Kutsal Sığınak – William Faulkner

1949’da “modern Amerikan romancılığına güçlü ve sanatsal açıdan benzersiz katkısı” gerekçesi ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ABD’li yazar William Faulkner’ın 1931 tarihli romanı. Alkollü içkinin üretimi, ithali, taşınması ve satışının yasak olduğu “İçki Yasağı” döneminde (1920 – 1933) geçen bir öyküsü olan kitap “tartışmalı” unsurları nedeni ile dikkat çekmişti ilk yayımlandığında. Faulkner’ın 1951’de “Requiem for a Nun” adı ile devamını da yazdığı roman, “Southern Gothic” ismi ile tanımlanan ve farklı sanat dallarında örnekleri olan bir türün unsurlarını kısmen de olsa barındıran, ilginç bir çalışma. Yazarının “sadece para kazanmak için” yazdığını söylediği kitap hem -hemen olmasa da- ticari bir başarı kazanmış hem de eleştirmenlerin -en azından bir kısmının- beğenisini almıştı. İçki yasağı, yoksulluk, tecavüz, cinayet ve kötülük gibi farklı temalar üzerine kurulu olan roman eliptik bir anlatım tarzı ile okuyucusundan dikkatli bir okuma talep ederken, popüler kitapların havasını da koruyor ki bu da ticari ve sanatsal başarısının açıklayıcısı oluyor.

Faulkner’ın romanı iki kez uyarlanmış sinemaya: Stephen Roberts’ın yönettiği 1933 tarihli “The Story of Temple Drake“ ve Tony Richardson’ın 1961’de çektiği, “Sanctuary” ve “Requiem for a Nun” romanlarının ikisini birden kaynak olarak kullanan “Sanctuary”. Bu uyarlamaların ilki romanın tartışmalı unsurları yumuşatılmasına rağmen sansürün müdahalesine maruz kalmış ve hatta başlangıçta Faulkner’ın bu romanının sinemaya herhangi bir şekilde taşınmasına izin verilmeyeceği de söylenmiş sansürün başındaki Will H. Hays tarafından. İkinci uyarlama ise Tony Richardson, Lee Remick ve Yves Montand gibi güçlü isimlere rağmen, sinema değeri açısından ilkinin düzeyine ulaşamamıştı.

Tüm olayların, üst sınıftan ve üniversite öğrencisi bir genç kız ve öyküdeki tüm erkek karakterlerin ona bakışı üzerinden anlatıldığı roman böylece bir bakıma 1930’lu yıllarda ABD’nin güneyinde kadının konumunu da getiriyor okuyucunun karşısına. Burada ilginç olan bu erkek karakterlerin toplumun farklı sınıflarından olması ve hatta suçlular ve onlarla ilişkili işler yapan avukat ve savcı gibi zıt kutuplarda yer alanlardan oluşması. Temple adındaki genç kadının başına gelenler ve kaybolması etrafında dönen öykü kadının konumunun zorluğunu güçlü biçimde yansıtırken, dönemi için neden tartışmalı olduğunu anlamanızı sağlayan unsurlar içeriyor. Her ne kadar doğrudan sözcüklere dökülmese de, başta “mısır koçanı” ile yaşananlar olmak üzere ima edilenler yeterince sert ve ilk sinema uyarlamasının sansürle başının neden derde girdiğini çok net bir şekilde açıklıyor. Aslında sadece bu öğeler değil romanı sert ve karanlık kılan; Faulkner başta avukat ve yasadışı içki üreten adamın sevgilisi olmak üzere kimi karakterleri ve olayların gelişimi ile de destekliyor yarattığı karanlığı ve “para kazanmak” için yazılan türde olan kitaplarda pek de rastlanmayan bir tercihte bulunuyor. Bu saptamalar kitabın, karakterini ve kimi “gotik” öğelerini sömürdüğü anlamına gelmemeli; Faulkner popüler bir hava içinde ama anlattığı kişi ve olaylara kesinlikle belli bir mesafeden ve özenle yaklaşan bir dil kullanmış çünkü.

Popeye adındaki karakterle avukatın bir pınarın başında karşılaşmaları ile açılan kitabın bu giriş bölümü, bir western filmin senaryosunu andırıyor adeta. Gustave Flaubert’in ölümsüz Madam Bovary karakterine -beklenmeyen- bir gönderme de içeren bu bölüm ve özellikle başlarda zaman ve mekânın değişmediği uzun bölümler Faulkner’ın usta kalemi ile oldukça önemli bir çekicilik katıyor kitaba. Burada dikkat çeken en önemli tercih ise yazarın belirsizlik ve hatta soru işaretleri yaratacak şekilde, “eliptik” denebilecek bir biçim seçmesi. Örneğin bir ölünün haber verildiği satırlar birden çıkıyor okuyucunun karşısına; ölünün kimliği ve ne olup bittiği ilerleyen bölümlerde netleşiyor ve bir tür geriye dönüşlerle anlıyoruz yaşananları. Bu seçimi daha da iddialı kılan ise bazı olguları (örneğin avukatın eşi ile olan ilişkisinin niteliği ve akıbeti) özellikle belirsiz bırakması Faulkner’ın ve tüm bunları karanlık (ya da karamsar) bir atmosferi hissettirmek için kullanması.

