Yaşlılık / Dostluk – Cicero

Romalı devlet adamı, filozof, yazar ve hukukçu Marcus Tullius Cicero’nun MÖ 44 tarihli iki kitabı. Çok üreten ve farklı alanlarda çok faal bir isim olan Cicero bu kitapların ilkinde yaşlılık, ikincisinde ise dostluk üzerine düşüncelerini diyaloglar formatında ve farklı gerçek tarihî kişilikler üzerinden dile getirmiş. Retorik yeteneği ile bilinen yazarın bu iki kitapta üzerinde durduğu konular, sorunlar ve çözümler aradan geçen onca yılda insanların ve meselelerinin hiç değişmediğini ve insanın doğasının aynı kaldığını rahat okunan ve öğüt veren içeriği ile dikkat çeken bir dil kullanarak anlatıyor. Bugün belki çok yeni görünmeyebilir okuduklarınız ama ilki ile yaşlılığın, ikincisi ile dostluğun güzelliğini anlatan ve hatırlatan kitaplar okunmayı hak eden yapıtlar. Feci bir şekilde öldürülerek hayatını kaybeden, başı kesilen ve konuşma yeteneğinden intikam alırcasına dili Romalı politikacı Marcus Antonius’un eşi Fulvia tarafından firkete ile defalarca delinen Cicero’nun işte bu yeteneğinin de kanıtı bu kitaplar!

Hasan Âli Yücel 1938 – 1946 yılları arasındaki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde Türkiye’nin süratle dünyadaki uygarlık birikimine erişmesini amaçlamış ve bunun için bir tercüme seferberliği başlatmıştı. 1946’da görevi bıraktığında dünya klasiklerinden 496’sı Türkçeye kazandırılmış durumdaydı. Yücel’in başlattığı “Dünya Klasikleri” dizisinin kapsamında yayımlanan Cicero’nun bu iki kitabından “Yaşlılık”ı dilimize Ayşe Sarıgöllü, “Dostluk”u ise Türkân Tunga çevirmiş. Her iki kitapta da Roma ve antik Yunan tarihindeki kişiler başta olmak üzere, tarihteki önemli olaylar, kültürel olgular ve felsefe ile ilgili bolca not var; bu notlar sık sık okumayı bölebilir meraklısı için ama onlarsız da Cicero’nun metinleri yeterince açık. Yine de bu kısa notlar okuduğunuz kitapları ve anlatılanları, dile getirilen düşünceleri sağlam bir kültürel, tarihî ve edebî bağlama oturtabilmek için oldukça yararlı. Her iki kitap da eserleri açıklayan ve iyi hazırlanmış önsözler var; ilk kitaptaki önsöz çevirmene ait ama ikincisi için herhangi bir bilgi verilmemiş.

“Yaşlılık” (Orijinal adı ile, farklı varyasyonları olsa da, “Cato Maior – De Senectute”) için yazdığı önsözde çevirmen Ayşe Sarıgöllü yazarın bu eseri “yaşlılığın yükünü hafifletmek için” kaleme aldığını dile getirdiğini belirtmiş. Cicero yakın arkadaşı Titus Pomponius Atticus’a (Romalı bir editör, banker ve yazarların hamisi olan Atticus ile Cicero arasında 400’den fazla mektuplaşma olduğu biliniyor) ithaf ettiği kitabı bir soru ve cevap biçiminde oluşturmuş. Soruları soranlar Cornelius Scipio Aemilianaus (Romalı asker ve devlet adamı) ve Aemilianaus’un arkadaşı Laelius (Romalı devlet adamı), yaşlılık üzerine konuşmayı yapan ise Yaşlı Cato olarak da bilinen Marcus Porcius Cato (Romalı senatör, asker ve tarihçi). Yazarın, düşüncelerini Cato’nun ağzından dile getirdiği kitap yaşlılıkla ilgili olumsuz düşünceleri çürütmek ve yaşamın bu devrinin kendi güzelliklerine, hatta onu yaşamın en iyi dönemi olarak nitelenmesini gerektirecek özellikleri üzerine kurulmuş. Yaşlılığa karşı en etkin silahın, “Bilgili ve erdemli olmak” olduğunu söyleyen, daha doğrusu Cato’ya söyleten Cicero, hayatın bu son dönemini kötü gösterenlerin öne sürdüğü dört nedeni (“İnsanı işlerden uzaklaştırması”, “Bedeni Zayıflatması”, İnsanı hemen her zevkten yoksun kılması” ve “Ölüme yakın oluşu”) tek tek ele alıyor ve her birine cevabını veriyor. Cato 84 yaşındayken (Cicero kitabı 62 yaşındayken yazmış ve 1 yıl sonra kaybetmiş hayatını) gerçekleşen sohbette örneğin bu nedenlerin üçüncüsü için şunu söylüyor yazar: “… insan gücünü yönetmesini bilmeli, ancak gücünün yettiği kadarına el atmalı; işte böyle olursa, insan eski gücüm kalmadı diye yazıklanamaz”. Özlü sözlerden hoşlananlar için bolca alıntı potansiyeli taşıyan kitap insanın sorularının da -yeterli ya da yetersiz- cevaplarının da ezeli ve ebedi olduğunu göstermesi ile de önemli bir yapıt.

