücadele arkadaşları) söylemlerinin doğallığını anlayabilmek için 1970’lerin politik ortamı hakkında en azından temel bir bilgiye sahip olmak gerekiyor.

Sadece yaşadıkları dünyayı değil, kendi devrimci pratiklerini de sorgulayan bir kuşaktı Kırk Yedi’liler ve hatalarını da (halkla iletişim, mücadelenin biçim ve hızı gibi konularda) özeleştirileri kapamında ele alıyorlardı. Haydar’ın devrimci mücadelelerini “Toplu söylenmiş, söylenecek bir türkünün ilk dizelerinin hazırlığı” olarak nitelemesi bu kapsamda çok önemli kuşkusuz. “Kahramanlığa heves etmeyen, kahraman olmaktan sakınan” bu genç insanların devletin hoyratlığının kurbanı olması acı bir tat bırakıyor ağızda okurken ve romanın her ânında yer alan Emine’nin yaşadıkları, düşündükleri ve hissettikleri, Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk”taki “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi“ ifadesini doğruluyor ama başta işkence bölümleri olmak üzere aslında hayli karanlık bir resim çizen roman bir devrimci umuduna işaret etmekten de hiç geri durmuyor. Özgünlüğü ve titiz dilinin, yazarın halkın dilini iyi araştırmasının sonuçlarını yansıttığı romanda Haydar karakterinin -fazlası ile idealleştirilip, mükemmel bir devrimci olarak çizilmiş olsa da- varlığı ve diğer tüm devrimcilerin tavır ve düşünceleri, ve elbette Emine’nin sorgulamaları, eylemleri ve kararları da bu umudu destekliyor hep. Devrimci gençlerin birden fazlası için resmî dosyalardan alınmış gibi yazılan kısa biyografiler romanın gerçekçiliğini artırırken, bu vatansever gençlerin birer birer yok edildiği gerçeğine rağmen umudu unutmamamızı sağlamayı başarıyor yazar.

12 Eylül darbesinden sonraki geriye yönelik sorgulamalarda ve özellikle liberal çevrelerde dile getirilen, devrimci örgütler içindeki eril dil ve erkek egemen anlayış eleştirisinde bir haklılık payı vardı kuşkusuz. Füruzan’ın Emine karakteri bu sıkıntıyı aşmış görünen bir devrimci çerçeve içinde resmedilirken, gerek o gerek diğer kadınlar dikkat çeken bir eşitliği yakalamış görünüyorlar erkeklerle. Bu olguyu da Füruzan’ın, kendi siyasî duruşunun da uzantısı olarak, devrimci gençleri ve mücadelelerini bugün bir parça taraflı görünecek bir şekilde övüyor olması bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Sonuçta kadın ve erkek eşitliği hakkında gerçekle arasında az ya da çok bir mesafe olan bu resim o günün politik ortamında cesur bir tutumdu şüphesiz.

Geçmişi, cumhuriyet öncesini ret eden ama “batılışma”ya da yüzeysel yaklaşan ve özentiden ileriye geçemeyen bir kuşağın öfkeli çocuklarının iç burkan bu güçlü hikâyesi, üzerinden geçen 50 yıl sonra hem anlattığının önemi hem de edebî değeri ile okunmayı hak eden bir çalışma. 2024 Şubat’ta hayatını kaybeden Füruzan’ın edebiyat tarihimizdeki önemini hatırlamak ve onu anmak için, ve o dönemin -olumlu ve olumsuz anlamda- politize atmosferine bugün daha tarafsız bir gözle bakabilmeyi sağladığı için kesinlikle okunmalı.