Kitap doğrudan sosyal meseleleri ele almıyor veya öne çıkarmıyor ama içki yasağının yarattığı irili ufaklı çetelerden yoksulluğa, sınıf farkından grevlere (ve grev kırıcılara) ve adalet mekanizmasındaki yozlaşmadan kadının konumuna ve insanın kötücül doğasına farklı konuları doğal bir parçası yapıyor anlattıklarının. 1932’de Kanada’da satılması yasaklanan ve hatta Faulkner’ın bir izci topluluğun liderliğinin elinden alınmasına neden olan kitabın “kahraman”ı olan avukat karakteri yazarın eserlerinde yarattığı tüm karakterler içinde en ilginç olanlardan biri; iyi niyetli ve içinde bulunduğu toplumun kabalığı ve sertliği ile uyuşmayan bir nezaketin sahibi olan adam, etrafındakilerin ve düzenin karşısında etkisiz kalıyor ve romanın karamsar ve hatta yılgın atmosferinin en sağlam sembolü oluyor.

Fransız edebiyatçı Andre Malraux, romanın Fransızca baskısına yazdığı önsözde kitap için şu ifadeyi kullanmış: “Bir dedektiflik öyküsüne bir Yunan trajedisi katıyor”. Bu tanımı hak eden roman Faulkner’ın bestseller olduğunu gördüğü tek kitabıydı ve diğer yapıtlarının gerisinde kalmasında onun “özellikle para kazanmak için yazdım… hayal edebileceğim en korkunç hikâyeyi yarattım ve sadece üç haftada tamamladım” ifadesinin önemli bir payı olsa gerek. Ne var ki en azından başlangıçta beklediği parayı kazanamamış Faulkner; çünkü kitabı basan yayınevi iflasını ilan etmiş kısa bir süre sonra.

(“Sanctuary”)

Olağanüstü Masallar – Jorge Luis Borges / Adolfo Bioy Casares

Arjantinli yazarlar Jorge Luis Borges ve Adolfo Bioy Casares’in derlediği bir “düşler antolojisi”. İspanyolcadan İngilizceye yaptığı çevirilerle bilinen Anthony Kerrigan’ın -kitaptaki ifadeye göre- “düzenlediği ve çevirdiği” ve ilk kez İngilizce olarak, 1971’de yayımlanan kitap dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı toplumlarında ve farklı zamanlarda oluşturulmuş ve çoğu çok kısa, metinlerden oluşuyor ve Kerrigan eserin, “bir metaforlar, restrospektif kehanetler, olumlu ve olumsuz anıştırmalar antolojisi” de olduğunu söylüyor. Olağanüstü olaylar, doğaüstü unsurlar üzerine kurulu masallar, anekdotlar ve mesellerden oluşan bu derleme için yazdıkları kısa “ön not”da Borges ve Casares “… bu sayfaların bizi eğlendirdiği gibi seni de eğlendireceğine inanıyoruz” demişler okuyucuya. Eğlendirmenin yanında, meraklandıran ve düşündüren içerikleri de olan ve Borges’in elinin değdiği her yapıt gibi okunmayı kesinlikle hak eden bir kitap bu.

Yazarların kısa önsözüne ek olarak, çevirmen Anthony Kerrigan uzun ve değerli bir metin hazırlamış tanıtım için ve bu metni Fransız şair, deneme yazarı ve felsefeci Paul Valéry’den bir alıntı ile açmış: “İnsanlığın tüm düşünce tarihi, önemi müthiş kendi küçük sayısız kâbusun oyunundan başka bir şey değildir; oysa uykuda önemi çok az, kısacık müthiş kâbuslar görürüz”. Kitabın ağırlıklı olarak düşler (kâbuslar) ya da düşsel olaylardan (bu olaylardaki kâbuslardan) söz eden metinlerden oluşan içeriği bu alıntıyı isabetli bir seçim kılıyor. Kerrigan eseri, bu bağlamda, “düşlenilmiş kitap” olarak tanımlamış ve Borges’in “her şeyin önceden düşlenilmiş olduğundan açıkça kuşkulanması”ndan söz etmiş. Klasik anlamda bir antoloji değil bu; farklı kalemlerden çıkan (ya da yazıdan önce, farklı ağızlardan anlatılan) metinler orijinal sahiplerinin isimleri ile yer alsa da kitapta, bu metinlerin bazılarını yeniden yaratmış Borges ve Casares ikilisi. Bu yeniden yaratmanın örneklerinden biri, O. Henry adı ile yazan Amerikalı William Sydney Porter’ın son edebî çalışması olan ve tamamlayamadığı “Düş” (The Dream) adlı kısa hikâyesi için yaptıkları. Yazarlar ele aldıkları metinleri bazen kısaltmışlar, bazen de ufak değişikliklerle yeniden kurgulamışlar; ama bu yeniden yaratmalarla ilgili olarak özel bir bilgi vermemişler. Dolayısı ile kitaplardaki metinleri, Borges / Casares yazsaydı nasıl yazarlardı diye değerlendirmek de mümkün; ya da, kitabın kavramsal yapısı üzerinden yola çıkarsak, bu metinleri Borges ve Casares’in kendilerinin yazdıklarını düşlediklerini düşünebiliriz. Yazarların, metinlerini alıntıladıkları sanatçılar arasında kendilerinin de olması (örneğin “Selâmet” Casares’e ait, “Odin” ise Borges’in Arjantinli mikrobiyolog, sihirbaz ve deneme yazarı Delia Ingenieros ile birlikte yazdığı ve 1951’de yayımlanan “Antiquas Literaturas Germánicas” adlı kitaptan alınmış.

