Kasırga – Miguel Ángel Asturias

Nobel ödüllü Guatemalalı yazar Miguel Ángel Asturias Rosales’in “Muz Trilojisi” adı ile bilinen üçlemesinin ilk kitabı. 1950 tarihli “Kasırga”dan (Viento Furte) sonra, 1954’te “Yeşil Papa” (El Papa Verde) ve 1960’da “Gözleri Açık Gidenler” (Los Ojos de los Enterrados) ile devam eden üçlemesinde yazar Orta Amerika’daki muz yetiştiriciliği üzerindeki Amerikan kontrolünü merkeze alarak bu ülkelerde yaşayan insanların içinde yaşadıkları sömürü düzenini güçlü bir edebî dil ile anlatıyor. Sovyetler Birliği’nden Lenin Barış Ödülünü kazanan yazarın Batı ülkelerinde de takdir edilen sanatçılığı onun yazarlıktaki üstün düzeyinin önemli kanıtlarından biri kuşkusuz. Tropical Platanera adındaki hayalî bir şirket üzerinden Batı kapitalizminin ve emperyalizminin sömürüsünü güçlü bir şekilde sergileyen romanın Cem Yayınevi baskısının başında Tahir Alangu’nun hazırladığı oldukça kapsamlı ve hem kitap hem yazarı için doyurucu bilgiler içeren bir tanıtım yer alıyor.

Tahir Alangu incelemesinde Asturias’ın hayat ve yazarlığının iki yanı olduğunu yazmış: “… halkının iki büyük kaynağa (İspanya ve Maya) dayanan kültürü” ve “… yurdunun dış sömürücülerine… yabancılara satılmış yerli politikacılara açtığı savaş”. Alangu yazarın eserlerinde ise iki yönün ortaya çıktığını belirtiyor: “… kendi yurdunun sosyal – politik sorunlarına bağlı oluşu, kökünü halk sanat ve kültürünün gür kaynaklarından alan güçlü bir sanat çabası”. Gerçekten de kitap yazarın ülkesinin kültüründen yola çıkarak evrensel bir sorunu anlatabildiği, politik içeriğini sanatsal olanın önüne geçirmeden ve manifesto edasına bürünmeden güçlü bir manifesto olabilen bir eser. Yerel halkın Amerikalı bir karı kocanın liderliğinde dev bir şirkete, temsilcilerine ve bu şirketin sembolü olduğu güce karşı açtığı savaşı anlatan eser somut ve soyut bir “fırtına”yı çekici ve sağlam bir dil ile okuyucunun karşısına çıkarırken politik edebiyatın da önemli örneklerinden biri oluyor.

Romanın başında İngiliz şair Robert Browning’in “Paracelsus” adındaki epik şiirinden bir bölüme yer vermiş Asturias: “İki an yok mudur dalgıcın serüveninde? / Biri, dalmaya hazırlanırken, dilenci; / Öbürü, incisi ile görünürken, kral?” Bu mısralardan yola çıkarak, muzu (inciyi) üreten (çıkaran) çiftçi (dalgıç) ile onun kan ve terini dökerek elde ettiği ürünün keyfini kendisinin değil, onun yerine kral olanın (uluslararası şirketler) sürdüğü bir düzeni anlattığını söyleyebiliriz yazarın. Üreticilerin zorlu çalışma koşullarının etkileyici bir tasviri ile açılan romanda “El değmemiş toprakları ele geçiren, bedava işçilikten yararlanan…” bir büyük şirkete karşı yerel halkın mücadelesinin sembolü olan kasırganın da kitabın sonlarında çok güçlü bir anlatımı yer alıyor. Halkın değerleri, gelenekleri ve kültürünü oldukça içeriden bir dil ile anlatan bölümleri (örneğin cenaze evi bölümü) ile de dikkat çeken kitap temel olarak sömürüye karşı dayanışmayı ve ortak mücadeleyi (ve kooperatifleşmeyi) öne çıkararak yazarın politik görüşlerinin de izlerini taşıyor. Emperyalizmin bir ülkeyi tüm kurumları ile ele geçirerek düzenini sürdürülebilir kıldığını medyanın durumu, yargıda rüşvetin yaygınlığı ve şirketin beyaz yöneticilerinin cinsel sömürüsü üzerinden de örneklendiren Asturias, sömürülenler ile sömürenlerin fiziksel olarak tüm yakınlıklarına rağmen zıt bir içerikleri olan hayatlarını da karşıtlıkların altını ustaca çizerek sergiliyor.