Cicero’nun diğer kitabı olan “Dostluk” da (Orijinal adı ile “Laelius de Amicitia”) bir diyalog formatında yazılmış ve yine Atticus’a ithaf edilmiş. MÖ 129 yılında geçtiği varsayılan konuşmanın tarafları Gaius Laelius Sapiens (Romalı devlet adamı olan Laelius, Cicero’nun dostu olan Scipio’nun çok yakın arkadaşıydı) ve damatları Scaevola ve Fannius. Her ne kadar damatlarının dostluk üzerine sorularını cevaplayan Laelius olsa da, kendisi sık sık Scipio’nun düşüncelerini referans alarak adeta onu konuşturuyor diyaloglarında. Dostluğu, “İnsanların insanlarla ve tanrılarla ilgili her şeyde yakınlık ve sevecenlik duygularıyla anlaşması” olarak tanımlayan Cicero, önsözde belirtildiğine göre, Aristo (Yunan filozof), Theofrastos (Yunan bilim adamı ve düşünür) ve Panaios’un (Yunan filozof) eserlerinden de yararlanmış kendi kitabını yazarken. Dostluğun temelinin erdeme duyulan saygıya dayandığını öne süren Cicero, insanın erdemden ayrılması durumunda dostluğun sürmeyeceğini söylüyor. Dostluğun güzelliğini, sürmesi için gereken koşulları (dosta yardım etmek için, “(dostun) pek doğru olmayan isteklerine yardım etmek zorunda kalınırsa, doğru yoldan biraz sapılabilir; yeter ki büyük bir onursuzluğa düşülmesin” diye yazacak kadar değerli buluyor dostluğu Cicero!) ve gerekliliğini (“Doğa yalnızlığı sevmez”, “…insan sanki iki ruhtan bir tek ruh yaratmak üzere ruhunu onunkiyle (dostunki ile) birleştirir”) anlatıyor temel olarak bu eserde.

(“Cato Maior – De Senectute” – “Laelius de Amicitia”)

Mai ve Siyah – Halit Ziya Uşaklıgil

Edebiyat tarihimizin en uzun soluklu dergilerinden biri olan Servet-i Fünûn etrafında toplanan şair ve yazarların dahil olduğu Edebiyat-ı Cedîde grubunun önde gelen isimlerinden Halit Ziya Uşaklıgil’in 1897 tarihli romanı. Önce Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen kitap genellikle yazarın ustalık döneminin ilk eseri olarak kabul edilirken, aynı zamanda romanımızın Batılı anlamdaki ilk örneklerinden de biri olmuştu. Ahmet Cemil adlı gazeteci gencin hikâyesi üzerinden, hayallerin gerçeklerle çatışarak tuzla buz olmasını ve başta Bâb-ı Âli çevresi olmak üzere, dönemin sosyal ve toplumsal gerçeklerinin belirlediği dünyanın acımasızlığını anlatıyor okuyucuya bu kitap. Cumhuriyet döneminde yeni alfabeye geçilmesinden sonra, yazarın kendisi tarafından dili sadeleştirilen romanın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından hazırlanan baskısında Ali Faruk Ersöz günümüz Türkçesini gözeterek tekrarlamış bu işlemi. Kitabın girişinde yazarın kendi yaptığı sadeleştirme ile ilgili kısa yazısı (“Birkaç Söz”) ve Ersöz’ün hem roman hem de kendi sadeleştirmesi için hazırladığı bir metin (“Mai ve Siyah Üzerine”) yer alıyor. Servet-i Fünûn yazar ve şairlerinin ortak özellikleri olarak gösterilen karamsarlık, çekingenlik ve yaşadıkları baskıcı yönetimden kaçıp uzaklaşma isteklerini Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Cemil’in yaşadıkları aracılığı ile somut ve güçlü bir şekilde anlatıyor kitabında ve edebiyatımızın en trajik kahramanlarından birini yaratıyor.

