Tembellik Hakkı – Paul Lafargue

Küba asıllı Fransız yazar Paul Lafargue’nin “tembellik hakkı”nı savunduğu 1883 tarihli kitabı. Karl Marx’ın kızı Laura ile evlenerek onun damadı olması ile de bilinen Lafargue tıp okusa da, tarihe politik eserler üreten bir yazar, ekonomist, gazeteci, edebiyat eleştirmeni ve aktivist olarak geçen ve en çok da “Tembellik Hakkı” kitabı ile bilinen ve tartışmalar yaratmış bir isim. Yetmiş yaşını aşmamaya kendi kendine verdiği söze uygun olarak, 69 yaşındayken ve o sırada 66 yaşında olan eşi ile birlikte yaşamına son veren Lafargue bu kitabında “ücretli emek” kavramı üzerinden, çalışmaya düzülen övgüye sert bir eleştiride bulunuyor ve insanın doğasında var olduğunu belirttiği tembelliğin savunuculuğunu üstleniyor. Lafargue, Marksist düşünce içinde çokça dile getirilen ve emek gücünün bir metaya dönüşmesini ifade etmek için kullanılan “ücretli emek” kavramına neden karşı olduğunu zaman zaman hayli sert ve alaycı bir dil ile eleştirmiş bu eserinde ve ortaya bugün de okunmayı, üzerinde düşünülmeyi ve tartışılmayı hak eden bir metin çıkarmış.

Kitabı dilimize çeviren Vedat Günyol eserin başında Lafargue’yi ve kitabı oluşturan düşüncelerini tanıtan bir önsöze yer vermiş ve burada kitabın bölümler halinde önce sosyalist gazete L’Égalité’de 1880’de yayımlandığını belirtmiş. Günyol, Lafargue’nin Çarlık Rusyası’nda Rus Devrimi’nden önce 1905 – 1907 arasında 17 baskı yapan kitap için Lenin’in “devrim kotarılmasında büyük etkisi oldu”ğunu söylediğini belirtmiş bu önsözde. Aralarındaki politik kimi farklılıklara rağmen Lenin’in, Lafargue ve eşinin 1911’deki cenaze törenine katılarak, onun “sosyalizmi egemen kılmak için burjuvaziye karşı verdiği savaşı” öven ve ona “Marksizmin en yetenekli ve engin yayıcılarından biri” ifadesi ile saygısını sunduğu bir konuşma yapmasının da gösterdiği gibi gibi önemli bir isimdi bu kitabın yazarı.

Vedat Günyol, gençlik günlerinden başlayarak “cumhuriyetçi, sosyalist, materyalist ve ateist” olduğunu belirttiği Lafargue’nin “sosyalistlerin bile çalışma zorunluluğunu insanlık dışı noktalara vardırdığı bir dönemde, tembellik hakkını savunmak gerektiğini duydu”ğunu yazmış önsözde ve tembellik ifadesine bir açıklama getirmiş: adını belirtmediği bir düşünürün önerisine uyarak, “tembellik” sözcüğünün yerine “boş zaman”ı koymak gerektiğini yazmış. Gerçekten de doğru bir saptama bu; çünkü kitap boyunca yazarın zaman zaman takındığı sert tavrın nedeni onun insanları tembelliğe teşvik etmesi değil; Lafargue din kurumundan politikacılara çalışmanın kendisini nerede ise kutsayan anlayışı ve baskıyı ret ediyor asıl olarak. Günyol’un önsözde belirttiği gibi Lafargue’den önce de tembellik (boş zaman) hakkını savunanlar olmuş; örneğin Jean Jacques Rousseau 1758’de yayımlanan “Lettre à D’Alembert sur les Spectacles” adlı denemesinde “Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister… Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır” diye yazmış ve T. S. Eliot “Boş zaman kültürün temelini oluşturur” demiş.