Amerikalı Lester Mead karakterinin ilginçliğinin de önemli bir cazibe kattığı romanda bu karakterin direnişi örgütlemesine ve önderi olmasına rağmen düzenin reformlar aracılığı ile düzeltilebileceğine olan inancı ve Amerikalı karakterlerin bir parça klişe olarak çizilmiş olması (Guatemalıların tam tersi bir derinlikte çizilmiş olması hafifletiyor bunu) romana zarar vermiş görünse de, önemli bir yazarın bu romanı okunmayı kesinlikle hak eden ilginç bir yapıt.

(“Viento Furte”)

Güzel Sarı Tuna – Jules Verne

Fransız yazar Jules Verne’in ölümünden 3 yıl sonra, 1908’de basılan romanı. Yazarın oğlu Michel Verne tarafından özünü yitirecek kadar değiştirilerek yayımlanan kitap yıllar sonra aslına sadık kalınarak çıkarılabilmiş okuyucunun karşısına. TÜBİTAK’ın Popüler Bilim Kitapları dizisinde yayımlanan bu İsmet Birkan çevirisi de işte bu aslının Türkçesi ve Michel Verne’in abarttığı polisiye içeriğinin aksine, bir coğrafya kitabı nitelemesini daha çok hak ediyor. İyi yürekli bir Macar olta balıkçısının küçük teknesi ile Tuna nehrini balık avlayarak ve doğduğu noktadan mansabına kadar katetmeyi planladığı gezisinin nehir üzerinde kaçakçılık yapanların planı ile kesişmesi sonucu yaşananları anlatıyor roman ve okuyucuyu nehir ve iki yakasındaki kasaba ve şehirler üzerinden bir gezintiye çıkarıyor. Kitabı çekici kılan da olay örgüsünden çok (ki balıkçımızın gezisine iyi yedirilmiş olan biten ve küçük ve hoş bir gerilim de katılmış esere), farklı milletler ve kültürlerin izlerini taşıyan Tuna boyunca yapılan bu gezi.

TÜBİTAK baskısında eseri aslına sadık kalarak okuyucu ile buluşturan Jules Verne Derneği’nin 44 yıl boyunca başkanlığını yapan ve 2019’da hayatını kaybeden Olivier Dumas’nın oldukça doyurucu bir tanıtım yazısı var. Orijinal adı “Le Beau Danube Jaune” (Güzel Sarı Tuna) olan ama yazarın oğlu ve yayımcısı tarafından içeriği değiştirilerek “Le Pilote du Danube” (Tuna Kılavuzu) adı ile yayımlanan kitabın Jules Verne tarafından son bir kez gözden geçirilmemesinden kaynaklanan kimi eksiklikler veya hatalar (kasaba isimleri, nüfuslar ve konumları gibi) olduğunu belirtmiş Dumas bu yazısında. Onun belirttiğine göre romandaki bilgilerin kaynağı tarihçi ve politikacı Victor Duruy’un (1811 – 1894) 1860 yılında yaptığı ve onun yarım bırakmasından sonra illüstratör Dieudonné Auguste Lancelot’nun tamamladığı gezinin notları. Yazarın bir mizah tonu da katılan romanı oğlu tarafından bu ton bir kenara bırakılıp polisiyeye çevirilmiş tamamen ve Dumas’ya göre “Başlıca ve en tipik özelliği işte bu alaycılık” olan romana ihanet edilmiş. Son bir not olarak, romanın Michel Verne versiyonunun 1974’te Macar yönetmen Miklós Markos tarafından “A Dunai Hajós” adı ile sinemaya uyarlandığını da belirtelim.