Hayallerin hâkim olduğu bir mai (mavi) gece ile başlayıp, gerçeklerin egemenliği ele geçirdiği bir siyah gece ile kapanıyor roman. Bu arada olanlarda ise hep Ahmet Cemil var; başına gelenler, hayaller, trajediler ve arzuları ile. Basın dünyasında isim sahibi olmayı ve edebiyat dünyasını kendisine hayran bırakacak bir eser yaratmayı hayal eden Ahmet Cemil’in, karşısına çıkanlarla baş edemeyişini (ya da etmeyişini) ve sonunda Servet-i Fünûn sanatçılarının hayal ettikleri gibi Yeni Zelanda’ya olmasa da, Osmanlı’nın uzaktaki topraklarına, çöle gitmeyi seçmesi Uşaklıgil’in içinde olduğu sanat anlayışı ile hayli uyumlu ve bu bağlamda değerlendirince, yazarın bir bakıma kendisini anlattığını da söylemek mümkün.

Halit Ziya Uşaklıgil 1928’deki bir röportajında “romanın tesadüfen eline geçen bir nüshasını karıştırırken bazı sahifelerin kendisini ağlattığını” söylemiş. “Şöhret bulmak, yazar olmak, herkesçe tanınmak, … edebiyat dünyasının bir gün yüksek zirvelerine çıkmak ve ismini o kadar yükseltmek ki…” hayalleri içinde yaşayan ve geleceğini onlar üzerine kuran ama peş peşe malî ve manevî yıkımlarla karşılaşan genç adamın hayatı gerçekten de göz yaşartacak trajedilerle dolu ve klasik romanlara özgü uzun cümleler ve yoğun / detaylı tasvirlerle anlatılan bu “maiden siyaha dönüş” hikâyesi karakterinin karamsarlığını ve yılgınlığını okuyucuya da geçirecek bir güç taşıyor. Mai ve siyah sözcüklerini sembol olarak sık sık kullanan yazar (Ahmet Cemil’in, ailesinin hâli vakti yerinde arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin yaşadığı köşkün rengi de gök mavisi örneğin) tamamen genç adamın üzerine kurmuş anlatımını ve her olguyu onun algılaması üzerinden aktarıyor okuyucuya; bu da romanın çekici olabilmesi için ana karakterle ilgili psikolojik çözümlemenin sağlam inşa edilmiş olmasını gerektiriyor ki Uşaklıgil’in önemli başarılarından biri de işte bu alanda. Ahmet Cemil’in ruhuna ve zihnine egemen olan her duygu ve düşünce ve diğer insanlarla olan ilişkilerini bizim de çok yakından hissedebileceğimiz bir etkileyicilikle kaleme almış yazar.