Kısa Romanlar, Uzun Öyküler – Henry James

ABD doğumlu ama hayatının önemli bir kısmını Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de geçiren Henry James’in dört uzun öyküsünü içeren bir derleme. Roman, öykü, oyun, seyahat yazıları, anı kitapları, inceleme ve deneme türlerinde pek çok eser veren yazarın en sık işlediği “Avrupa’daki Amerikalılar” temasının öykülerin ikisinde yine karşımıza çıktığı kitap; yine onun olaylardan çok, o olayların kişilerin duygu ve eylemlerinde, özellikle de iç dünyalarında neden olduklarını anlatma tercihinin de sağlam örneklerini içeriyor. Mesleklerinde çok başarılı iki ismin (Ünal ve Necla Aytür) ikişer öykü çevirdiği kitabın başında onlardan birinin, Ünal Aytür’ün hem yazar hem de kitaptaki dört hikâye üzerine uzun ve doyurucu bir analizi de yer alıyor. 1977’de yayımlanan “Henry James ve Roman Sanatı” adlı kitabının da gösterdiği gibi, yazarın çalışmaları üzerinde uzmanlığı olan Ünal Aytür’ün bu değerli çalışması öykülerin analizini yaparken özetliyor da onları bir bakıma ve “spoiler” da içeriyor ki “ne olacak” merakını öne çıkaran okuyucuyu rahatsız edebilir bu durum; onların belki de öykülerden sonra okumasının daha doğru olacağı, kesinlikle güçlü bir metin Aytür’ün çalışması tıpkı James’in öyküleri gibi.

Ailesi Avrupa kökenli (İrlanda ve İskoçya) olan Henry James ilahiyatçı bir entelektüel olan babasının yönlendirmesi ile gelişen eğitim ve özel yaşamının önemli bir süresini Avrupa’da geçiren bir yazar ve yapıtlarında ABD ve Avrupa kültürlerinin ve toplumsal yapılarının çatışmasına, özellikle de “Avrupa’daki Amerikalı karakterler” aracılığı ile sık sık değinmişti. Avrupa uygarlığının önemine inanan babasından etkilenen yazar, eski kıtada geçirdiği uzun sürelerdeki gözlemlerini güçlü bir biçimde yansıttı eserlerine ama kesin çizgiler koymadan her iki kültürün farklılıklarını karakterler arasındaki ilişkileri bir ayna gibi kullanarak aktardı okuyucuya. Ünal Aytür, onun “yeni bir öykü ve roman türü yaratmak amacıyla giriştiği yöntem arayışı”nda sırası ile şu aşamalardan geçtiğini belirtmiş analizinde: Her şeyi bilen anlatıcı, günlük, özyaşam öyküsü, görgü tanığının ağzından anlatım ve görgü tanığı aracılığı ile ama onun ağzından değil, gözünden ve zihninden anlatım. Aytür’e göre James derlemedeki dört öyküden ilk ikisinde “görgü tanığının bilincinin sınırları dışına çıkmamaya özen gösterir”ken, sonuncu öyküde bir anlatıcı vardır ama o da “anlattıklarını öykünün baş kişisinin bilinç sınırları içinde tutmaya çaba gösterir”.

Avrupa’dan göçenler tarafından kurulan ABD, Britanya’dan bağımsızlığını kazanması ile hızı artan bir şekilde yeni bir toplumsal yapı ve hiyerarşi, kültür ve ahlâki değerler sistemi oluşturmaya başladı ve bu da onun Avrupa ile bu açılardan çatışmasına yol açtı. Bu doğma ve gelişme süreci boyunca, ABD’nin “kişiliği”ni bulmasının yollarından biri kendisini yaratan kaynakla çatışmak ve sürekli bir kıyaslama içinde olmaktı ama sonuçta, ait olduğu uygarlığın doğum yeriydi Avrupa ve bu nedenle ABD’nin ilk nesilleri sık sık yaşlı kıtaya gitmek ve orada yaşamak dürtüsü içindeydiler. Henry James’in ailesini de bu sınıfa koymak mümkün ve yazarın, ölümünden bir yıl önce İngiliz vatandaşlığı da alarak somutlaştırdığı bu ilişki en azından düşünsel olarak mevcuttu pek çok Amerikalıda. James’in derin ve güçlü gözlemlerine dayanarak işlediği bu tema buradaki öykülerde de çıkıyor karşımıza.