Lafargue 1883’te ilk kez yayımlanan kitaba yazdığı önsözde “olabilirse barışçı yollarla, olamazsa şiddet yoluyla kuracağımız sosyalist toplum” ifadesini kullanmış ve işte bu sözündeki savaşçı yanını sıkça gösterdiği “Tembellik Hakkı” kitabını Alman filozof ve yazar Gotthold Ephraim Lessing’den bir alıntı ile açmış: “Sevme, içme ve tembellik etme dışında her şeyde tembellik edelim”. Bu alıntısını doğrulayan düşüncelerini kitabı boyunca savunan yazar bir ateist olduğunu belirterek, kilisenin çalışmayı kutsamasını kendi kurumsal öğretisine ihaneti olarak görüyor ve Matta İncili’nden bir bölümle de açıklıyor bunu: “Tarlalalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor ne de yün eğiriyorlar… Süleyman o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bölünmüş değildi”. Lafargue’nin eleştirisinden sadece sermaye sahipleri, kilise kurumu ve burjuva sınıfı almıyor payını; yazar emekçi sınıfının da bu kutsamaya uygun davrandığını söylüyor ve şunu yapmaları gerektiğini söylüyor: “İşçi sınıfı kendi gücünün bilincine varmak için Hristiyan ahlakının, ekonominin, liberal düşüncenin önyargılarını ayaklar altına almalıdır… İnsan Hakları’ndan binlerce kez daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı ilan etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli”. Fransız filozof Antoine Destutt de Tracy’nin “Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk genellikle yoksuldur” cümlesini de bu bağlamda hatırlatıyor Lafargue.

Denemenin “Fazla Üretimin Ardından Gelen” başlıklı bölümünde “kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil; tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmak”tır diye yazıyor Lafargue ve bunun için yeni tüketiciler bulmaktan (beyaz insanın henüz elinin değmediği Afrika topraklarında yaşayanlar gibi) malların çabuk yıpranacak şekilde üretilmesine uzanan yöntemlerinin altını çiziyor. Kitabının ek bölümünde tarihin farklı dönemlerinden, özellikle de Eski Yunan döneminden “çalışma düşmanlığı” ile iglili örnekler veren Lafargue provokatif sözcüğünü rahatlıkla kullanabileceğimiz bu metninde “ücretli emek” kavramını anlamak ve tartışmak isteyenler, ve dünyaya sol bir görüşle bakanlar başta olmak üzere, genel olarak emek dünyası ve politika üzerine yazılan metinlere ilgi duyan herkesin okunması gereken bir yapıt.

(“Le Droit à la Paresse”)

Haksız Yönetime Karşı – Henry David Thoreau

Amerikalı yazar, şair ve filozof Henry David Thoreau’nun ilk kez 1849’da yayımlanan denemesi. İlk adı “Resistance to Civil Government” olan ama bugün daha çok “Civil Disobedience” ismi ile bilinen bu deneme, bizde sivil itaatsizlik olarak tanımlanan eylemi ele alan ilk eserlerden biri. Çevirmen Vedat Günyol’un “hümanist, dolayısı ile sosyalist” ifadesi ile tanıttığı Thoreau, yapıtında günümüzde de güncelliğini koruyan bir kavramı uzun bir deneme boyutu içinde ele alıyor ve hem bu direniş yöntemini -kendi pratiklerini de katarak- açıklıyor hem de haksız bir yönetim ve/veya kanun karşısında bireyin (ve toplumun) nasıl mücadele edebileceği konusunda yol gösterici bir tartışma açıyor. En ideal demokraside bile (ki bugün ideal olandan küresel bazda bir uzaklaşma söz konusu kesinlikle) vatandaşın karşı koyacağı (ya da koyması gerektiği), direneceği (ya da direnmesi gerektiği) bir yönetim kararı/uygulaması olacağı kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, bu eylem biçimi üzerine üretilen her türlü fikir ve eser okunmayı ve değerlendirilmeyi hak ediyor; Thoreau’nun yapıtının ek önemi ise ilklerden biri olmasından ve aralarında Gandhi ve Martin Luther King Jr. gibi önemli isimlerin mücadelelerine burada yazdıkları ile ilham vermesinden kaynaklanıyor. Nerede olursa olsun yanlış yasalara ve yanlış yönetimlere direnen ya da direnmenin yolunu arayanlar başta olmak üzere, herkesin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir yapıt bu.