Yazarın bir sonraki romanı olan “Aşk-ı Memnu” ile de bir ortaklığı var bu eserin: Erkek kahramanın kendisinden yaşça küçük bir genç kıza duyduğu ilgi. Oradaki amca yakınlığı, burada arkadaş ile kurulmuş, iki genç kız da hayatı yeni yeni tanıyor, piyano çalıyor ve elbette mürebbiyeleri var ve her iki “aşk” da kötü bir sonla bitiyor. Bu ortaklıkların önemli bir gerekçesi kuşkusuz dönemin toplumsal gerçeklerinin sonucu ama yine de iki eser arasında bir iz sürme imkânı da sağlıyor okuyucuya. Baş karakterinin edebî fikirleri aracılığı ile dönemin edebiyat tartışmalarına da (eski ile yeninin çatışması başta olmak üzere) değinen yazarın, kitapta kurgu açısından tartışmaya açık bir yaklaşımı da olmuş: Hüseyin Nazmi karakterinin hikâyeye giriş ve çıkışları. Sanki Uşaklıgil bu karaktere, Ahmet Cemil’in yaşadıklarını kurgulayabilmek ve hayal kırıklıklarını daha güçlü kılmak için ve sadece buna ihtiyaç duyduğunda başvuruyor ve bu da özellikle iki genç adamın ilişkilerinde bir tutarsızlık yaratıyor. Ne var ki önemli bir sorun değil bu; çünkü romanda Ahmet Cemil o kadar güçlü ve baskın bir unsur ki onun etrafında dönmesi eserin bu sıkıntıyı siliyor çoğunlukla.

Edebiyatımızın usta ismi Ahmet Hamdi Tanpınar, Halit Ziya Uşaklıgil için “Bizde asıl romancılık Halit Ziya ile başlar. Bu geleneğin memlekette kazanacağı her zaferde onun payı olacaktır” derken, bu kitabı için de “Mai ve Siyah, bir hayal kırıklığı romanıdır. Bu kitap için Türkiye’de nesli namına konuşan ilk eserdir, denebilir.” İfadesini kullanmış. Gerçekten de Ahmet Cemil hem kendi neslinin hem de Servet-i Fünûn sanatçılarının sesi ve sembolü oluyor ve yazarın gerçekçi ve karamsar tavrının somut karşılığı olarak okuyucuyu kendisine bağlıyor; her ne kadar çekingenliği ve iradesizliği ile aslında kendisi de bir hayal kırıklığı olsa da. Güçlü bir dil ile kaleme alınmış; günümüzün popüler eserlerinin aksine, okuyucunun konsantrasyonunu talep eden ve gerçekçiliğin melankolik bir romantizmle bir araya getirildiği bu klasik eser Halit Ziya Uşaklıgil’i sadece “Aşk-ı Memnu”dan ve onun da dizi ve film uyarlamalarından tanıyanlara yazarın gücünün tek bir eser ile kısıtlı olmadığını kesinlikle kanıtlayacak önemde bir yapıt.

Bütün İnsanlar Yalancıdır – Alberto Manguel

1988’de Kanada vatandaşı da olan Arjantinli yazar Alberto Manguel’in ilk kez 2008’de yayımlanan, beşinci romanı. Pek çok ulusal ve uluslararası ödülün sahibi olan ve kurgu yanında; eleştirileri ve kurgu-dışı eserleri ile de tanınan Manguel’in bu romanı, otuz yıl kadar önce ve intihar ederek gerçekleştiği söylenen ölümünün ardından gizemli bir yazarla ilgili gerçekleri araştıran bir gazetecinin, bu yazarı tanıyan dört kişi ile görüşmeleri üzerine kurulu. Aynı kişinin dört ayrı hikâyesi okuduğumuz ve gazetecinin kendi görüşlerini dile getirdiği bir beşinci bölüm de içeriyor ve adının dile getirdiği gibi, herkesin aynı gerçeği farklı şekillerde anlattığını (yalan söylediğini bir diğer deyişle) öne sürüyor yaşamda. Yalan söylemek üzerine kurulu bir roman bu ve Manguel her bir bölümün başına yerleştirdiği bir alıntı ile okurun, yalanın ya da gerçeğin belirsizliğinin üzerine düşünmesini bekliyor. Belki çevirinin de artırdığı ve ilk dört bölümünde özellikle kendisini belli eden “soğuk” ve mesafeli bir dili var yazarın ki bu tercih romanın temasına ve yazarın arzularına uygun olarak, okurun gerçeği keşfettiğini düşününce sahip olacağı “sıcak”lığı engelliyor. Roman aynı olayı herkesin farklı ve birbiri ile mutlak çelişen bir şekilde anlattığı türden bir eser değil; Manguel -romandaki gazetecinin tangram oyunu benzetmesi ile dile getirdiği gibi- farklı ve her biri belki de gerçek olan parçaların her farklı şekilde bir araya getirildiğinde ortaya yeni (ve belki de öncekilerle çelişen) bir gerçek çıkacağını hatırlatıyor. Dört anlatıcıdan birine kendi adını vererek ve ölen adamın yaşamına kendisininkinden bazı öğeleri de taşıyarak, Manguel’in kendisini ve yaşamını da bir parçası yaptığı ilginç bir kitap bu.