Jules Verne’in, 1901’de yazdığı kitabında oğul Johann Strauss’un ünlü ve hâlâ popüler “An Der Schönen, Blauen Donau” (Güzel Mavi Tuna) adlı valsinin aksine Tuna’yı sarı rengi ile tanımlaması dikkat çekiyor ve bunu nehrin sularıyla birlikte bir yığın alüvyonu da sürüklemesi nedeni ile renginin mavi olamayacağı iddiası ile açıklamış arkadaşlarına yazar. İşte bu “güzel sarı nehir” üzerinde yapılan bir yolculuğun hikâyesi bu. İyi yürekli bir olta balıkçısı ve emekli bir kaptan olan Macar Ilia Krusch “Tuna Oltası” adlı derneğin düzenlediği balık tutma yarışmasının iki büyük ödülünü aldıktan sonra, Tuna’yı kaynağından Karadeniz’e döküldüğü yere kadar balık tutarak katedeceği ve bu sırada tutacağı balıkları da satarak ihtiyaçlarını karşılayacağı bir gezi planlar. Bu geziyi zorlu kılan nehrin kendisi değil, iki farklı konudur: İlki Krusch’un kazandığı ödül nedeni ile sahip olduğu uluslararası ünün alçak gönüllü bir insan olan balıkçımızı istemediği ortamlara sokma ihtimali, diğeri ise Tuna üzerinde uzun süredir devam eden uluslararası kaçakçılık faaliyetleri.

Verne’in romanını çekici kılan üç temel unsuru Ilia Krusch karakteri, Tuna’nın geçtiği tüm ülkelerdeki milletleri bir şekilde birbirine bağlayan havası ve polisiye içeriği. Evet, bu polisiye yanını da kitabının organik bir parçası yapmış Verne ama asıl cazibe noktaları bu unsurların ilk ikisi olmuş görünüyor. Krusch ve onun hem mesleği hem hobisi olan olta balıkçılığına hayli olumlu yaklaşan Verne her ikisini de idealleştiriyor sık sık. Balıkçımızın gezisine ona cazip gelecek bir teklifle katılan Jager karakterinin gerçek kimliğini romanın sonuna kadar gizli tutan ve böylece okuyucu da merak içinde bırakan (aslında dikkatli bir okuyucu bu kimliği çabuk keşfedecektir) yazar nehrin geçtiği bölgeler hakkında verdiği bilgilerle kitabını bir coğrafya, bir gezi eseri olarak da konumlandırıyor. Kitabı bitirdiğinizde bir nehrin farklı ulusları birbirine nasıl bağlayabileceğini ve tüm farklılıklarının arkasında insanların temelde aynı olduğunu gösterebileceğini de anlıyorsunuz. Dostoyevski “Budala” adlı kitabında “Dünyayı güzellik kurtaracak” diye yazar; işte o güzelliklerden birinin, Ilia Krusch’un baş kahramanı olduğu bu kitap Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağı’nda Var Bir Yılan” adlı öyküsünde yazdığı “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” sözüne uygun olarak onun sevgisinin (insanlar, nehir ve olta balıkçılığı) verdiği umutla dolu bir çalışma. Özetle söylemek gerekirse, içinde polisiye unsurların da yer aldığı bir gezi kitabı bu ve Verne’in akıcı ve alaycı üslubu ile kendisini rahatça okutan bir çalışma.

(“Le Beau Danube Jaune”)

Hesaplaşma – Trevanian

Gerçek kimliği uzun süre bilinmeyen Trevanian adlı gizemli yazarın 1973 tarihli gerilim romanı. Aslında bir akademisyen olan ve en az beş farklı mahlasla farklı türlerde eserler veren Rodney William Whitaker’ın bu romanı kendisinin 1972’de yayımlanan ve büyük ilgi görerek sinemaya da uyarlanan (Clint Eastwood’un yönettiği ve başrolünde yer aldığı 1975 yapımı film) “The Eiger Sanction” (İnfazcı) adlı kitabının da devamı bir bakıma; daha doğrusu o kitabın kahramanı olan Jonathan Hemlock’un bu kez İngiltere’de geçen yeni bir macerası bu. CII adındaki Amerikan istihbarat örgütünde karşı-suikastçi olarak çalışan Hemlock “The Eiger Sanction”ın sonunda işinden ayrılır ama bu yeni macerada kendisini tuzağa düşürenlerin oyunu sonucu, terk ettiği kanlı ve karanlık dünyaya geri dönmek zorunda kalır. Genel olarak “İnfazcı”nın onun kadar parlak olarak kabul edilmeyen bu devamı, yine de Trevanian’ın kıvrak kalemi ve bu kez biraz kolay çözümler içerse de ilginç olay örgüsü sayesinde keyifle ve hızla okunabilecek bir eser.

