İvan İlyiç’in Ölümü – Lev Tolstoy

Tolstoy’un 1886 tarihli novellası. Hayatının son otuz yılında ve özellikle 1870’de, kendisini dine daha yakın hisssettiği dönemde derin konuları kuramsal bir yaklaşımla sorgulayan eserler veren Tolstoy’un, bir adamın ölüme doğru gidişi sırasında yaşadığı içsel karmaşayı anlatan bu eseri sadeliğin nasıl güçlü bir etkiye dönüştürülebileceğinin parlak bir örneği. Bir yargıç olan sıradan bir adamın hastalanması ile başlayan ölüme doğru sürüklenmesine ve buna bir anlam bulma çabasına yoğunlaşan kitap okuyucuyu da eserin kahramanının umarsız ve cevapsız arayışının parçası yapıyor. Klasik edebiyatın başyapıtlarından biri kesinlikle.

İvan İlyiç’in gazetedeki ölüm haberini okuyan iş arkadaşlarını anlatarak başlıyor kitap. Haber alınan bir ölümden sonra yapılan klasik konuşmalardan sonra dünyevî gerçeklere kayar düşünceler ve örneğin boşalan pozisyonun sağlayabileceği terfiler gelir akla. Açılış bölümünü, iş arkadaşlarından birinin “Tanrı’nın emri… Hepimizin gideceği yer orası” söylemi ile günlük düzenini bozmadan haftalık kağıt oyunu buluşmasına gitmesi ile kapatan Tolstoy, ölümün aslında sadece ölenin gerçeği olduğunu (“Ölüm İvan İlyiç’e özgü bir olgu, bir tek onun yaşayacağı bir şeymiş, kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi”) hatırlatıyor. Bundan sonrası, İvan İlyiç’in hayatı ve hastalanarak yavaş yavaş ölüme, üstelik şiddetli ağrılarla ilerlemesinin hikâyesi.

Baş karakteri için şu tanıtımı yapıyor Tolstoy: “İvan İlyiç’in son derece sıradan, basit ve bir o kadar da ürkütücü bir hayat hikâyesi vardı. İvan İlyiç kırk beş yaşında, mahkeme üyesi olarak ölmüştü…”. Bu sıradan adamın ölümü onun dışında herkes için sıradan ve bir gün mutlaka gerçekleşecek olandır şüphesiz. Tolstoy işte bu basit ve değiştirilemez gerçeğin söz konusu olan bizim ölümümüz olduğunda hiç de öyle olmadığını güçlü ama sadeliğini hep koruyan bir dil ile anlatıyor. “İşte böyle yaşıyorlardı. Hayat sert iniş çıkışlar göstermeden akıp gidiyordu…” diyor İlyiç’in hayatı için ve bu normal durumu onun için bir sonu işaret etmesi ile korkunç olan hastalığın gelişi ile bozuyor. İvan İlyiç hastalığı korkunç ağrılarla ilerledikçe fiziksel ve ruhsal olarak çökerken, kafa karışıklığından öfkeye ve isyandan kabullenişe uzanan değişik duygular içinde dağılıp gidiyor. Belki en önemli olarak da, ölüm karşısında kişinin yalnızlığını okuyucunun da içinde hissedeceği kadar güçlü bir şekilde yaşatıyor bize Tolstoy (“Ölümün kıyısında, onu anlayacak, ona acıyacak hiç kimse olmadan böyle tek başına yaşayacaktı”).

Baş karakteri üzerinden ölümü ve hayatı sorgulaması ve her ikisine de bir anlam bulmaya çalışması kitabın ana teması ve yazarın hayatının son otuz kırk yılındaki kişisel sorgulamasının da bir uzantısı. İvan İlyiç sık sık kendisine yaşamını gerektiği gibi yaşayıp yaşayamadığını soruyor ve bulduğu cevaplar nadiren de olsa bir teselli olurken, sadece üzüntüsünü, mutsuzluğunu ve öfkesini artırmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Tolstoy ölüm gibi çok sert bir somut gerçek karşısında soyut sorgulamaların çıkışsızlığını ve anlamsızlığını söylüyor sanki okuyucuya. Hayata vemeye çalıştığımız tüm anlamları “anlamsız” kılıyor ölüm ve İlyiç’in de hep hissettiği yalnızlığa mahkûm ediyor bizi.