Modern edebiyata geçiş döneminin isimlerinden biri olarak kabul edilen James’in dört öyküsü bir araya getirilmiş bu kitapta: “Madame De Mauves” (1874), “Daisy Miller” (1878), “Erdemin Öyküsü” (The Story in It, 1902) ve “Ormandaki Canavar” (The Beast in the Jungle,1903). Avrupa’daki Amerikalılar temasının yanında tüm öykülerin karakterlerinde karşımıza çıkan başka ortak yönler de var; örneğin karakterlerin yaşananan olaylardan eylemsel veya duygusal olarak nasıl etkilendiğini anlatıyor James buradaki hikâyelerin tamamında. Olayın kendisi, örneğin karakterlerden birinin ölümü, bazen sadece bir iki cümle ile aktarılırken okuyucuya, James asıl olarak o olayın etkilerine odaklanıyor. Buradaki öykülerin bir başka ortak noktası da, kahramanların diğer ana karakterler hakkındaki görüşlerinin çelişik, belirsiz veya ikilemler içeren bir yapıda olması. “Görgü tanığı”nın zihninde oluşan bu kararsız, değişken düşünceler (“Sanki hem tetikte, hem kayıtsızmış; hem dalgın, hem telaşlıymış gibi bir görünüşü vardı”) objektif ve soğuk bir anlatıcı sesi kalıbından uzaklaştırarak, okuduğunuz metnin yeni boyutlar kazanmasını sağlıyor.

İlk öykü olan “Madame De Mauves” Fransa’da geçiyor ve novella olarak sınıflanması gereken uzunlukta bir öykü. Bir Fransızla mutsuz bir evliliği olan Amerikalı bir kadının hikâyesini, kadının Amerikalı bir erkek arkadaşının bakış açısı ile anlatılıyor olaylar. Kadının püriten diyebileceğimiz ahlâk anlayışı (“Biz Amerikalı kadınların en hafifimizde, Fransız erkeklerin hayal edemeyecekleri bir ağırlık; en zavallımızda, onların hiç gerek görmedikleri bir ahlak duygusu vardır”) ile kocasının rahat tavrı ve ahlak duygusundan yoksunluğunun (burada onları yargılayanın yazarın kendisi değil, kadının Amerikalı erkek arkadaşı olduğuna dikkat etmek gerekiyor) neden olduğu çatışmayı ve trajediyi uzun bir geri dönüşü de içeren bir şekilde anlatıyor James. Amerikalı adamın gözünden başlayan hikâyenin geri dönüş bölümü, onun tanıklığı söz konusu olamayacağı için, yazarın ağzından anlatılıyor. Bu anlatım yöntemi değişikliğinin zenginleştirdiği öykü, Henry James’in güçlü kaleminden çıkan ince ifadeler de içeriyor ki bu da dikkatli bir okumayı gerektiriyor. Örneğin burada, hikâyeye adını veren kadın karakter için, erkeğin gözünden kurulan “Ondaki kırılgan güzelliği, kimi boş bakışlı Yunan heykellerinin vakarlı yüzlerine benzetiyordu” cümlesi adamın kadın hakkındaki çelişen, belirsiz düşüncelerinin izlerini taşıdığı gibi, öykünün trajik bir ânına da işaret ediyor bir bakıma. Güçlü bir mutsuzluk (“Gerçekten benim sandığım kadar mutsuz musunuz siz?”), kararlılık, kültürel çatışmanın yarattığı -gerçek çıkan ya da çıkmayan- önyargılar (“… çok daha iyi biri olsaydı bile, sırf Fransız diye adam yerine koymazdım”) ve iki farklı kültürün birlikteliğinin doğurabileceği riskleri çekici bir şekilde anlatan bir öykü bu, özetle söylemek gerekirse.