Hem ilk eser hem bu devamı özellikle Ian Fleming’in Bond serisinde örneklerini bulduğumuz casusluk romanı türünün farklı bir bakışla ele alındığı eserler arasında yer alıyor. Bir anti-kahraman Hemlock ve Trevanian tarafından özellikle ikinci macerasında bir “Bond esprisi” olarak tanımlanmış. Hemlock CII’yi terk ettikten sonra onu hayatta tutan tek ilgisi olan sanat koleksiyoncusu olarak yaşarken, Birleşik Krallık’ın çok üst düzey yöneticilerinden bir kısmının karıştığı bir skandalın ortaya çıkmasını engellemekle görevlendirilir ve bu görevi kabul etmeye mecbur kalması için de tuzağa düşürülür. Hikâyenin kahramanı Max Strange adında bir Almandır ve İkinci Dünya Savaşı’ndan 28 yıl sonra da Batı sanatının “faşist ruhlu Alman” karakterleri eserlerinin kötüleri olarak kullanma tercihlerinin örneklerinden de biridir.

Kitabın Türkçe adında orijinal isminin karşılığının (“Loo” halk ağzında tuvalet anlamına geliyor) kullanılmaması anlaşılır bir durum belki ama seçilen “Hesaplaşma” adı pek doğru yansıtmıyor içeriği. Elbette bir hesaplaşma var eserde finalde çözülen ama hikâye onun üzerine kurulu değil kesinlikle. Trevanian’ın Hemlock’u Londra’nın tehlikeli atmosferinde korkunç bir örgütün içine soktuğu maceradaki hesaplaşma unsuru bir yana; kitap merak uyandıran bir girişle başlarken, yazarın güçlü kalemi de kendisini hemen hissettiriyor. Londra’daki St. Martin-in-the-Fields kilisesinin çatısında kazığa oturtulan bir adamın hissettiklerini anlatan bu girişten sonra, yazar kahramanı ile birlikte bizi istihbarat dünyasının kanlı ve herhangi bir etik değeri olmayan dünyasına sokarken, kötülerle kötülerin çarpıştığı bir maceraya ortak ediyor. Trevanian’ın kendi hayatından izleri ve düşüncelerini de yansıttığı bir kahramanın macerası bu. Hemlock modern sanatı aşağılayan, feminizmden liberalliğe uzanan pek çok akıma da sert eleştirileri olan bir karakter. Onun üzerinden, örneğin Jean-Luc Godard’ın sinemasını, modern resmi ve Alain Robbe-Grillet’nin romanlarını aşağılıyor net bir şekilde yazar ve “genç kadınların edepsizliği” ve “feminizmin yoldan çıkarıcılığı”na değiniyor sık sık, Londra’yı yozlaşmış bir şekilde tasvir ederken. “Modern ahlâk çarpıklığı” olarak tanımlıyor bu durumu yazar bir başka karakterin ağzından. Birleşik Krallık da anlaşılan yazarın pek sevmediği ve eski imparatorluk günlerinin gölgesine sığınmış bir devlet olarak gördüğü bir ülke.

Rod Whitaker adı ile yazdığı “The Language of Film” adlı bir eseri olan Trevanian bu alandaki bilgisini de Hemlock’un konferanslarda yaptığı konuşmalar üzerinden gösteriyor romanda. Yazarın gerçek kimliği romanın basılmasından 25 yıl sonra, 1998’de ortaya çıkmış ama işte burada olduğu gibi aslında eserlerinde çeşitli ipuçlarını sunmuş okuyucuya yazar. Her bir bölümü bir yer veya mekânın adını taşıyan ve canlı aksiyonu, renkli diyalogları ve rahat okunan bir dili olan roman, Amerikalıların “Airport Novel” (Havaalanındaki mağazalarda satılan türden, uçak beklerken ve seyahat boyunca hızla ve olay örgüsü için okunan ve çok derin karakterleri ve temaları olmayan romanlar) dedikleri türün önemli isimlerinden biri olan Trevanian’ın bu türü tarif etmek için kullanılabilecek eserlerinden biri bu. Belki bazı kolay çözümleri rahatsız edebilir ama sondaki sürprizinin de renklendirdiği ve keyifle okunabilecek bir Trevanian romanı özetle.