Britannica Ansiklopedisi sivil direnişi şöyle tanımlıyor: “Bir hükümetin veya işgalci gücün taleplerine veya emirlerine itaat etmeyi, şiddete veya aktif muhalefet yöntemlerine başvurmadan reddetme. Genellikle amacı hükümeti veya işgalci gücü taviz vermeye zorlamaktır”. Thoreau’nun yapıtının esin kaynağı olduğu isimlerden Mahatma Gandhi ve Martin Luther King Jr.; ilki Hindistan’ın bağımsızlığı, ikincisi ise 1950 ve 60’lı yıllarda özellikle Afrika kökenli Amerikalıların hakları için verdikleri mücadelede şiddete başvurmayan, sivil direniş üzerine kurulu yöntemler benimsediler. Gandhi’nin 1920’de başlattığı ve “non-cooperation movement“ (iş birliği yapmama) adı ile bilinen hareketi, Hindistan’daki İngiliz yönetimini ve ülkenin ekonomisini destekleyecek işlerde çalışmama ve İngiliz ürünlerini boykot etme üzerine kuruluydu. Yine Gandhi’nin önderlik ettiği, 1930’da gerçekleştirilen ve 24 gün süren “Salt March” (Tuz Yürüyüşü) ise İngilizlerin tuz tekeline karşı düzenlenmişti ve şiddet içermeyen bir eylemdi. Martin Luther King Jr. ise ABD’deki ırkçı uygulamalarla, aralarında 1 yıl süren “otobüs boykotu”nun da olduğu (kamu otobüslerinde siyahları beyazlardan ayrı oturmaya mecbur kılan yasayı protesto etmek için düzenlenmişti) eylemlerle mücadele etmiş ve 1965’te gerçekleştirilen ve temel olarak siyahların oy hakkını savunan “Selma -Montgomery” yürüyüşleri ile de güçlü bir sivil direniş örneği vermişti. Thoreau “vergi ödememe” dışında pratik olarak pek bir sivil direniş örneği vermedi onlar gibi ama düşüncelerini ortaya koyduğu eseri sadece bu iki isme değil, genel olarak tüm sivil direniş çabalarına yol gösterdi.

Eserin başındaki önsözünde çevirmen Vedat Günyol, Thoreau’nun kitabı “bir gecelik hapisliğin verdiği öfke” ile kaleme aldığını yazmış; onu bir günlüğüne cezaevine götüren, vergisini ödemeyi ret etmesi, daha fazla hapiste kalmasını önleyen ise birisinin (muhtemelen teyzesinin) onun borcunu ödemesi olmuş. Yazarın yaşamı boyunca kölelik ile mücadele ettiğini ve bu mücadelesinde silahlı eylem yapmaktan çekinmeyen kölelik karşıtı John Brown’dan esinlendiğini hatırlatıyor Günyol ve hem yaşamı hem de eserine giden yol hakkında tatmin edici bilgiler veriyor önsözde. Buradaki ilginç bir not, çevirmenin kitaba vermeyi seçtiği Türkçe isim hakkında: “Resistance to Civil Government” başlığını “(Her Türlü) Yönetime Karşı” diye çevirmek gerekirdi diyor Günyol ve “Ama Thoreau’nun böyle kesin bir tutumu yok” diye yazıyor. Bu yüzden yazarın “asıl düşüncesine ve yapıtının ruhuna bağlı kalmak kaygısıyla “haksız” sıfatını eklemeyi uygun” bulmuş yönetim sözcüğünün önüne. Gerekçe kesinlikle doğru olmakla birlikte, yazarının yapmamayı seçtiği bir vurgulamayı çevirmenin yapmasının haklılığı tartışmalı kuşkusuz.

“En iyi hükümet en az yöneten hükümettir” yargısı (The United States Magazine and Democratic Review adlı derginin mottosundan almış bu sözü yazar) ile başlıyor kitabına Thoreau ve daha sonra “çaresizlik içinde başvurulan bir kolaylık” olarak tanımlıyor hükümeti ve daha da ileri giderek “hükümet arada bir engel olmasaydı” Amerikan halkının sağlam özyapısının çok daha fazlasını başarabileceği saptamasında bulunuyor. Bu ifadeler Günyol’un çevirideki isim tercihini sorgulatıyor gibi görünse de, Thoreau’nun “… ben hükümetin hemen ortadan kalkmasını değil, hemen daha iyi bir hükümet kurulmasını istiyorum” ifadesini kullandığına da dikkat etmek gerekiyor bu sorgulamayı yaparken. Yazarın temel olarak eleştirdiği, geçici bir araç olarak gördüğü hükümetin hedefin kendisine dönüşmesi olmuş ve bunun farklı örneklerini vermiş kitabında. İrlandalı şair Charles Wolfe’un “The Burial of Sir John Moore after Corunna” adlı şiirinden aldığı bir bölümle (“Ne bir davul duyuldu, ne bir ağıt / Biz cesedini surun dibine aceleyle taşırken/ Tek bir asker bile yapmadı bir veda atışı / Kahramanımızı gömdüğümüz mezarın üzerinden”) insanların, hükümete/devlete bir makine gibi hizmet etmekten öteye geçemediğini anlatırken, İngiliz din bilgini ve filozof William Paley’nin “halka zarar vermeden, kurulu yönetime karşı konamıyor ya da bu yönetim değiştirilemiyorsa, o zaman, kurulu hükümete boyun eğmek Tanrı’nın iradesi gereğidir” görüşünü eleştiriyor.