İkinci öykü olan “Daisy Miller” adını Avrupa’da uzun süreli bir gezide olan Amerikalı bir genç kadından alıyor ve olaylar İsviçre ve İtalya’da geçiyor. Henry James bu kez “görgü tanığı” olarak bir Amerikalı genç adamı seçiyor ve Daisy’ye ilgi duyan bu adam, onun çevresindekilerin uyarılarına rağmen rahat hareket etmesi nedeni ile yaşananların tanığı olarak, olanların bize aktarılmasının aracı oluyor. Ünal Aytür’ın “doğallık ve saflık ile kuralcılık ve hoşgörüsüzlük arasında sürüp giden bir çatışmanın öyküsü” olarak tanımladığı yapıtta, yine bu tanığın yargı ve izlenimleri okuyucuya dikte edilmiyor aslında; bu nedenle tanığın görüşlerinin öznel olduğunu unutmamak gerekiyor hikâyeyi okurken. Yazar işte bu öznel görüşleri birbiri ile çatıştırıyor da zaman zaman ve okuyucuyu kesin bir yargı ile baş başa bırakmamaya özen gösteriyor. Dasiy’nin yaşına göre büyük laflar eden “dokuz on yaşlarındaki” erkek kardeşinin ülkesi ABD’ye düşkünlüğü ve gördüğü ve deneyimlediği her şeyi Amerika’dakilerle kıyaslayarak küçümsemesinin Amerikalıların pek de değişmediğini anlamamızı sağladığı öyküde James yazar olarak varlığını birkaç kez hissettiriyor okuyucuya ilginç bir şekilde: “Okuyucunun alayla gülümsemesi tehlikesini göze alarak bildirelim ki…” vb.

James’in en bilinen öykülerinden biri olan “Daisy Miller” bu popülerliğini farklı uyarlamaları ile de kanıtlıyor. Yazarın kendisi, mutlu son ekleyerek, öyküsünü oyunlaştırmış ama sahneye konulmamış bu eseri. BBC tarafından 2017’de radyo tiyatrosu olarak dinleyicinin karşısına çıkarılan öykünün sinema uyarlamasını ise 1974’te Peter Bogdanovich gerçekleştirmiş hikâye ile aynı adı taşıyan filmi ile. Genç kadının kararlı ve taviz vermez davranışı ve onun davranışları ile erkeğin benzer türdeki davranışlarına farklı bakan bir toplumsal yapıyı resmetmesi ile feminist bir bakışı olduğunu da söyleyebileceğimiz ilginç bir hikâye bu.

Derlemedeki üçüncü hikâye “Erdemin Öyküsü” adını taşıyor ve dört eserin içinde en kısa olanı. Bir kısa film tadında ve üç karakter arasında, İngiltere’de geçen öykü “olaysızlığı” ile dikkat çekiyor öncelikle. Bir kadın okurun James’in romancı bir arkadaşına yönelttiği “Romanlardaki kadın kahramanlar arasında neden hiç erdemli (kendine saygısı olan) birinin bulunmadığı” sorusundan yola çıkan Henry James (aşk) serüven(i) ile dürüstlük arasında gerçekten birbirlerini dışlayan bir bağlantı olup olmadığını ve bu arada serüvenin ne demek olduğunu sorgulatıyor okuyucusuna. Üç karakterini bir tiyatro oyunundaki farklı sahneler gibi farklı kombinasyonlarla bir araya getirip konuşturan yazar insanın “hem iyi hem ilginç” olabileceğini savunan ve Fransız romanları okuyan bir kadının duygularını kendisinden çok, diğer iki karakterin onun hakkındaki yorumları üzerinden ve onların zihinlerinde oluştuğu şekilde aktarıyor bize. Bu kez bir Amerika ve Avrupa çatışması yok ama Amerika kültürüne en yakın duran ülke olduğunu söyleyebileceğimiz İngiltere’den üç kişinin tartışmasının Fransız romanları etrafında dönmesi yine de o konuya da taşıyor bizi aslında. Okuyucusuna bir parça hüzün de geçiren, alçak gönüllü ve ilginç bir öykü.