Öğrenciliği sırasında Jorge Luis Borges’e dört yıl boyunca haftada birkaç kez kitap okumak gibi olayların da olduğu ilginç bir yaşamı olmuş Manguel’in. Bizde “Tanpınar’ın İzinde: Beş Şehir” adı ile yayımlanan eserinde bu yazarımızın “Beş Şehir” adını taşıyan kitabının izinden giderek, Türkiye’nin beş şehri ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırmak gibi ilginç edebî çalışmaları da olan Manguel burada gerçek ve gerçeğin anlatılabilirliği / anlaşılabilirliği (ya da bunun imkânsızlığı) üzerine bir yapıt ortaya koymuş. Eşinden boşandıktan sonra birlikte yaşamaya başladığı erkek partneri Craig Stephenson’a “Asla yalan söylememiş olan” gibi sonsuz bir güvenin işareti olan bir niteleme ile ithaf ettiği kitaba, bu ifadenin aksine herkesin yalancı olduğunu belirten bir isim vermiş Manguel ve bu ismi Yahudilerin kutsal kitabındaki bir bölümden almış: “Şaşkınlığımda dedim: Bütün insanlar yalancıdır” (Mezmurlar 116:11). Kitabın girişindeki bu alıntının benzerlerine her bir bölümün başında da yer vermiş yazar ve Montaigne, Shakespeare, Carlo Collodi, Francisco Quevedo ve Gothold Ephraim Lessing’den aktardığı sözlerle yalan ve yalancılığın kitabının teması olduğunu hatırlatmış okuyucuya. Alman yazar ve filozof Lessing’den yapılan alıntı (“Şayet Tanrı bana sağ eli ile tüm hakikati ve sol eli ile hakikatin arayışını -bu arayışta daima yanılacağımı garanti ederek- bahşetmiş ve seç demiş olsaydı, tevazuyla sol elini seçer ve şöyle derdim: “Efendimiz, bunu verin bana. Mutlak hakikat sadece ve sadece Sana aittir””) özellikle önemli; çünkü romandaki gazeteci karakterinin son bölümde söylediği gibi (“Dürüst bir gazeteci tam anlamıyla gerçeği anlatamayacağını bilir: En fazla yapabileceği, inandırıcı görünen bir tarzda hikâye edilmiş bir gerçeğin bir tezahürünü anlatmaktır”) hakikatin tamamına erişmek mümün değil ve bu nedenle her iyi niyetli anlatım bile -gerçeğin sadece bir kısmını dile getirebileceği için- bir şekilde yalandır.

İntihar ederek öldüğü söylenen yazar Alejandro Bevilacqua’nın yaşamında yeri olan dört karakterin gazeteciye anlattıkları üzerine kurulmuş roman. Bu yazarın sırdaşı, sevgilisi, cezaevi arkadaşı ve yayıncısı olan bu dört karakterin anlattıkları, gerçek ve tamamen doğru bir biyografi yazmanın imkânsızlığını gösteriyor. “İşte budur hayatta kalan kişinin vazifesi: Anlatmak, yeniden yaratmak ve -neden olmasın- yabancı bir hikâyeyi icat etmek…” diyor bu anlatıcılardan biri gazeteciye ve diğerleri gibi o da bir hikâye icat ediyor: Kendisininkini. Alberto Manguel, yazarın ölümü ile ilgili “gerçekler”, onun adı ile yayımlanan “Yalana Methiye” adlı kitap ve karakterlerle ilgili sırlar ve bunların yarattığı gizem üzerinden bir çekicilik de katmış romanına. Yazarın da bir parçası olduğu, İspanya’daki Arjantinli sürgünler arasında geçen roman, Arjantin’deki askerî rejimin ve Buenos Aires özleminin izlerini de taşıyor ve bu açıdan bizimki gibi ülkeler için ayrı bir boyuta da ulaşıyor doğal olarak.