Kitapta ABD – Meksika Savaşı (1846 – 1848) sık sık çıkıyor karşımıza. Bu savaşa ve kölelik uygulamasına karşıtlığı nedeni ile vergisini ödemeyen Thoreau, Meksika’yı işgal eden ABD’nin başta Texas olmak üzere çeşitli bölgelere kalıcı olarak el koyması ile sonuçlanan savaşı “haksız yönetim” örneklerinden biri olarak gösteriyor birkaç kez. İşte bu tür hükümetlere yönetimi veren seçimlerde oy vermeyi “bir çeşit kumar” olarak nitelerken, “Doğruya oy vermek bile, doğru uğrunda bir şey yapmak değildir; yalnızca doğrunun üstün gelmesi youndaki isteğimizi insanlara az buçuk duyurmaktır” diyerek, “seçim sandığı fanatizmi” ile dalga da geçiyor. Thoreau haksız yasalara “çoğunluğu onları değiştirmeye ikna etmeye çalışarak” direnmenin anlamsız olduğunu söylerken, seçimi tek değişim yöntemi olarak görmenin ve değişiklik gerçekleşene kadar boyun eğmenin yanlışlığının altını çiziyor. Onun bu görüşü, günümüzde ülkemiz dahil pek çok yerde yaşanan toplumsal hareketlerin haklılığının da bir kanıtı kuşkusuz.

Thoreau ideal bir yönetim biçimini doğrudan tanımlamıyor ama “demokrasi, bildiğimiz durumuyla, mümkün olabilen en son gelişme midir acaba?” sorusunu soruyor ve en azından şu yönetimi gösteriyor ideal olarak: “bütün insanlara karşı doğru olmayı göze alabilsin… kendisiyle kaynaşmayan, kendisinin de benimsemediği insanın varlığını kendi rahatıyla bağdaşmaz saymasın”. Devleti, “bütün gücünün ve otoritesinin kaynağı olan insan tekini daha yüce ve bağımsız bir güç olarak kabul” etmeye davet eden Thoreau’nun yapıtının sonunda “Seçme Parçalar” başlığı altında birbirinden bağımsız ve seçme notlar havasında kısa yazılar var. Kitabın konusu ile ilgisi olmayan bu yazıların (örneğin “Çalışkan olmak elvermez, karıncalar da çalışkandır. Ne için çalışıyorsun, amacın ne, onu söyle!” alıntısı Thoreau’nun 1857’de arkadaşı Harrison Gray Otis Blake’e yazdığı bir mektuptan) kitaba eklenmesi (herhalde Türkçe baskısında olmuş bu) pek de doğru bir seçim değil; çünkü Thoreau ile ilgili bir inceleme kitabı değil bu ve eserin teması ile de hiçbir ilgileri yok bu notların.

(“Resistance to Civil Government” – “On the Duty of Civil Disobedience” – “Civil Disobedience”)