Kitaptaki son öykü olan “Ormandaki Canavar” bir saplantı nedeni ile hayatını yaşa(ya)mayan bir adamı anlatıyor ve onun kendisi ile ilgili gerçeği oldukça geç idrak etmesi üzerinden yaratılan müthiş bir trajedi duygusu yakalıyor. Bu kez bir anlatıcının ağzından okuyoruz olanları ama bu anlatıcı asıl olarak, hikâyenin baş karakterin bilincinde oluştuğu şeklinden sapmayarak, onun algıları üzerinden ilerliyor. Bütün hayatını “başına ender, garip bir olay gelmek üzere seçilmiş biri olduğu” ve “bunun çok önemli, korkunç bir şey olacağı önsezisi” ile sürdüren bir adam ve ona ilgi duran ve o korkunç şeyin ne olduğunu kendisinden önce anlasa da yanında durmaya devam eden bir kadının hikâyesi bu. Dolayısı ile aslında iki farklı insanın trajedisi oluyor okuduğumuz ve bu nedenle etkileyiciliği de artıyor. Henry James’in adamın gerçeği anladığı sahneyi bir mezarlıkta ve tanımadığı bir insanın elle tutulacak kadar gerçek mutsuzluğu aracılığı ile anlatması ve tüm yaşamını “bencil olmamak” adına düzenlediğine inanan bir adamın sonuçta aslında tam tersini yapması öyküyü güçlendiren unsurlar. Pek çok eleştirmen tarafından yazarın en başarılı öykülerinden biri olarak kabul edilen eserin James’in kendi yaşamından esinlendiği de öne sürülüyor.

Tıpkı “Daisy Miller” gibi bu öykü de yazarın popüler çalışmalarından biri ve sinemaya da taşındı bu sayede: Paulo Betti, Lauro Escorel ve Eliane Giardini’nin yönettiği, 2017 Brezilya yapımı “A Fera na Selva”; Clara Van Gool’un yönettiği, 2018 Hollanda yapımı “The Beast in the Jungle” ve Patric Chiha’nın 2023 Fransa, Avusturya ve Belçika yapımı “La Bête dans la Jungle”. Bertrand Bonello’nun 2023 Fransa ve Kanada yapımı “La Bête” adlı bilim kurgu filmi ise esin kaynakları arasında James’in öyküsü de olan bir başka yapıt olarak çıktı sinema seyircisinin karşısına. 1903 tarihli öyküye sinemanın ilk ilgisini 120 yıl bekledikten sonra ve peş peşe örneklerle göstermesi belki telif haklarının sona ermesine de bağlı ilginç bir durum olsa gerek.

(“Madame de Mauves” – “Daisy Miller” – “Erdemin Öyküsü” – “The Story in It” – “Ormandaki Canavar” – “The Beast in the Jungle”)

Arapların Gözünden Haçlı Seferleri – Amin Maalouf

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un 1983 tarihli kitabı. Çok satan, beğenilen ve pek çok ödül kazanan Maalouf’un yayımlanan ilk kitabı olan eser, dönemin Arap tarihçilerinin ve yaşadıkları dönemdeki olayları tarihe kayıt düşmek için not eden vakanüvislerinin eserlerine dayanarak Haçlı Seferleri’ne Arapların gözünden bakan ilginç bir çalışma. İlki 1096 – 1099 arasında gerçekleştirilen, tam sayısı tartışmalı olsa da sonuncusunun 1291’de bittiği kabul edilen ve temel amacı Kudüs ve çevresindeki “kutsal topraklar”ı Müslümanların elinden almak olan “kutsal savaşlar”ı “öteki cephe”de “yaşandığı ve hikâye edildiği biçimde anlatmak” olarak ifade etmiş amacını Maalouf. Eserin sonundaki “Sonsöz” bölümünde bu seferlerin Arap dünyasında yarattığı kalıcı etkilere değinen yazar, bu kısım hariç bırakılırsa, gerçekten de sadece Arap dünyası üzerinden anlatmış bu seferlerin öykülerini. Kitabın sonunda Arap dünyasında 622 ile 1291 yılları arasında yaşanan olayları kronolojik olarak listeleyen Maalouf’un eseri o coğrafyalarda bugün de devam eden karmaşa ve kaosu, etnik ve dinsel unsurların nasıl iç içe geçtiğini, sadece tarih ve politika meraklıları için değil, tüm kitapseverler için de çekici bir biçimde aktarıyor okuyucuya. Batılı ve Doğulu yüzlerce farklı ismin ve “devlet”in öykülerinin iç içe geçtiği kitap bir tarih masalı tadını da taşıyor ve bugünün her olgusunun izlerini geçmişte aramak gerektiğini hatırlatıyor güçlü bir şekilde.