Çok sade bir dil ile yazılmış kitap ve bir novella sınırının içinde bir romanda yapılabileceği kadar derinlere de inebilmiş Tolstoy. Cevaplar değil, soruların peşinde bir yapıt bu ve cevapsızlığı ile sanki bize soruların da gereksizliğini söylüyor. Bir ahlâk (moral) dersi vermiyor ama yaşamlarımızı ahlâk (moral) açısından değerlendirmemiz gerektiğini ve “neden” (neden yaşıyoruz ve neden ölüyoruz bağlamında) sorusundan çok, nasıl sorusuna odaklanmamız gerektiğini anımsatıyor. Tolstoy’un bu kitaptan önce yazdığı ama Ortodoks Kilisesi’nin sansürü nedeni ile önce 1884’te İsviçre’de basılabilen, Rusya’da ise ancak 1906’da yayımlanabilen “Íspoved” (İtiraflarım) adlı otobiyografik eseri ile birlikte okunması daha da keyif verebilir bu novellanın; çünkü her ikisi de yazarın hayat ve ölüm üzerine sorgulamalarını içeriyor, biri kendi hayatı diğeri ise yarattığı bir güçlü karakter üzerinden.

(“Smert’ Ivána Ilyicha”)

Dünyayı Değiştiren Beş Denklem – Michael Guillen

Amerikalı fizikçi, matematikçi, yazar ve akademisyen Michael Guillen’in 1995 tarihli kitabı. Guillen kitabında “dünyayı değiştiren” beş denklemin ve o denklemi oluşturan bilim adamlarının öyküsünü popüler bir bilim kitabı tadında ve rahat okunan bir dil ile anlatıyor. Kitabın alt başlığı “Matematiğin Gücü ve Şiirselliği” olsa da ve amaçlardan biri matematiğin önemini vurgulamak gibi görünse de, eser bundan daha çok bilim, bilim insanı, bilimin aynı zamanda bir birikimin tarihi olması ve söz konusu beş denklemin bilim ve dünya tarihindeki önemi üzerine odaklanıyor. Bir başka şekilde ifade edersek, kitap matematiğin güzelliğinden daha fazla bilimin güzelliğine ve bilim insanlarının tarih boyunca birbirlerini beslemesine eğiliyor ve okuyucuyu beş denklem üzerinden bilim tarihinde keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.

On dört yıl boyunca Amerikan ABC kanalında bilim editörü olarak görev yapan Guillen bizde TÜBİTAK’ın Popüler Bilim Kitapları dizisinde çıkan bu kitabında sade ve rahat okunur bir dil ile okuyucuyu seçtiği beş denklem üzerinden bir bilim tarihi yolculuğuna çıkarıyor. Bugüne kadar altı kitap yazan ve yedincisi de 2021 Eylül’de basılacak olan yazarın ilk iki eserinden sonrakileri bilimin manevî boyutlarını öne çıkaran ve onun bir “Hristiyan Bilim Adamı” sıfatı ile tanımlanmasını gerektirecek bir içeriğe sahipler. Örneğin 2016 tarihli kitabı “Amazing Truths: How Science and the Bible Agree” (Şaşırtıcı Gerçekler: Bilim ve İncil Nasıl Uyuşuyor) adını taşırken, basılacak son kitabının adı da “Believing is Seeing: A Physicist Explains How Science Shattered His Atheism and Revealed the Necessity of Faith” (İnanmak Görmektir: Bir Fizikçi Bilimin Ateizmini Nasıl Darmadağın Ettiğini ve İmanın Gerekliliğini Gösterdiğini Anlatıyor” olacak. Bu yazının konusu olan kitapta -neyse ki- böyle bir yol seçmemiş yazar ve okuyucuya beş denkleme giden yolu, bu denklemlerin anlamlarını ve dünyamızı nasıl şekillendirdiklerini anlatmakla yetinmiş.