Alıntıladıkları metinlerin bazılarına yeni başlıklar da veren Borges ve Casares farklı dönemlerin ve kültürlerin birbirlerini beslediğini ve uygarlığın, bu bağlamda bir süreklilik/devamlılık içinde geliştiğini de göstermişler bu derlemeleri ile. Edwin Morgan’ın “Galler ve Corwnwall’e Hafta Sonu Arkadaşı” (“Week-End Companion to Wales and Cornwall”) adlı eserinden alıntılanan “Oyunun Gölgesi, I” ile Celestino Palomeque’nin “Cabotaje en Mozambique” adlı eserinden alıntılanan “Oyunun Gölgesi, II” birbirleri ile ortaklığı olan metinler ve en azından birinin yazarı, kitabın yapısına uygun olarak, aslında var olmayan birine ait. Borges ve Casares, bu metinlerden ikincisini Times gazetesinin edebiyat ekinde gördükleri bir başka metinden yola çıkarak yaratmışlar ve yazara isim olarak Casares’in babasını dolandıran bir avukatın adından yola çıkarak uydurdukları bir ismi seçmişler! Kitaptaki her bir metnin kaynağının ve tarihinin belirtilmiş olması iki temel yarar sağlamış: Meraklısını yeni okumalar için teşvik etmesi ve okuduğunuz metni belli bir tarih, coğrafya ve kültür içinde değerlendirme fırsatını vermesi. Ağırlıklı olarak Doğu kültüründen (Çin, Hint, Arap vs.) olsa da alıntılar, Batı’dan da seçmiş yazarlar metinleri ve MÖ dönemlerinden 1950’lere kadar uzanan geniş bir tarih aralığının eserleri kaynak olmuş yazarlara (“Bir Şefin Ölümü” başlıklı ve 1894 tarihli metin için Türkçe baskıda 1984 yazılmış yanlışlıkla).

Kaynak eserlerin Türkçe baskıları olanları için dipnotta bu bilgilerin verilmesinin, -muhtemelen tüm metinler için yapılmış olmasa da- doğru bir seçim olduğu kitap; düş içinde düşlerin görüldüğü, hatta birinin bir başkasının düşüne girdiğini düşlediği, düşle gerçeğin birbirine girdiği yazıların yer aldığı bir derleme. Sadece birkaç cümleden oluşan metinler de var kitapta ve en uzunu da 3, 4 sayfayı geçmiyor. Dolayısı ile hızlı ve rahat okunabilen ama bu hızın çekiciliğine kapılıp yüzeysel bir okumaya sürüklenmeden, dikkatle ele alınması gereken, “eğlenceli” bir yapıt bu.

(“Extraordinary Tales”)

Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir – Alain de Botton

İsviçre doğumlu Britanyalı yazar Alain de Botton’un 1997 tarihli ve kurgusal olmayan ilk kitabı. ABD ve Birleşik Krallık’ta çoksatanlar listesine giren, 2000’de aynı isimle ve yazar ile uzun bir konuşmayı da içeren bir BBC yarı-belgeseline konu olan kitap, Fransız yazar Marcel Proust’un 1922 – 1931 arasında 7 ayrı cilt halinde basılan “Kayıp Zamanın İzinde” (À La Recherche du Temps Perdu”) adlı dev eserinin ve yazarının hayatının bizim yaşamımızı nasıl değiştirebileceğini (ya da değiştiremeyeceğini) ele alan bir çalışma. 2000 tarihli kitabı “Felsefenin Tesellisi”nde (The Consolations of Philosophy) felsefenin günlük yaşamdaki işlevleri ve yeri üzerine yazan Alain de Botton burada da benzer bir iş yapıyor ve “derin konular”ı popüler bir dil ile “basitleştirerek” çıkarıyor okuyucunun karşısına ve bunu yaparken zaman zaman esprili ve ironik bir yaklaşım kullanarak, rahat ve keyifle okunan bir sonuç elde ediyor. Kitabının son cümlesinde, “En iyi kitap bile bir kenara atılmayı hak eder” diyen de Botton edebiyatın ve edebiyatçıların dünyasından kendimize ne tür dersler çıkarabileceğimizi anlatırken, yaşamın güzel basitliğini ve gizemli sıradanlığını hatırlamamızı da sağlıyor. Bir kişisel gelişim kitabından elbette daha üst düzeyde ama yine de sonuçta o türe sokulabilecek, okumanın güzelliğini ve yararlarını anlatan kitap Proust’un eseri üzerinden, aslında kendisi yaşamınızı değiştirmeyi hedefliyor!

Pulitzer ödüllü edebiyatçı ve eleştirmen John Updike, The New Yorker için 1997’de yazdığı eleştiride, Alain de Botton’un kitabı için Proust’un sadece dev eserini değil, özel yaşamını da detaylı bir şekilde araştırmasını överken şu ifadeleri kullanmış: “Birçok kurgusal kitaptan daha fazla ilgileniyor insanla, daha çok düş gücü içeriyor… de Botton, Proust’un yaşamından bizim için dersler çıkarırken, onun yapıtlarını bizim yerimize bir kez daha okuyor; o kocaman, kutsal gölü damıttığı tatlı, berrak suyla dolduruyor”. Proust için “kocaman ve kutsal göl” ifadesi ne kadar doğruysa, de Botton’un da bu kitabı ile onu ortalama bir okur için kolayca içine girilebilir ve içilebilir tatlılıkta bir suyla doldurduğu o derece doğru gerçekten de. De Botton’un kendi resmî sitesinde ise kitap için şu ifadeler kullanılmış: “Kitabın çıkış noktası, büyük bir romanın -okuyucu için- hayat değiştirici olabileceğidir… Kitap edebiyatın gücü ve önemini Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın Peşinde”si üzerinden ele almaktadır… Neredeyse belirsizliğin ve alakasızlığın eş anlamlısı olan Proust’un romanı; aşkın, toplumun, sanatın ve varoluşun anlamının işleyişine dair paha biçilmez bir içgörü kaynağıdır”