(“The Loo Sanction”)

Çin Hikâyeleri – Wolfram Eberhard

On yedi ve on dokuzuncu yüzyıllara ait on altı Çin hikâyesinin yer aldığı bir derleme. Nazilere katılması için yapılan baskı nedeni ile Almanya’yı terk etmek zorunda kalan, 1937 ile 1948 arasında Türkiye’de yaşayan ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ders veren Alman sinolog ve etnolog Wolfram Eberhard’ın derleyip Almancaya, Hayrünnisa Boratav’ın da Almancadan Türkçeye çevirdiği kitap Doğu edebiyatının dilimize çok fazla tercüme edilmeyen örneklerinden biri olması ile ilgiyi hak eden bir eser. Eberhard’ın Çin edebiyatı ve hikâyelerinin yanında, derlemedeki eserlerle ilgili de doyurucu bir sunuş yazısının yer aldığı kitaptaki hikâyeler Çin’e özgü temaları ve masala yakın duran ve uzun bir romanın özeti olarak nitelendirilebilecek geniş kapsamları ile farklı bir okuma tecrübesi sunuyor okuyucuya.

Sinolog olarak hak edilmiş bir ünü olan Eberhard’ın kendisinin derlediği ve çevirdiği hikâyelerden oluşan kitap için hazırladığı sunuş yazısı oldukça kapsamlı. İlk kez 1944’te basılan kitaptaki bu giriş yazısını dört bölüme (“Çin edebiyatında hikâyenin yeri”, “Hikâyenin tarihî gelişmesi”, “Hikâyelerin temleri”, “Bu kitaptaki hikâyeler hakkında bazı notlar”) ayırmış Eberhard ve destan, hikâye ve roman gibi farklı türler üzerinden hem Çin edebiyatını hem de bu edebiyatın Batı’dakinden ne tür farklılıkları olduğunu ele almış. Klasik bir tanıtımdan çok daha zengin olan ve bir makale tadı taşıyan bu incelemede Çin kültüründe neden destan olmadığı, hikâyenin halk diline yakın bir dille yazılan romana göre daha üst bir tabakaya hitap etmesi ve farklı külliyatlar üzerinden derlenen bilgilerle hikâyelerdeki karakterlerin sosyolojik sınıfları gibi farklı ve ilginç alanlarda bilgi veriliyor okuyucuya. 1944 tarihi itibarıyla kitaptaki hikâyelerden ilki dışındaki hiçbirinin herhangi bir Avrupa diline çevrilmemiş olması da Eberhard’ın çalışmasının önemini kanıtlayan bir diğer unsuru eserin ve Nazi döneminde Türkiye’ye gelen bilim adamı ve sanatçıların ülkemize katkılarını ve onları buraya davet edenlerin aydınlanmacı bakışlarını hatırlamak için de bir araç bu derleme.

Hemen tümünde aşk ve doğaüstü ögeler bulunan hikâyeler çok geniş bir zaman aralığına yayılan ve her birinde bir romanda karşılaşacağımız kadar farklı olayları anlatıyor okuyucuya. Öyle ki bir romanın uzun bir özeti olarak da okunabilir bu hikâyeler. Eberhard’a göre 1917 – 1918’de yerini “Yeni Hikâye”ye bırakan bu eski tarz hikâyenin örnekleri bir kültürü ve onu oluşturan unsurları tanımak, bazılarının sonunda yazarın okuyucuya söyledikleri üzerinden ders çıkarmak, masalsı bir atmosferde geçen olaylar üzerinden Çin’i anlamak ve -temelde tüm dünya edebiyatında da olduğu gibi- insanların hep bir şeyleri aradığı ve bulmanın mutluluğunu (ya da bulamamanın mutsuzluğunu) yaşadığını bir kez daha hatırlamak için keyifle okunabilir.