Kitabın incelediği denklemler şöyle (Kitaptaki ifadelere göre): Isaac Newton’un “Evrensel Kütleçekim Yasası”, Danilel Bernoulli’nin “Hidrodinamik Basınç Yasası”, Michael Faraday’in “Elektromanyetik İndükleme Yasası”, Rudolf Clasius’un “Termodinamiğin İkinci Yasası” ve Albert Einstein’ın “Özel Görelilik Teorisi”. Yazar denklemler ve onları bulan bilim adamlarının her birine birer bölüm ayırmış ve bu bölümleri de beş ayrı alt başlıkta ele almış. Önce her bir bilimcinin başından geçen çarpıcı bir olayın anlatıldığı giriş bölümü yer alıyor; ardından ise Veni, Vidi ve Vici bölümleri geliyor: Bu bölümlerde sırası ile; bilim adamının üzerinde çalışacağı ve denklemimizin konusu olan alanı nasıl seçtiği, bu alanın tarihsel açıdan taşıdığı önem ve denkleme nasıl ulaşıldığı anlatılıyor okuyucuya. Sondeyiş başlığını taşıyan son bölümde ise denklemin, içinde yaşadığımız dünyayı geri dönülemeyecek biçimde nasıl değiştirdiği örnekleri ile getiriliyor karşımıza. Okumayı kolaylaştıran ve bilim adamı, denklem ve onun insanların hayatını nasıl etkilediği böylece akılda kalır ve takip edilebilir bir şekilde ilişkilendirilmiş oluyor ve özellikle de bilime olan merakı amatörlükten öteye geçmeyen okuyucular için taşlar yerine sağlam bir şekilde oturuyor.

Michael Guillen kitabını İngiliz şair Matthew Arnold’un bir sözü ile açıyor: “Şiir, bir şeyi en güzel, en etkileyici ve en gerçek şekilde ifade etme sanatıdır”. Matematiğin de bir dil olduğunu ve diğer dillerin aksine farklı milletleri, ülkeleri birbirinden ayırmayıp, onları ortak bir noktada bir araya getirdiğini söylüyor çok doğru bir şekilde Guiilen ve bu dilde denklemlerin de şiire karşılık geldiğini belirtiyor. Kitabı yazmasının asıl nedeni olarak da şunu söylüyor yazar: Şiirin yazıldığı dilden bir başkasına tam olarak asla çevirilemeyecek olması gibi, “Kaleme alındığı dilde okunmadıkça, bir denklemin gerçek anlamını kavramak ya da güzelliğini takdir etmek olanaksızdır”. Kitap seçilen beş denklemin güzelliğine ve kısa bir “cümle” ile insanlığın önünde nasıl yeni yollar açtığına odaklanıyor ve bunu başarıyor da; buna karşılık kitaptan asıl geriye kalan; matematiğin güzelliğinden de öte, genel olarak bilimin yüceliği oluyor.

Kitabın çekici yanlarından biri, bilim adamları ve denklemlerini kısa bir biyografi olarak da tanımlanabilecek şekilde, yaşadıkları ve “keşfedildikleri” toplumsal, tarihsel ve sosyal ortamla keyifli bir biçimde ilişkilendirebilmesi. Din ile bilimin tarih boyunca birleşmeleri ve ayrılmalarını ve her bir bilimsel ilerlemenin kendinden öncekilerin omuzlarında yükseldiğini örnekleri ile tarihsel bir bağlamda oturtabilmesinin de aydınlatıcı yanlarından biri olduğu kitap, Sondeyiş bölümü ile de önemli. Newton’un denklemi için ayrılan bölümde, bugün uzay çalışmalarının geldiği noktada bu denklemin taşıdığı büyük önemin anlatılmasının bir örneği olduğu gibi, her bir denklemin bugün insanlığı nereye taşıdığına yer verilmesi de doğru bir seçim olmuş. Popüler bilim kitabı sınıflamasına uygun, bugün basit ve normal gördüğümüz gerçeklerin (buradaki karşılıkları ile denklemlerin) nasıl bir insan gücü ve emeği, ve tüm bir insanlık birikimi ile ortaya çıktığını görmek için doğru bir kitap bu, özetlemek gerekirse.

(“Five Equations That Changed the World”)

Koleksiyoncu – John Fowles

İngiliz yazar John Fowles’un ilk romanı. 1963 tarihli kitap kelebek koleksiyonu yapan, yalnız ve ruhsal sorunları olan bir adamın beğendiği genç bir kadını kaçırarak evinin mahzeninde tutması ve kendisini sevmesini beklemesini anlatıyor. İlk bölümü adamın ağzından anlatılan romanın ikinci bölümünde kadının mahzende tuttuğu günlükler var ve böylece aynı olaylar iki karakterin farklı bakış açıları ile getirilmiş oluyor okuyucunun önüne. Kısa son bölümde ise Fowler tekrar adamın ağzından anlatıyor hikâyenin finalini. 1965 yılında William Wyler’ın yönettiği ve başrollerinde Terence Stamp ve Samantha Eggar’ın yer aldığı bir sinema uyarlaması da çekilen kitap saplantılı bir adamın ve onun kurbanı olan kadının yaşadıklarını anlatırken; özgürlük, İngiliz toplumunun sınıf farkları ile biriktirme ve sahiplenme temaları üzerinden ilginç bir resmini çiziyor.