Fransız Akademisi üyesi olan ve eserlerini 27 yaşında yerleştiği Fransa’nın dili ile yazan Maalouf yapıtları ile Goncourt ve Prince of Asturias gibi prestijli ödüllerin sahibi olan bir sanatçı. Tarihçi olmayan bir ismin (üniversitede sosyoloji okumuş Maalouf), üstelik de kurgu olmayan bir kitapta, üzerine yazılmış koca bir literatür olan Haçlı Seferleri’ni anlatmayı seçmesi riskli bir tercih kuşkusuz. Ne var ki bu riski hem kaleminin gücü ile hem bu kutsal savaşları Batı’nın değil, Doğu’nun gözünden anlatması ile bir avantaja dönüştürmüş yazar. “Anlatıyı iyice ağırlaştırmamak için”, dipnot kullanmamış yazar ve onları kitabın sonunda ilgili bölümlerin notları ile birlikte sıralamayı tercih etmiş; aslında tek başına bu seçim bile yazarın bir tarih kitabı yazmaya, akademik bir eser üretmeye soyunmadığının göstergesi olarak değerlendirilmeli. Maalouf genellikle Arap tarihçi ve vakanüvislerin özgün metinlerinden yararlanmış ama notlarda belirttiği gibi Haçlı Seferleri ile ilgili Batılı kaynakların, çoğu 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında üretilmiş eserleri de kaynak olmuş kendisine. Burada bizim adımıza üzücü olan, gerek o dönemdeki Arap yazarların eserlerinin gerekse bu Batılı kaynakların yapıtlarının hemen hiçbirinin Türkçeye çevrilmemiş olması. Altı boş milliyetçilik söylemlerinde boğulup gitmeyi seçenlerin ağırlıkta olduğu bir ülkenin neden bu halde olduğunun açıklamalarından biri bu olsa gerek. Batı’dan gelen yüz binlerce insanın geçiş yolu üzerinde kurulu olan, ilgili savaşların hemen tamamı Selçuklu, Osmanlı veya Türkiye Cumhuriyeti döneminde sahip olduğu topraklarda yaşanan bir ülke için akıl almaz bir eksiklik bu kuşkusuz. Bu arada YKY’den çıkan çeviri ile ilgili bir eksikliği de not düşmekte yarar var: Dilimize çevrilmiş olan az sayıdaki eserin Türkçe baskıları ile ilgili bilgi verilmemiş olması bir sıkıntı. Örneğin İskoç yazar William Montgomery Watt’ın orijinali İngilizce olan 1972 tarihli “The Influence of Islam on Medieval Europe” adlı kitabı dilimize Hulusi Yavuz tarafından 1986’da çevrilmiş ve Boğaziçi Yayınları tarafından basılmış “İslâmın Avrupa’ya Tesiri” adı ile; ama biz kaynaklar arasında, Maalouf o şekilde belirttiği için, 1974 tarihli Fransızca çevirisini görebiliyoruz sadece.

Altı bölümde ele almış Maalouf Haçlı Seferlerini: İstila (1096 – 1100), İşgal (1100 – 1128), Karşı Saldırı (1128 – 1146), Zafer (1146 – 1187), Erteleme (1187 – 1244) ve Frenklerin Kovulması (1224 – 1291). Her bir bölümün başında o kısımda ele alınan olaylarla ilgili bir alıntı var tarihsel bir kişilikten; örneğin İstila başlıklı bölümü Selahaddin Eyyubi’nin “Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşçesine savaşıyorlar; oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz”. ifadesi ile açılıyor. Bunun gibi her bölümün başındaki alıntıyı, kitabın da bakış açısına uygun bir şekilde bir gerçek Arap karakterden (tarihçi ya da devlet adamı) seçmiş Maalouf.