Kutsal Sığınak – William Faulkner

1949’da “modern Amerikan romancılığına güçlü ve sanatsal açıdan benzersiz katkısı” gerekçesi ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ABD’li yazar William Faulkner’ın 1931 tarihli romanı. Alkollü içkinin üretimi, ithali, taşınması ve satışının yasak olduğu “İçki Yasağı” döneminde (1920 – 1933) geçen bir öyküsü olan kitap “tartışmalı” unsurları nedeni ile dikkat çekmişti ilk yayımlandığında. Faulkner’ın 1951’de “Requiem for a Nun” adı ile devamını da yazdığı roman, “Southern Gothic” ismi ile tanımlanan ve farklı sanat dallarında örnekleri olan bir türün unsurlarını kısmen de olsa barındıran, ilginç bir çalışma. Yazarının “sadece para kazanmak için” yazdığını söylediği kitap hem -hemen olmasa da- ticari bir başarı kazanmış hem de eleştirmenlerin -en azından bir kısmının- beğenisini almıştı. İçki yasağı, yoksulluk, tecavüz, cinayet ve kötülük gibi farklı temalar üzerine kurulu olan roman eliptik bir anlatım tarzı ile okuyucusundan dikkatli bir okuma talep ederken, popüler kitapların havasını da koruyor ki bu da ticari ve sanatsal başarısının açıklayıcısı oluyor.

Faulkner’ın romanı iki kez uyarlanmış sinemaya: Stephen Roberts’ın yönettiği 1933 tarihli “The Story of Temple Drake“ ve Tony Richardson’ın 1961’de çektiği, “Sanctuary” ve “Requiem for a Nun” romanlarının ikisini birden kaynak olarak kullanan “Sanctuary”. Bu uyarlamaların ilki romanın tartışmalı unsurları yumuşatılmasına rağmen sansürün müdahalesine maruz kalmış ve hatta başlangıçta Faulkner’ın bu romanının sinemaya herhangi bir şekilde taşınmasına izin verilmeyeceği de söylenmiş sansürün başındaki Will H. Hays tarafından. İkinci uyarlama ise Tony Richardson, Lee Remick ve Yves Montand gibi güçlü isimlere rağmen, sinema değeri açısından ilkinin düzeyine ulaşamamıştı.

Tüm olayların, üst sınıftan ve üniversite öğrencisi bir genç kız ve öyküdeki tüm erkek karakterlerin ona bakışı üzerinden anlatıldığı roman böylece bir bakıma 1930’lu yıllarda ABD’nin güneyinde kadının konumunu da getiriyor okuyucunun karşısına. Burada ilginç olan bu erkek karakterlerin toplumun farklı sınıflarından olması ve hatta suçlular ve onlarla ilişkili işler yapan avukat ve savcı gibi zıt kutuplarda yer alanlardan oluşması. Temple adındaki genç kadının başına gelenler ve kaybolması etrafında dönen öykü kadının konumunun zorluğunu güçlü biçimde yansıtırken, dönemi için neden tartışmalı olduğunu anlamanızı sağlayan unsurlar içeriyor. Her ne kadar doğrudan sözcüklere dökülmese de, başta “mısır koçanı” ile yaşananlar olmak üzere ima edilenler yeterince sert ve ilk sinema uyarlamasının sansürle başının neden derde girdiğini çok net bir şekilde açıklıyor. Aslında sadece bu öğeler değil romanı sert ve karanlık kılan; Faulkner başta avukat ve yasadışı içki üreten adamın sevgilisi olmak üzere kimi karakterleri ve olayların gelişimi ile de destekliyor yarattığı karanlığı ve “para kazanmak” için yazılan türde olan kitaplarda pek de rastlanmayan bir tercihte bulunuyor. Bu saptamalar kitabın, karakterini ve kimi “gotik” öğelerini sömürdüğü anlamına gelmemeli; Faulkner popüler bir hava içinde ama anlattığı kişi ve olaylara kesinlikle belli bir mesafeden ve özenle yaklaşan bir dil kullanmış çünkü.

Popeye adındaki karakterle avukatın bir pınarın başında karşılaşmaları ile açılan kitabın bu giriş bölümü, bir western filmin senaryosunu andırıyor adeta. Gustave Flaubert’in ölümsüz Madam Bovary karakterine -beklenmeyen- bir gönderme de içeren bu bölüm ve özellikle başlarda zaman ve mekânın değişmediği uzun bölümler Faulkner’ın usta kalemi ile oldukça önemli bir çekicilik katıyor kitaba. Burada dikkat çeken en önemli tercih ise yazarın belirsizlik ve hatta soru işaretleri yaratacak şekilde, “eliptik” denebilecek bir biçim seçmesi. Örneğin bir ölünün haber verildiği satırlar birden çıkıyor okuyucunun karşısına; ölünün kimliği ve ne olup bittiği ilerleyen bölümlerde netleşiyor ve bir tür geriye dönüşlerle anlıyoruz yaşananları. Bu seçimi daha da iddialı kılan ise bazı olguları (örneğin avukatın eşi ile olan ilişkisinin niteliği ve akıbeti) özellikle belirsiz bırakması Faulkner’ın ve tüm bunları karanlık (ya da karamsar) bir atmosferi hissettirmek için kullanması.