AFA yayınlarından çıkan baskının Türkçeye çevirisini yazar ve fotoğrafçı Münir Göle yapmış ve Göle kapak fotoğrafını çekmenin yanı sıra, oldukça doyurucu ve detaylı bir giriş de yazmış kitap için. Göle’nin çeviri sırasında tereddüt ettiği konularda doğrudan yazar ile iletişim kurmasının çalışmasına gösterdiği özenin bir örneği olduğu kitap için Fowles iki ilham kaynağından bahsetmiş: “Béla Bartók’un 1911 tarihli “Mavi Sakal’ın Şatosu” adlı operası ve bir gazete haberi (kaçırdığı genç bir kadını üç ay boyunca hapseden bir adamla ilgiliymiş bu haber). Esir alanın esir alınanı elinde tutmasının sembolü olacak şekilde ikincinin günlüğünü ilkinin dilinden anlatılan iki ayrı bölüm arasına sıkıştıran Fowles hikâyenin içeriğinin doğal sonucu olarak özgürlük temasını ele almış öncelikle. Adamın başarılı bir kelebek koleksiyoncusu olması özgürlük ile yakından ilgili kuşkusuz; sonuçta biriktirene malzeme olan kelebeklerin tutsaklığının sonsuza kadar süreceği bir eylem bu biriktirme. Doğadaki bir kelebek ölerek doğaya karışacak ve bir şekilde özgür olacakken, koleksiyonun bir parçası olan bir kelebek sonsuza kadar “canlı” ve tutsak olarak kalacaktır. Hikâyenin kahramanı olan Clegg de kaçırdığı Miranda adındaki genç kadını sonsuza kadar canlı ve tutsak olarak tutmak amacını taşımaktadır ve zamanla kendisini seveceğine inanmaktadır. Taraflardan biri her ânını özgürlüğe kavuşmak umudu ile geçirirken, diğerinin bu tutsaklığı sonuna kadar götürme arzusu çatışan bu iki duygu üzerinden romana sağlam bir gerilim ve çekicilik kazandırıyor.

Sınıf farkları açısından baktığmızda ise, Clegg geniş kitleleri (kitaptaki ifade ile “yığınlar”ı) temsil ederken, Miranda burjuva sınıfının bir parçasıdır. Birikimi, hayata bakışı ve kültürü ile Clegg’den çok üstündür genç kadın ama onu hem ailesi ile olan ilişkisi hem de hayran ve âşık olduğu, yaşı kendisinden hayli büyük olan bir sanatçıya karşı hissettikleri üzerinden en az Clegg kadar zayıf buluyor ve eleştirisinin konusu yapıyor yazar. Bunun yanında Münir Göle’nin çok doğru bir biçimde belirttiği gibi cahil yığınların birikimi olan azınlık üzerine yaptığı bir saldırının alegorisi bu roman. Şöyle yazmış Göle: “Clegg gibi sonradan görme burjuvalar kültürel bir girdaba sürüklenerek ruhsal olarak ölmüşlerdir ve bu eksikliklerini gidermek için açgözlü bir toplumda maddi bir biriktirme üzerine kurulu bir yaşam sürmeye başlarlar… Bu öykü kıskanç, cahil ve hınçlı kalabalığın zeki ve yaratıcı azınlık üzerine yaptığı saldırının… kabalık ve bayağılığın sanatın ırzına geçmesinin modern bir alegorisi”. Clegg ile mahzende tuttuğu Miranda arasında müzik ve resim sanatının örnekleri üzerinde geçen konuşmalar iki taraf arasındaki çözülemez uzlaşmazlığın iyi bir örneği bu konuda. Clegg’in kötürüm olan kuzeni için düşündükleri de (“Bana sorsalar, Mabel gibi insanların acı çektirmeden ortadan kaldırılması gerektiğini söylerdim”) yığınların günlük hayatlarındaki “sıradan faşizm”inin bir örneği olarak görülebilir.