“Alejandro tanıştığımız o süre boyunca ben ne hissettiysem ve nasıl hayal ettiysem öyleydi” diyor anlatıcılardan biri ve anlaşılan Manguel bu cümleyi iki farklı anlamda kullanıyor: Kitabın üzerine kurulu olduğu düşünceye uygun olarak, gerçeği belirleyenin insanın hisleri ve algıları olduğu, dolayısı ile de gerçeğin değişkenliği ve bunun da sonucu olarak, biyografilerin gerçek olmasının imkânsızlığı. Bu bağlamda yalan ile gerçek birbirine karışan olgular olarak ortaya çıkıyor ve kitabın çekiciliklerinden birini oluşturuyor. Manguel’in, dördüncü bölümdeki üslup farklılığının neden olduğu aykırı durum dışında, bir parça soğuk duran bir dil kullanmış olması bu tür çekicilikleri de gerekli kılıyor açıkçası. Birinci anlatıcıyı kendisi yaparak romanda zaman zaman kendisini gösteren alaycılığın ilk örneğini veren Manguel’in bu yapıtı özgünlüğü ile okunmayı hak eden bir roman kesinlikle.

(“Todos los Hombres son Mentirosos”)

Bay Lear – Oktay Rifat

Oktay Rifat’ın 1982’de yayımlanan, üçüncü ve son romanı. Şiirimizin en önemli isimlerinden biri olan ve romana şiir ve tiyatrodan daha sonra el atan Rifat’ın bu kitabı en bilinen eserleri arasına girememiş ama romanı “edebiyatımızın en özgün eserlerinden biri” olarak niteleyen Selim İleri tarafından onun “gizli başyapıtı” olarak tanımlanmıştı. Özgünlüğü tartışılmayacak bir roman gerçekten de “Bay Lear: Shakespeare’in kralı Lear’dan esinlenen kitap, yaşlı bir adamın kızları ile olan ve sahip olduklarının kendisinden sonra kime kalacağı üzerine kurulu hikâyesini virgülsüz uzun cümleler, çok kısa cümleler; karakterlerin, diyalogların ve monologların iç içe geçtiği, farklı zamanlarda yaşananların (ya da yaşandığı hayal edilenlerin) birbirine karıştığı ve bu özgün üslûbun belki daha da güçlü kıldığı bir hüzün ve yitme / yitirme duygusunu okuyucuya geçirmeyi başarıyor. Dikkatli bir okuma isteyen; okurken neden, ne zaman, nasıl ve kim sorularını sormak yerine, kendinizi kitabın, yazarın ve özellikle baş karakteri Ferruh Bey’in zihninin kontrolüne bırakmanız gereken türden ve kesinlikle ilginç bir roman.

Edebiyatçı oğlu Samih Rifat, babasının resimle ilişkisini şu sözlerle anlatmış: “Resim. Ara sıra içine girdiği, ara sıra da uzaklaştığı bir tutku alanı… ama hiçbir zaman, gerçekten iyi bir ressam olduğunu düşünmedi sanırım. Ozandı o, her zaman. Resim yaparken de…”. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan baskının kapağında yazarın resimlerinden biri kullanılmış, onun çok yönlü sanatçılığını da hatırlatarak okuyucuya. İşte bu roman da şiire hep göz kırpan ve zaman zaman “nesir şiir” biçimselliğine ve içeriğine uzanan türden bir eser. Seksen yaşındaki Ferruh Bey; önce bakıcısı, sonra eşi olan Fatma; Ferruh Bey’in kızları Ferhunde ve Selime; iki damadı; Ferhunde’nin üvey kızı Leyla; Fatma’nın arkadaşı Leman ve anılardan sık sık su yüzüne çıkan (gerçekliği tartışmalı) diğerleri… Tüm bu karakterleri nerede ise kaotik denebilecek bir tarzla anlatılan ama çok “basit” bir öyküsü olan bir romanda bir araya getiriyor yazar. Gerçekten de, basit ve olaysız bir kitap bu: Roman tamamen, Ferruh Bey’in Fatma ile evlenmesi yüzünden, kızlarının babalarının ölümünden sonra kendilerine bir şey kalmayacağı endişeleri ve bununla ilgili düşünceler ve diyaloglar üzerine kurulu. Daha doğrusu bu görünenin üzerinden bambaşka bir öykü anlatıyor bize aslında Rifat: Yaşlanmakta olan erkeğin gücünü, iktidarını kaybetmeye başlaması ve bunun neden olduğu kuvvetli bir yitirme duygusu ve işte bu duygunun doğurduğu hüzün. Yalıda geçen bir hayattan sonra bir apartman dairesine taşınmak zorunda kalan Ferruh Bey’in artık ancak hatıralarında kalan eski güzel günlerinin güçlü etkisini daha kitabın ilk paragrafında “şiirsel” bir şekilde aktarıyor okuyucuya yazar.