Evet, derin bir felsefenin veya analizin peşine düşmemiş de Botton ama Proust’un gerek kaynak ve araç olarak kullandığı kitabını gerekse yaşamını sıkı bir şekilde incelemiş ve bu incelemesinin sonuçlarını da kendi eserinin hemen her sayfasına ve bu sayfalardaki saptamalara yansıtmayı başarmış. Toplam dokuz bölümde oluşturmuş kitabını de Botton ve her birine içeriğini anlatan isimler koymuş: “Bugünü Yaşamayı Nasıl Sevebiliriz”, “Kendimiz İçin Okumayı Nasıl Öğrenebiliriz”, “Zamanı Nasıl İyi Kullanabiliriz”, “Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz”, “Duygularımızı Nasıl İfade Edebiliriz”, “Nasıl İyi Bir Arkadaş Olabiliriz”, “Gözlerimizi Nasıl Açabiliriz”, “Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz”, “Kitapları Nasıl Elimizden Bırakabiliriz”. Başlıkların sonunda soru işareti olmaması, de Botton’un kitabının cevaplara, Proust’un eserleri ve yaşamı üzerinden ulaşmaya çalışan, yanıtlara odaklanan bir içeriği olduğunu gösteriyor.

Alain de Botton’un ironik üslubunun zaman zaman kendisini gösterdiği kitap bu yaklaşımın da örneği olan hayli karamsar şu cümlelerle açılıyor: “İnsanoğlunun kendini mutsuzluktan daha fazla adadığı pek az şey vardır… Umutsuz olmamız için pek çok neden var: Bedenlerimizin kırılganlığı, aşkın kaypaklığı, toplumsal yaşamın sahtelikleri, dostluklarda verilen ödünler, kişiyi yavaş yavaş öldüren alışkanlıklar…”. Yazar eserinde işte bu zorluklarla mücadele yöntemi olarak Proust’u çıkarıyor okuyucunun karşısına ve Fransız yazarın söylemleri ile eylemleri arasındaki çelişkileri de -ironisinin parçası olarak- ortaya koyan bir şekilde, “ne yapabiliriz”e yanıt(lar) veriyor. De Botton çağdaş Batı aydınlarının liberalleşerek apolitikleşen ruhuna sahip bir yazar olarak, bu “ne yapmalı”yı sadece ve sadece bireysel/kişisel bakışla ele alıyor ve toplumsal düzeni değişmez kabul ederek, günümüz “kişisel gelişim” yapıtlarının izinden gidiyor bir bakıma. Ne var ki o yapıtlarla olan bu ortaklık, neyse ki ve her zaman olmasa da, çoğunlukla bununla sınırlı ve de Botton, Proust gibi edebiyatın bir dev ismini eserinin ana nesnesi yaparak farklı sulara açıyor yelkenini. Ayrıca Proust gibi usta bir ismi, yaşam kılavuzu yapabilmenin ve bunu yaparken de onu geniş kitlelerin karşısına, çekici ve merak uyandırıcı olarak çıkarabilmenin ustalık isteyen bir iş olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Kitabın çekici yanlarından biri, Proust da dahil olmak üzere hiç kimsenin ya da kime ait olursa olsun hiçbir söylemin mutlak doğru bir konumda olamayacağını ama bir referans noktası olarak taşıdıkları değerleri görmeyi de atlamamamız gerektiğini hatırlatması. 1880 – 1947 arasında yayımlanan L’Intransigeant adlı Fransız gazetesinin bir anketine verdiği cevap örneğin, Proust’un söylemlerinin yol göstericiliğinin de kısıtlı olduğunu gösteren hoş bir anektot: Gazetenin, “Dünyanın sonunun geldiğini biliyor olsaydınız, yaşamınızın son dakikalarında neler yapardınız” sorusuna “… hayat gözümüze birdenbire harikulade görünürdü herhalde… Ah! Şu felaket bir gelmese, ilk işimiz Louvre’un yeni galerilerini görmek, Bayan X’in ayaklarına kapanmak, Hindistan’a bir yolculuk yapmak olacak” cevabını vermiş Proust ama de Botton bu yanıtın onun kişiliğine tamamen ters düştüğünü söylüyor; çünkü Proust’un müzelere gitmekten hoşlanmadığını (bu yanıtı verdiğinde on yılı aşkın bir süredir Louvre’a gitmemiş), Hindistan yolculuğunun yatağından zorlukla çıkan bu adam için pek uygun olmadığını ve “iyi soğutulmuş bir biranın sevişmekten daha güvenli bir zevk alma yolu olduğunu” söylediğini açıklıyor de Botton. Bu anketle ilgili açıklamalarını bir kara mizah örneği ile bitirmiş yazar ve Proust’un ankete verdiği cevapta böyle bir felaketin ancak uzun yıllar sonra geleceğini yazmasına rağmen, “kişisel felaketinin” çok kısa bir süre sonra karşısına dikildiğini belirtmiş; sadece dört hafta sonra ve henüz elli bir yaşındayken soğuk algınlığından ölmüş Proust. Buna karşılık, de Botton bizim asıl olarak Proust’un o yanıtındaki başka bir bölüme odaklanmamız gerektiğini hatırlatıyor: “Aslında bugünü yaşamayı sevmek için felaket haberlerine gereksinim duymamalıyız. İnsan olduğumuzu ve ölümle -(kendi akıbetinin de gösterdiği gibi)- her an yüz yüze olduğumuzu bilmek yeterli olmalı bunu becermek için”.