Fowles’un basacak bir yayıncı bulabilmek için uzun süren bir uğraş verdiği kitapta Clegg’in piyangoda para kazandıktan önce ve sonra yaşadığı bazı olaylar ve Miranda ile olan diyalogları üzerinden (örneğin zengin olduktan sonra gittiği bir lüks lokantada hissettikleri) sınıf farkını ve bunun bireyler tarafından nasıl algılandığını anlatan kitap Clegg’in anlattıkları (“Aramızda hep sınıf farkı vardı”) ve söyledikleri (“Asla sizinle aynı şansa sahip olamadım. İşte bu, nedeni”) ile sık sık dile getiriyor bu konuları. Miranda’nın “Sıradan insan medeniyetin lanetidir” ve “Ondan öylesine üstünüm ki. Bunun kulağa son derece kasıntılı geldiğini biliyorum, ama gerçek”) benzeri sözleri de onun sınıfının bu farka nasıl baktığını anlatıyor okuyucuya. Kadının erkeği kafasındaki sapık veya tecavüzcü gibi kalıplara oturtmaya çalışması yine onun ait olduğu sınıfın geniş kitlelere karşı takındığı kolaycı sınıflama tavrının bir eleştirisi olarak görülmeli.

Fowles’un yaşananları iki karakterin bakış açıları ile de anlatması romana önemli bir katkı sağlamış. Bu katkıyı değerli kılan, bu anlatımın bekleneceğinin aksine aynı olayların nasıl farklı algılandığı ve hikâye edildiği üzerine kurulu olmaması. Aynı şeyleri anlatıyor her iki karakter de ve yazar bu aynı olayların onlarda yarattığı duygu ve tepkilere odaklanıyor asıl olarak. Bir başka ifade ile söylersek, her iki karakter de olayları benzer şekilde anlatıyor ve yazar okuyucunun ne olduğundan çok, olanın onlar üzerindeki etkilerine dikkat etmemizi bekliyor. Psikolojik gerilimin parlak örneklerinden biri olan roman William Wyler’ınki dışında başka filmlere de esin kaynağı olan, tiyatroya da uyarlanan ve gerçek hayatta pek çok suçlunun kendilerine yol gösterdiğini öne sürdüğü ve eylemlerinin kaynağı olarak da nitelediği ilginç bir edebiyat yapıtı. Klostrofik ve karanlık içeriği ve Fowles’un ilgiyi hep ayakta tutan dili ile okunmayı kesinlikle hak eden roman göndermeleri, sembolleri ve alegorileri bir yana bırakıldığında da, sadece gerilimi ile bile çok başarılı bir roman.

(“The Collector”)

Doğu’nun Limanları – Amin Maalouf

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un bir romanı. Bizde de hayli popüler olan ve bugüne kadar toplam dokuz roman ve aralarında çok satmış “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin de olduğu yedi kurgu-dışı eser yazan Maalouf, ayrıca Fin besteci Kaija Anneli Saariaho’nun dört operasının da librettosunu hazırlayan bir sanatçı. İlk kez 1996’da yayımlanan ve yazarın altıncı romanı olan kitap Ortadoğu meselesine, babasının devrimci olmasını istediği için İsyan adı verdiği bir adamın hikâyesi üzerinden bakan bir çalışma. “Bir elin beş parmağı” gibi olan ama her biri diğerlerine düşmanlık besleyen milletlerin imkânsız görünen birlikteliği için bir umut sembolü ya da çağrısı olarak görülebilecek şekilde alegorik havası olan bir kitap bu ve okuyucusunu, özellikle de Ortadoğu’ya meraklı olanlarını kendisine hemen çekebilecek ve zorlanmadan kendisini okutacak bir içeriğe sahip.