“Zaman götürüyor bizden götürebildiğini, gerisini mirasçılar bölüşüyor”: Kitabın duygusunun ve öyküsünün özeti olabilir kitaptaki bu cümle. “Düşler nerede biter gerçek nerede başlar! Düşe dönüşmeyecek gerçek var mı?” cümlelerini de rahatlıkla ekleyebiliriz bu özete. Bu bağlamda, roman Ingmar Bergman’ın 1957 tarihli “Smultronstället”(Yaban Çilekleri) romanı ile bir biçim ve içerik ortaklığına da sahip denebilir. Bergman’ın Isak Borg’u gibi Rifat’ın Ferruh’u da eser boyunca hatırlıyor, geçmişi yeniden yaşıyor ve yitip giden ve yitip gitmekte olanların hüznünü yaşıyor; bunları anlatırken de her iki sanatçı da içgözleme başvuruyor. Ferruh Bey’in, kalan ömrünü kızlarına direnerek, cinselliğin (“Cinsellik ölümsüzdür, ölümlü olan bizleriz”) son demlerine sığınarak ve düşünerek / özleyerek / hatırlayarak geçen günleri Bergaman’ın filmindeki duygunun benzerini yaratıyor okuyucuda.

“Sanatçının görevi gerçeği yansıtmak mıdır sence, yoksa yeni bir gerçek yaratmak mı?” diyor karakterlerden biri romanda; tam da bu sorgulamayı teşvik eden bir biçimselliği var kitabın. Aynı paragraf içinde okuduğunuz bir cümle bir karakterin, bir sonraki bir başka karakterin düşüncesi / eylemi / duygusunu anlatıyor olabiliyor ve yazarın, başta virgül kullanımı olmak üzere, gramer kurallarına özellikle aykırı düşen tercihleri ve adeta son romanı yazmanın bilinci ile, biriktirdiği tüm fikir, imaj, duygu ve sözü peş peşe okuyunun önüne koyarmış gibi yazması okumayı “zorlaştırıyor” ve adeta zaman, duygu, anılar ve kişiler arasında serbest bir uçuşun tecrübesini yaşatıyor. Belki de kitabın en çok başardığı, tüm bu zorlayıcı biçimine rağmen, “O zaman en açılmaz kapıları açardım, şimdi açık kapılardan süzülmek bile zor” cümlesinin özeti sayabileceğimiz bir hissi seyirciye her satırında güçlü bir biçimde geçirebilmesi. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse; Oktay Rifat uyku ile uyanıklık arasındaki sayıklamalardan oluşan bir “son roman”, bir “bilinç akışı romanı” çıkarmış okuyucunun karşısına.

Paranın ve servetin yaşamları, sevgileri ve ilişkileri belirleyeciliğinin öne çıktığı bir dünyada, satılan yalı ve onun etrafında örülen hayatların yaşandığı döneme duyulan özleme ve gençliği, iktidarı ve gücü cinsellik ve anılar üzerinden tekrar hissedebilmeye sığınan bir adam aracılığı ile yaşlılık, ölüm ve değişen dünyaya (moderniteye) uyum(suzluğ)un hüzünlü bir öyküsü olan kitap okunmayı hak eden, ama dikkatle okunması gereken bir roman.