Alan de Botton, Proust’un yaşamını ve karakterini belirleyen faktörleri, başta ailesi olmak üzere ele aldığı kitabında aslında bir biyografi de oluşturmuş bir bakıma ve onun üzerinden edebiyat, okumak ve kitapların dünyasına da sokmuş bizi eğlenceli bir şekilde. Son cümlesinde en iyi kitabın bile bir kenara atılabileceği yargısına varsa da, dokuz bölümden ikisini -başlıkları ile de vurgulandığı gibi- doğrudan bu dünya üzerine kurarak oluşturmuş ve diğerlerinde de en azından Proust’un şaheseri “Kayıp Zamanın İzinde”den alıntılar ve kitabın karakter ve olaylarına göndermelerle yine bu dünyayı hep ön planda tutmuş. Okuma deneyiminin kendisi de hep gündeminde de Botton’un ve örneğin “okuduğumuz romanın kahramanına sevdiğimiz birinin özelliklerini atfetmemek olanaksız” veya “Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur… o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde” gibi Proust alıntıları ile bu gündeme odaklanmayı keyifli kılmış.

Kalın kitaplar ve uzun cümlelerin yazarı olan bir ismi geniş kitlelere hitap edecek ve popüler sularda gezinen bir kitabın nesnesi yapabilmek önemli bir başarı kuşkusuz ve de Botton, evet “basitleştiriyor” ama kesinlikle -belli kalıplar içinde kalsa da- hakkını da veriyor onun. “Kayıp Zamanın İzinde” romanındaki en uzun cümlenin “tek aralıkta standart ölçülerde yazıldığında, dört metreden biraz kısa, bir şarap şişesinin çevresini tam on yedi kez dolanabilecek uzunlukta” olduğunu yazmış de Botton ve kitabında Proust’la ilgili bunun gibi başka ilginç noktalara da değinmiş ve dostluklarından hastalıklarına, hastalık hastası olmasından annesi ile olan ilişkisine ve -mektupları üzerinden- cinselliğine ve hatta bağırsak hareketlerine(!) pek çok ilginç noktayı okuyucuya aktarmış. De Botton’un buradaki başarısı, bu “özel konular”ı kendi kitabının bağlamı içinde ve kesinlikle doğal bir şekilde ele alabilmesi. Bunlardan biri arkadaşı Maurice Duplay’in, Proust’un uyuyamadığı zamanlarda okumaktan en çok hoşlandığı şeyin bir tren tarifesi olduğunu söylemesi bilgisi örneğin. Uzun süredir Paris’ten ayrılmamış olan Proust’un bu tarifeyi “taşra yaşantısını anlatan ilginç bir roman”mış gibi okuduğunu düşünen de Botton bunun Proust’un “bir yazarın büyük sanat yapıtlarıyla hiç bağdaşmayan şeylerden esinlenme yetisine sahip olması” düşüncesinin kanıtı olarak kullanıyor.

Proust bilgeliğe varmak için iki yöntem olduğunu söylüyor (“Bir öğretmen sayesinde, acı çekmeden varılan bilgelik ve hayat sayesinde acı çekerek varılan bilgelik”) ve bu görüşünü daha da ileri götürüyor: “Mutluluk beden için iyidir ama zihnin gücünü artıran şey kederdir”. De Botton “keder konusunda çok deneyimli olan” Proust’un dev romanındaki karakterlerin fiziksel ve/veya ruhsal sıkıntılarına çözüm önerileri getiriyor. Örneğin burjuva sınıfından bir kadın olan Madam Verdurin sosyal yaşamında aralarına karışmak istediği aristokratların onu davet listelerine hiç katmamasından çok mutsuzdur ve tepkisini onları “cansıkıcı” olarak niteleyerek gösterir. De Botton, kadının yapması gerekenin “sahip olmadığımız şeyleri sıkıcılıkla itham etmek” yerine, neden o gruptan uzak tutulduğunu düşünmek, rahatsızlığını açıkça itiraf etmek ve hatta olaya alaycılıkla yaklaşmak olduğunu söylüyor. Kitabın “Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz” bölümünde bunun gibi, “Kayıp Zamanın İçinde”den seçilmiş pek çok vaka, karakterlerin yaptığı hatalar ve doğru davranış şeklilleri üzerine keyifli satırlar var.

Monet’nin Le Havre’ı resmettiği tablo (İzlenimcilik akımına adını veren “Impression, Soleil Levant” (İzlenim, Gün Doğumu) adlı resim) üzerinden Proust’un sanata yaklaşımını da ele alan ve bu yaklaşımı duygularımızı ifade etmemizin yollarından biri olarak gösteren Alain de Botton, onun Fransız ressam Jean Siméon Chardin’in eserleri üzerinden ihtişamı aramak yerine, sıradanın içindeki değeri keşfetmek önerisini paylaşmış bizimle. Resimlerinde çoğunlukla çocuklar, evdeki hizmetliler, mutfak gibi günlük hayatın “sıradan” objelerine eğilen ressamın eserlerini “bütün nesnelere aynı değeri vermek”tense “her nesneye doğru değeri vermeye” davet etmek için kullanmış Proust ve bunun bir benzerini “Kayıp Zamanın İçinde”nin anlatıcı karakteri için de yapmış. “Romatizmalı, keyifsiz anlatıcı”nın, annesinin getirdiği kekten bir parça koparıp ıhlamurun içine atması ve ıhlamurdan bir yudum alması ile yaşanan mucizeyi anlatmış bu bölümde. Bu ânı bir “Proust ânı” olarak niteliyor de Botton ve karakterin bu kek sayesinde, sıradan olanın kendi yaşamı değil de belleğindeki imge olduğunu kavradığını söylüyor; bu saptama kuşkusuz kendi yaşamımız için bir yol gösterici de Botton’a göre.

“Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz” bölümünde kitabın kalanından farklı olarak, soru ve cevap biçimini seçmiş de Botton. Bu sorulardan ilki olan “Proust aşk romanlarıyla ilgili akıl danışılabilecek biri mi acaba?” için yazarın André Gide’e yazdığı bir mektuptan yaptığı alıntı ile cevap veriyor de Botton. Bu alıntının başındaki “Kendime pek yararım dokunmasa da, en küçük beladan bile kendimi sakınmayı beceremesem de, başkalarını mutluluğa kavuşturma, onların acılarını dindirme gücü (ki bu benim tek yeteneğim) bahşedilmiş bana” ifadesi de Botton’un kitabının yaklaşımının da özeti olabilir aslında. Proust kendi yaşamı ve eserlerindeki karakterleri aracılığı ile, kendisinden daha çok okuyucuya, bize yararı olabilir diyor de Botton ve ondan yaptığı bir diğer alıntı ile okumanın değerini aktarıyor bize: “Okumak ruhsal yaşamın eşiğidir, bizi ona yönlendirir ama onu içine almaz”.

“Proust’a duyulan içten bağlılık, kendi gözlerimizle onun dünyasına değil, onun gözleriyle kendi dünyamıza bakmamızı gerektiriyor” diyor de Botton. Okumayı isteyenlerin ya da en azından bu arzusunu -doğru ya da yanlış- dile getirenlerin çok olduğu bir yazar olan Proust’a yaklaşmakta okuyucuyu yüreklendirmesi ve onu okuma serüveninin çok değerli ve “hayat değiştirici” olabileceğini eğlenceli ve hafif bir havada dile getirebilmesi ile ilgiyi hak eden bir kitap bu; ama sonuçta asıl önemli ve gerekli olanın, onu Botton’un bizim adıma okuması değil, bu okumayı bizim kendimizin yapmasının önemli olduğunu unutmamalı.

(“How Proust Can Change Your Life”)

Kardeşler – James Joyce

İrlandalı yazar James Joyce’un 1914’te yayımlanan ve on beş öykünün yer aldığı “Dubliners” adlı kitabından seçilen altı hikâyeden oluşan bir kitap. Joyce’un dilimizdeki bu ilk kitabını 1965’te yayımlayan, yazar ve şair Şükran Kurdakul’un 1958’de kurduğu Ataç Kitabevi olmuş ve eserin İrlandalı sanatçı ile ilgili ülkemizdeki “önemli bir boşluğu dolduracağı” belirtilmiş tanıtımda. Hemen 1 yıl sonra, 1966’da ve Murat Belge’nin çevirisi ile “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portesi” (A Portrait of the Artist as a Young Man, 1916) yayımlanmış dilimizde. 20. yüzyılın en büyük edebiyatçılarından biri olan Joyce’un 15 öyküsünden altısını seçerek, “kısmen” okuyucunun karşısına çıkarmak elbette doğru görünmüyor ama yine de onu Türk okuyucu ile ilk kez tanıştırmak gibi önemli bir işlevi olmuş kitabın. 20. yüzyılın başlarında Dublin’in orta sınıfından insanları konu edinen ve eserini onlara ve yaşamlarına tutulan bir ayna olarak gören Joyce’un öyküleri yalın ve modern dilleri, karakterlerinin kendi küçük dünyalarında bir “aydınlanma” ânını anlatan içerikleri ve “paralize” olmuş insanları özgün anlatımı ile kesinlikle okunması gereken çalışmalar.

Batı edebiyatı tarihinin tartışmasız en büyük isimlerinden biriydi James Joyce ve “Dubliners” onun okuyucu ile buluşan ilk eseriydi ama bu buluşma, eserin tamamlandığı 1905’ten dokuz yıl sonra, 1914’te gerçekleşebilmişti ancak; 15 farklı yayınevine 18 kez başvurmuştu Joyce bu eserinin basılı hâlini görene kadar. Farklı karakterleri içerse de, kitaptaki öyküler bir kronolojik sıra (çocukluktan ölüme) takip ediyordu; Ataç Kitabevi’nin baskısı için seçilen altı öykü sıralanırken ise, kitaptaki bu kronoloji gözetilmemiş. Joyce’un öykülerini yazdığı dönem, İngiliz egemenliğine karşı ve İrlanda’nın birleşik tek bir ülke olmasını amaç edinen İrlanda milliyetçiliğinin yoğun bir şekilde gündemde olduğu bir zamana denk geliyor ve bunun da etkisi ile bir kimlik meselesi kendisini alttan alta hissettirmiş hikâyelerde; belki de aynı bağlamda değerlendirilmesi gereken bir arayış teması da sık sık karşımıza çıkıyor eserlerde. Yetişkinliğinin önemli bir kısmı ne Dublin’de ne de hatta İrlanda’da geçen James Joyce’un, yapıtlarını Dublin odaklı yazmasının örneklerinden biri olan kitap, yazarın tüm eserleri gibi her edebiyatseverin mutlaka ilgi göstermesi gereken bir çalışma elbette. Meraklısı için, ”Dubliners”daki öykülerin bazılarındaki karakterlerin, yazarın modern edebiyatın başyapıtlarından biri kabul edilen “Ulysses” adlı romanında da (1922), okuyucunun karşısına çıktığını belirtelim bu arada. İlginç bir başka not ise, BBC’nin radyo uyarlamalarını da yaptığı kitaptaki öykülerin, İrlandalı müzik grubu Hibsen’in 2023 yılında çıkardığı “The Stern Task of Living” adlı albümü ile tek tek “şarkılaştırılmış” olması.