Hristiyanların kutsal savaşlarının nedenlerinin ya da Müslümanlarla karşı karşıya kalıncaya kadar yaşadıklarının detayına hiç girmiyor Maalouf. Onun temel amacı bu savaşların Araplar tarafından nasıl algılandığı, Frenklerle nasıl mücadele ettikleri ve yaşananların Arapların (Türkler ve diğer bazı etnik kimliklerin de) toplumsal ve devlet yapılarında ne tür etkiler yarattığını anlatmak okuyucuya ki bunu da kesinlikle başarıyor. Kitabın ortaya koyduklarının en önemlilerinden biri, etnik ve dinsel kimliklerin bu savaşlar sırasında durmayı seçtikleri taraflar açısından birbirine karışması; Frenkler, Araplar, Hristiyanlar, Müslümanlar, Türkler vs. bu yıllarca süren savaşlar sırasında bazen “düşman” ile iş birliği yapıyorlar, kendi kimliklerinden olanlarla çatışıyor ve hatta ihanet ediyorlar birbirlerine. Bazen mezhep farklılıkları oluyor bunun nedeni, bazen kişisel hırslar veya çıkarlar; bazen de yönetilen birimin (devlet, emirlik, imparatorluk vs.) etnik ve / veya dinsel kimliklerinin ya da etnik ile dinsel olanın birbirinin önüne geçmesi. Bu konuda Maalouf’un kitabında onlarca farklı örnek var ve sık sık taraf değişiklikleri ve düşmanın dosta (veya tersi) dönüşmesini görüyoruz. Ekim 1108’deki bir savaşın manzarasını anlatan şu ifade iyi bir örnek bu konuda: “Bir tarafta, etrafında bin beş yüz şövalye ve Frenk piyadeleriyle Antakyalı Tancrède… yanlarında.. uzun örgülü altı yüz Türk süvarisi”. Başka örnekler ise gelen Frenklerin bazılarının yerlileşmesi nedeni ile çıkıyor: “Hiç Avrupa görmemiş Ermeni bir anneden doğma genç prenses, kendini Doğulu hissetmekte ve öyle davranmaktadır”. Bu da ne tarihin tamamının ne de tekil bir tarihsel olayın doğrusal bir çizgi ile ilerlediğini ve tarihin dar kalıplara sıkıştırılmış bir bakışla ele alınamayacağını hatırlatıyor okuyucuya. İç çatışmaların ne kadar sıradan olduğunu, “İstila” başlıklı bölümde okuduğumuz gibi, 1099 ile 1101 arasında “Bağdat’ın otuz ay içinde sekiz kez el değiştirmiş” olması sağlam bir şekilde gösteriyor.

İstisnasız tüm sınırların yapay olduğunu da anlıyorsunuz kitabı bitirdiğinizde; şu ya da bu eylem, karar ve düşüncenin sonucu oluşan bu sınırların az ya da çok hep birilerinin aleyhine, onları mutsuz eden bir sonuç yarattığını ve sonsuza kadar hep sorgulanacağını, yok edilmeye ya da değiştirilmeye çalışılacağını düşünmemek elde değil kitabı okurken. Bu “bitmeyecek” mücadelenin bugün de hâlâ en önemli odak noktalarından biri Kudüs elbette. Maalouf’un anlatısı, Haçlı Seferleri’nin tarihi boyunca bu “kutsal şehri” ele geçirmek ya da korumak için dökülen kanların da belli bir dönemi kapsayan özeti bir bakıma ve insanlığın ne kadar başarısız olduğunu da söylüyor bize. Üç farklı dinin farklı nedenlerle kutsal gördüğü ve aslında tam da bu nedenle dayanışmanın, hoşgörünün ve saygının sembolü olabilecek (en azından olması gereken) ve bizi daha iyi bir dünyaya taşıyabilecek şehrin bugün hâlâ savaş nedeni olması insanlığın geleceği ile igili iyimser bir düşünceye izin vermiyor.