Kitap doğrudan sosyal meseleleri ele almıyor veya öne çıkarmıyor ama içki yasağının yarattığı irili ufaklı çetelerden yoksulluğa, sınıf farkından grevlere (ve grev kırıcılara) ve adalet mekanizmasındaki yozlaşmadan kadının konumuna ve insanın kötücül doğasına farklı konuları doğal bir parçası yapıyor anlattıklarının. 1932’de Kanada’da satılması yasaklanan ve hatta Faulkner’ın bir izci topluluğun liderliğinin elinden alınmasına neden olan kitabın “kahraman”ı olan avukat karakteri yazarın eserlerinde yarattığı tüm karakterler içinde en ilginç olanlardan biri; iyi niyetli ve içinde bulunduğu toplumun kabalığı ve sertliği ile uyuşmayan bir nezaketin sahibi olan adam, etrafındakilerin ve düzenin karşısında etkisiz kalıyor ve romanın karamsar ve hatta yılgın atmosferinin en sağlam sembolü oluyor.

Fransız edebiyatçı Andre Malraux, romanın Fransızca baskısına yazdığı önsözde kitap için şu ifadeyi kullanmış: “Bir dedektiflik öyküsüne bir Yunan trajedisi katıyor”. Bu tanımı hak eden roman Faulkner’ın bestseller olduğunu gördüğü tek kitabıydı ve diğer yapıtlarının gerisinde kalmasında onun “özellikle para kazanmak için yazdım… hayal edebileceğim en korkunç hikâyeyi yarattım ve sadece üç haftada tamamladım” ifadesinin önemli bir payı olsa gerek. Ne var ki en azından başlangıçta beklediği parayı kazanamamış Faulkner; çünkü kitabı basan yayınevi iflasını ilan etmiş kısa bir süre sonra.

(“Sanctuary”)

Olağanüstü Masallar – Jorge Luis Borges / Adolfo Bioy Casares

Arjantinli yazarlar Jorge Luis Borges ve Adolfo Bioy Casares’in derlediği bir “düşler antolojisi”. İspanyolcadan İngilizceye yaptığı çevirilerle bilinen Anthony Kerrigan’ın -kitaptaki ifadeye göre- “düzenlediği ve çevirdiği” ve ilk kez İngilizce olarak, 1971’de yayımlanan kitap dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı toplumlarında ve farklı zamanlarda oluşturulmuş ve çoğu çok kısa, metinlerden oluşuyor ve Kerrigan eserin, “bir metaforlar, restrospektif kehanetler, olumlu ve olumsuz anıştırmalar antolojisi” de olduğunu söylüyor. Olağanüstü olaylar, doğaüstü unsurlar üzerine kurulu masallar, anekdotlar ve mesellerden oluşan bu derleme için yazdıkları kısa “ön not”da Borges ve Casares “… bu sayfaların bizi eğlendirdiği gibi seni de eğlendireceğine inanıyoruz” demişler okuyucuya. Eğlendirmenin yanında, meraklandıran ve düşündüren içerikleri de olan ve Borges’in elinin değdiği her yapıt gibi okunmayı kesinlikle hak eden bir kitap bu.