Ataç Kitabevi’nin 6 öykü içeren baskısındaki ilk eser (orijinal kitapta 8. sırada yer alıyor) “Bir Küçük Bulut” (“A Little Cloud”) adını taşıyor. Londra’ya taşınarak gazeteci olan ve kendisininki ile kıyasladığında başarı ile dolu olan ve heyecanlı bir bekâr yaşam süren arkadaşı ile buluşan Little Chandler adındaki bir adamı getiriyor karşımıza bu öykü. Arkadaşının aksine evli ve çocuklu olan ve gerçekleşmemiş şiir kitabı yazma hayalinden de uzak düşen Chandler, yine arkadaşının aksine Dublin’i terk edememiştir ve üstelik kendisini ondan “soy bakımından da, öğrenim bakımından da” üstte görmektedir. Joyce, Chandler ile arkadaşının kısa ve tekrarı da zor görünen buluşmaları sırasında, ilkinin hissettiklerini ve gittikçe artan gerilimini ve mutsuzluğunu güçlü bir biçimde geçiriyor bize. Son bölümde Chandler’ın eşi ve çocuğu ile yaşadıkları üzerinden onun teslimiyetini hüzünlü bir şekilde resmeden Joyce’un bu öyküsünde diğerleri gibi “bir şey olmuyor”. “Başarılı olmak için -Dublin’den- gitmek gerektiği” düşüncesi ile baş başa kalan Chandler’ın öyküsü “pişmanlık yaşları doldu gözlerine” ifadesi ile biterken, karakterinin paralize olmuş ruh hâlini etkileyici bir şekilde resmediyor. Öykünün kahramanın değil ama, onun öykündüğü gazeteci arkadaşının adı (Ignatius Gallaher) “Ulysses” adlı romanda da anılıyor.

İkinci öykü olan ve orijinal baskıda 7. sırada yer alan “Aile Pansiyonu” (“The Boarding House”) pansiyon işleten Bayan Mooney’in, kızı ile kiracılarından biri olan Bay Doran arasındaki ilişkiyi öğrenmesi üzerine hazırladığı planı anlatıyor. Karakterlerinden Bay Doran’ın yanı sıra, Bayan Mooney’in iki çocuğunun (Doran ile ilişki kuran Polly adlı kız ile Jack adlı oğlan) “Ulysses”de de yer aldığı öykü, “gençliğindeki çılgınlıkları” geride bırakmış ve “yılın onda dokuzunda düzgün bir hayat süren” Doran’ın içine düştüğü ve kaçamayacağı durum karşısındaki hislerini, Polly’nin umutlarını ve annenin planını, tıpkı ilk öyküde olduğu gibi “bir şey olmadan” anlatıyor bize. Yaşanan sorunun çözümünün “olması gereken” olması, Polly’nin zaten aksini beklememesi, Dolan’ın ise kaçamayacak olması (“Çatıdan çıkıp gitmek, sıkıntılarının bir daha hiç sözü edilmeyeceği yepyeni bir ülkeye doğru uçmak isterdi ama bir güç…”) yine bir paralize olma durumuna işaret ediyor kuşkusuz. Hissedilen bir hüzün ve çıkışsızlık bu hikâyede de var ama bu kez daha kolay kabullenilen bir durum buradaki.

Joyce’un “Dubliners”daki en sevdiği öykülerden biri olduğunu söylediği “İki Çapkın” (orijinal kitapta 6. sırada yer alan “Two Gallants”) hayatta bir yere gelememiş, yaşamlarını başkalarını, özellikle de kadınları kullanarak/sömürerek sürdüren iki arkadaşı anlatıyor. Joyce’un çok kısa bir bölümü (birkaç sözcük aslında) çıkarmasına neden olan “müstehcenlik” yorumuna maruz kalan bu öykü de, sondaki “zafer”in daha da ironik kıldığı bir “hiçbir şey” olmama durumuna sahip. Her ikisi de “Ulysses”de de hayat bulacak olan Lenehan ve Corley adlı karakterlerin öyküsü modern bir dil ile gerçekçilik ve natüralizmi bir araya getiren güçlü bir yapıt. İki adamın haince olarak nitelendirilebilecek davranışlarının toplumun onlara, daha doğrusu ait oldukları orta ve alt sınıflara ihanetleri ile bağlantılı olduğunu ima eden Joyce’un, İrlanda’da sıkça kullanılan bir politik sembol olan bir müzik aletini, arpı öykünün parçası yapması önemli. Öyküdeki resmediliş şekli (“… yarı beline kadar inmiş örtüsünden habersiz; yabancıların gözlerinden de, ustasının ellerinden de bezmiş görünüyordu”), İrlanda’nın bu ulusal sembolünü kötü muameleye uğramış bir kadın gibi gösterirken, belki de onu öykünün teması olarak görülebilecek ihanete uğrama ve yozlaşmanın bir metaforu olarak kullanıyor. İrlandalı sinemacı Carl Finnegan’ın 2014’te öyküyü aynı isimle bir kısa film olarak uyarladığını da belirtelim bu arada.