Kitabın Sonsöz bölümünde Haçli Seferleri’nin Arap dünyası üzerindeki kalıcı etkilerini sıralamış ve yorumlamış Maalouf. “Araplar Haçlı Seferleri’nden önce de bazı “hastalıklar”dan mustaripti ve Frenklerin gelişi bunları ortaya çıkarıp ağırlaştırdı belki, ama yoktan var etmedi” diyor yazar ve bu hastalıkları “Dokuzuncu yüzyıldan sonra kaderinin iplerini elinden kaçırmış olmak” (Yöneticilerin hemen hepsinin yabancı; Türk, Ermeni, Kürt vs. olması), “İstikrarlı kurumlar inşa edememek” (Özellikle iktidarın el değiştirmesi konusunda), “Özgürlükler ve adalet konusunda belirlenmiş çerçevelere sahip olmamak” (Frenklerin, o dönemde “barbarca” diye nitelenebilecek olsa, da bu çerçeveyi net bir şekilde belirlemiş olduklarını söylüyor Maalouf) ve “kapalılık” (Arapların Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmesi; burada örnek olarak düşmanın dilini konuşabilmeyi veriyor yazar ve “… çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, birkaç Hristiyan dışında Araplar Batılıların dillerine kulaklarını tıkamışlardır” diyor) olarak sıralıyor. İşte bu hastalıkların, Haçlı Seferleri Avrupa’da “ekonomik ve kültürel bir devrim başlatır”ken, Doğu’da “uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açtığını” saptıyor. Bu içe kapanmanın sadece Arap dünyasının değil, İran ve Türkiye’nin de aşamadığı bir ikilem olduğu söylemi çok doğru kuşkusuz; çünkü Batı bu süreçten ders alarak, öğrenerek ve dışa açılarak çıkarken, Doğu hâlâ bu süreci yaşıyor, Maalouf’un vurguladığı gibi: “… iki dünya arasındaki kırılmanın, Arapların bugün bile bir tecavüz olarak duyumsadıkları Haçlı Seferleri’ne dayandığına kuşku yoktur”. Burada Mehmet Ali Ağca’nın Papa II. John Paul’e suikast girişimini örnek veriyor Maalouf ve Ağca’nın yazdığı br mektuptaki “Haçlıların başkomutanı (mektupta aslında “Haçlıların maskeli lideri” ifadesi var) Papa II. John Paul’ü öldürmeye karar verdim” tehdidinden söz ediyor. Ağca bu girişimi 1981’de gerçekleştirdi, Maalouf’un kitabı ise 1983’te yayımlandı. O tarihte çok daha doğru görünen bu örnek, aradan geçen kırk yılı aşkın süreden sonra, Ağca’nın eylemi ile ilgili farklı açıklamalar ve bitmeyen soru işaretleri olduğunu düşününce yeterince geçerli durmuyor.

Kitap boyunca karşınıza çıkacak onca kişi ve yer ismi; devlet, beylik, emirlik ve imparatorluk adları vs. içinde, eğer konuya uzman değilseniz, kaybolmanız hayli olası; ama bu durum kitabın değerini azaltmıyor. Tıpkı olayların analizine girişmemesi ve klasik bir tarih kitabına alışkın bir okuyucunun burada anlatılanları yeterince derin bulmaması ihtimali gibi, bu da bir sorun değil. Değil; çünkü Maalouf açık bir şekilde dile getirdiği gibi belli bir döneme kadar Batı’da üretilen eserlerin Haçlı Seferleri’ni “barbarlara karşı savaşan Batılılar” olarak nitelemesine karşı bir yerde duruyor ve “barbarlar”ın gözünden anlatıyor olan biteni ve, her ne kadar eserinin asıl konusu olmasa da, Arap dünyasının bu seferler sırasında bilim ve kültür alanında Batı’nın önünde olduğunu söylüyor. Evet, bir tarih kitabı değil bu ama başta o tanıma girenler ve kurgu türünde olanları da kapsamak üzere Haçlı Seferleri ile ilgili yeni okumaları teşvik edecek zengin içeriği ile önemli bir yapıt bu.

(“Les Croisades Vues par Les Arabes”)