Yazarların kısa önsözüne ek olarak, çevirmen Anthony Kerrigan uzun ve değerli bir metin hazırlamış tanıtım için ve bu metni Fransız şair, deneme yazarı ve felsefeci Paul Valéry’den bir alıntı ile açmış: “İnsanlığın tüm düşünce tarihi, önemi müthiş kendi küçük sayısız kâbusun oyunundan başka bir şey değildir; oysa uykuda önemi çok az, kısacık müthiş kâbuslar görürüz”. Kitabın ağırlıklı olarak düşler (kâbuslar) ya da düşsel olaylardan (bu olaylardaki kâbuslardan) söz eden metinlerden oluşan içeriği bu alıntıyı isabetli bir seçim kılıyor. Kerrigan eseri, bu bağlamda, “düşlenilmiş kitap” olarak tanımlamış ve Borges’in “her şeyin önceden düşlenilmiş olduğundan açıkça kuşkulanması”ndan söz etmiş. Klasik anlamda bir antoloji değil bu; farklı kalemlerden çıkan (ya da yazıdan önce, farklı ağızlardan anlatılan) metinler orijinal sahiplerinin isimleri ile yer alsa da kitapta, bu metinlerin bazılarını yeniden yaratmış Borges ve Casares ikilisi. Bu yeniden yaratmanın örneklerinden biri, O. Henry adı ile yazan Amerikalı William Sydney Porter’ın son edebî çalışması olan ve tamamlayamadığı “Düş” (The Dream) adlı kısa hikâyesi için yaptıkları. Yazarlar ele aldıkları metinleri bazen kısaltmışlar, bazen de ufak değişikliklerle yeniden kurgulamışlar; ama bu yeniden yaratmalarla ilgili olarak özel bir bilgi vermemişler. Dolayısı ile kitaplardaki metinleri, Borges / Casares yazsaydı nasıl yazarlardı diye değerlendirmek de mümkün; ya da, kitabın kavramsal yapısı üzerinden yola çıkarsak, bu metinleri Borges ve Casares’in kendilerinin yazdıklarını düşlediklerini düşünebiliriz. Yazarların, metinlerini alıntıladıkları sanatçılar arasında kendilerinin de olması (örneğin “Selâmet” Casares’e ait, “Odin” ise Borges’in Arjantinli mikrobiyolog, sihirbaz ve deneme yazarı Delia Ingenieros ile birlikte yazdığı ve 1951’de yayımlanan “Antiquas Literaturas Germánicas” adlı kitaptan alınmış.

Alıntıladıkları metinlerin bazılarına yeni başlıklar da veren Borges ve Casares farklı dönemlerin ve kültürlerin birbirlerini beslediğini ve uygarlığın, bu bağlamda bir süreklilik/devamlılık içinde geliştiğini de göstermişler bu derlemeleri ile. Edwin Morgan’ın “Galler ve Corwnwall’e Hafta Sonu Arkadaşı” (“Week-End Companion to Wales and Cornwall”) adlı eserinden alıntılanan “Oyunun Gölgesi, I” ile Celestino Palomeque’nin “Cabotaje en Mozambique” adlı eserinden alıntılanan “Oyunun Gölgesi, II” birbirleri ile ortaklığı olan metinler ve en azından birinin yazarı, kitabın yapısına uygun olarak, aslında var olmayan birine ait. Borges ve Casares, bu metinlerden ikincisini Times gazetesinin edebiyat ekinde gördükleri bir başka metinden yola çıkarak yaratmışlar ve yazara isim olarak Casares’in babasını dolandıran bir avukatın adından yola çıkarak uydurdukları bir ismi seçmişler! Kitaptaki her bir metnin kaynağının ve tarihinin belirtilmiş olması iki temel yarar sağlamış: Meraklısını yeni okumalar için teşvik etmesi ve okuduğunuz metni belli bir tarih, coğrafya ve kültür içinde değerlendirme fırsatını vermesi. Ağırlıklı olarak Doğu kültüründen (Çin, Hint, Arap vs.) olsa da alıntılar, Batı’dan da seçmiş yazarlar metinleri ve MÖ dönemlerinden 1950’lere kadar uzanan geniş bir tarih aralığının eserleri kaynak olmuş yazarlara (“Bir Şefin Ölümü” başlıklı ve 1894 tarihli metin için Türkçe baskıda 1984 yazılmış yanlışlıkla).

Kaynak eserlerin Türkçe baskıları olanları için dipnotta bu bilgilerin verilmesinin, -muhtemelen tüm metinler için yapılmış olmasa da- doğru bir seçim olduğu kitap; düş içinde düşlerin görüldüğü, hatta birinin bir başkasının düşüne girdiğini düşlediği, düşle gerçeğin birbirine girdiği yazıların yer aldığı bir derleme. Sadece birkaç cümleden oluşan metinler de var kitapta ve en uzunu da 3, 4 sayfayı geçmiyor. Dolayısı ile hızlı ve rahat okunabilen ama bu hızın çekiciliğine kapılıp yüzeysel bir okumaya sürüklenmeden, dikkatle ele alınması gereken, “eğlenceli” bir yapıt bu.

(“Extraordinary Tales”)