Dördüncü (orijinalde üçüncü) öykü olan “Araby” kahramanının ağzından anlatılıyor önceki üç öykünün aksine. Arkadaşının kız kardeşine âşık olan bir oğlanın (“ama bedenim bir arp gibiydi. Onun sözleri ve hareketleri de bu arpın telleri üzerinde dolaşan parmaklar”) ona hediye almak için gittiği Araby adlı pazar yerine seyahatini ve orada “olan”ı anlatıyor öykü temel olarak. Hikâyenin finalini düşündüğümüzde, pazar yerinin adının Araby olması önemli; çünkü oğlana orada egzotik, çekici ve farklı bir hediye bulabileceğini düşündüren bir isim bu ve hayal edilenle gerçekte olanın çelişmesini, sonuçsuz ya da sonucu olamayacak bir arayışı hatırlatıyor “Dubliners”daki diğer bazı öyküler gibi. Kitapta yer alan dinsel imalar ve göndermeler üzerinden İrlanda Kilisesi’nin “başarısızlığı”nı anlattığı da ileri sürülen öykü, kahramanının “sıkıntıdan, öfkeden yanan gözleri” ile biterken; evet, yine “bir şey olmuyor”. Joyce’un bu hikâyesi edebiyattan müziğe ve sinemaya farklı eserlere esin kaynağı da olmuş. John Updike’ın 1961 tarihli kısa hikâyesi “A&P”, Amerikalı müzik grubu The Reivers’ın 1985 tarihli albümü “Translate Slowly”nin açılış şarkısı ve Dennis Courtney’in 1999 yapımı kısa filmi “Araby” Joyce’un bu etkileyici hikâyesinden yola çıkılarak yaratılmış örneğin.

Beşinci öykü olan “Üzücü Bir Olay” (orijinal eserde 11. sırada yer alan “A Painful Case”) arkadaşlık kurduğu evli ve çocuklu bir kadının kendisine gösterdiği romantik yakınlaşmayı ters bir şekilde geri çeviren bir adamın neden olduklarını anlatıyor. Kadın karakter olan Bayan Minico’nun Ulysses” romanında da karşımıza çıktığı öykü için, James Joyce’un kardeşi Stanislaus Joyce, kendisinin on sekiz yaşındayken tanıştığı genç bir kadınla olan iki buluşması hakkında günlüğüne yazdıklarından yola çıktığını belirtmiş ağabeyinin. Öykünün başkarakteri olan James Duffy içinse şu iki tahmini yapmış: “Ağabeyimin hayal ettiği benim orta yaş hâlim” veya “eğer Dublin’de kalsaydı kendisinin olacağı banka memuru” (James Joyce’un kısa bir süre Roma’da bir bankada memur olarak çalıştığını hatırlayalım). Ret ederek ve bunu yapma şekli ile bir kadını yalnızlığa ve trajediye mahkûm eden adamın, bu eyleminden dört yıl sonra kendisini sorgulaması ama sonra kendi normaline, yalnızlığına dönmesinin hikâyesi olan eserde James’in karaladığı bir not (“Erkeğin erkeğe aşkı imkânsızdır, çünkü aralarında cinsel bağıntı olmaması gerekir; erkeğin kadınla dostluğu da imkânsızdır, çünkü aralarında cinsel bağıntı olması gerekir”) bu yalnızlığın kaçınılmazlığını gösteriyor adeta ve öyküye karanlık bir hava katıyor.

Son öykü olan “Kardeşler” (Orijinal baskıda ilk öykü olan “The Sisters”) arkadaşı olan bir rahibin ölümü üzerine yaşadıklarını anlatıyor genç bir oğlanın ağzından. Yazarın basılan ilk eseri olan öykü, Joyce’un kendi tanımına göre “detaylı bir zalimlik” tarzında yazılmış; sadece görülen ve duyulanın anlatımı ile yetinilmiş ve Joyce’un kiliseye zarif bir eleştirisinin aracı olmuş. Rahibin kilise ayinlerinde kullanılan kadehi düşürmesi ama bu kadehin “içinin boş olması”; bir başka ifade ile söylersek, Katolik inancının aksine, şarabın İsa’nın kanına dönüşmesinin gerçekleşmemiş olması ve ölü evinde başta nazik ve geleneksel cümlelerle anılan rahibin yavaş yavaş kötü alışkanlıklarının anılmaya başlanması, bu karakter üzerinden kilise kurumuna olumsuz bir bakışı hatırlatıyor. Matthew James Eberle tarafından 2017’de aynı isimle ve bir kısa film olarak sinemaya da uyarlanan öykü oğlanın ölü evinde duydukları ve kendi yaşadıklarını yeniden düşünmesi üzerinden inanç (ve kaybını) ve yeni bir arayışı ima ediyor okuyucuya.

İrlanda’da 1998’de yayın hayatına başlayan “Stinging Fly” adlı edebiyat dergisinin editörü Thomas Morris, Joyce’un eserinin yayımlanmasının 100. yılında 15 İrlandalı yazarı, tıpkı bir şarkının cover’lanması gibi, Dubliners’daki öyküleri yeniden yazmaya davet etmiş. Yazarların orjinaline ne kadar sadık kalacakları konusunda tamamen serbest bırakıldıkları bu öyküler “Dubliners 100” adlı kitapta toplanmış ve bekleneceği gibi bu yeni versiyonlar hem olumlu hem olumsuz eleştirilerle karşılanmış. The Guardian gazetesinin edebiyat eleştirmeni de olan yazar Chris Power, James Joyce’un bu yeni versiyonlardan en çok, Evelyn Conlon’ın imzasını taşıyan “İki Çapkın”ı beğeneceğini tahmin etmiş. Bu “yeniden yazma” eyleminin sadece “Dubliners”ın değil, Joyce’un da İrlanda için önemini vurguladığı kitaptan seçilen altı öykü keyifle okunan yapıtlar ve geri kalan dokuz öyküyü de bir an önce okuma arzusu yaratıyorlar kesinlikle.

(“Dubliners”)