“Benim değil bu hikâye, bir başkasının hayatını anlatıyor” cümlesi ile açılıyor roman. Yazar 1976’da Paris’te tesadüfen karşılaştığı ve yıllar önce okulda tarih kitabında fotoğrafını gördüğü bir adamla olan konuşmalarını, daha doğrusu onun anlattıklarını aktarıyor okuyucuya. Dinleyip not aldıklarının gerçekliği için de şu ifadeleri kullanıyor yazar karakteri: “Bana anlattıklarına yalan karışmış mıdır? Bilemiyorum”. Onun iyi niyetli olduğuna inandığını söylerken, “yargıları gibi belleğinin de pek tekin” olmadığını belirtiyor. Bir aşk romanı ama aynı zamanda Ortadoğu’nun hikâyesi ve hatta tarihi bu alçak gönüllü kitap. Babası, padişahlıktan azledilmiş ve intihar etmiş bir Osmanlı sultanının (adı verilmiyor ama Abdülaziz olsa gerek) torunu olan İsyan yazara dört gün boyunca hikâyesini anlatıyor ve araya giren yazarın kısa açıklamaları dışında kitap İsyan’ın ağzından anlatılan bir hikâye olarak oluşuyor. Lübnan’da başlayan, baş karakterin tıp okumak için gittiği Fransa’da devam eden ve daha sonra Lübnan’a dönerek uzun süre sonra tekrar Fransa’da sona eren ilginç bir hikâye okuduğumuz. Bu hikâyeyi belki biraz fazlası ile alegorik bir bakışla oluşturulmuş karakterlerle ve bu karakterlerin sembolü olduğu Ortadoğu’nun ebedî ve -o kadar uzun ki artık öyle görünen- ezelî meselelerini merkeze alarak anlatıyor Maalouf.

“Ben dünyaya geldiğimde çürüme çoktan hayatımı sarmıştı” diyor hikâyesinin başlarında İsyan. Buradaki çürüme Osmanlı’daki gerilemenin artık yıkılmaya dönüşmeye başlamasına işaret ediyor. Bu dönüşüm beraberinde “Her milletten insanın Doğu’nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o çağ”ın da sonunu da getirecektir ve İsyan’ın hayatı bir bakıma bu sonun neden oldukları ile örülecektir. Adana’da 1909’da başlayan ve Maalouf’un ifadesi ile söylersek, “altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların bir provası” olan ayaklanmalar ve Türkler ile Ermeniler arasındaki çatışmalar, daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki direniş günleri ve son olarak da Araplar ile Yahudiler arasında Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden hep bir kaos havası oluşturuyor Maalouf ve buna bireysel kaosları da ekliyor: İsyan’ın babaannesinin akıl hastalığı, kardeşinin Ortadoğu’nun tüm yozlaşmışlığının sembolü olan kötülükleri ve kendisinin yaşadığı ruhsal bunalım. “Herkes ötekilerin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyordu” cümlesi ise tanımladığı bir coğrafyanın sık sık kararan, en iyi günlerinde de ancak gri bir ton alabilen dünyasını bu şekilde anlatırken, karakterlerini birer sembol olarak kullanıp umuda gidecek yolu da göstermeye çalışmış Maalouf: İsyan’ın büyükbabası İranlı, annesi Ermeni, âşık olacağı kadın ise Avusturyalı bir Yahudidir örneğin. “Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir” benzeri cümlelerin bu umudun simgesi olduğu romanın sonu da belirsizliği ile çok gerçekçi bir tutum takındığının kanıtı oluyor yazarın.

Belki romanın bir parça mesaj kaygılı olması nedeni ile çok rahat okunan bir dil kullanmış yazar ve sahte pasaport olayında olduğu gibi zorlama görünen gelişmelere de yer vermiş. Bu da kitabın dil açısından gücünü yazarın diğer eserlerinin biraz gerisinde tutmuş. Buna karşılık aynı dilin kitapta ele alınan konuların önemine hiçbir şekilde zarar vermediğini, bu derin meselelere asla yüzeysel yaklaşılmadığını ve romanın saygın edebiyat eserleri arasında yerini almasına kesinlikle engel teşkil etmediğini rahatça söyleyebiliriz. İsyan karakterinin, doğduğu ve büyüdüğü coğrafyanın ırka ve dine dayanan çatışmalarından kendisini uzak tutabilmesi ve özellikle bir eylem adamı olmadığı halde başarabildikleri ile yazar onu “ideal” bir insan olarak çiziyor ve aralarında onunkinin de olduğu evlilikler (Müslüman ile Yahudi, Müslüman ile Ermeni, Lübnanlı ile Mısırlı vs.) üzerinden özlem duyduğu bir birlikteliğin umudunu bize de geçiriyor. Kitaptaki bir ifade ile söylersek, İsyan ve eşi arasındaki aşk ile “bir başka yol”un mümkün olduğunu söyleyen Maalouf, kahramanının yaşadığı trajedilerle de bu yolun kolay olmadığını kabul ediyor açık bir şekilde. Okunması gerekli, ilginç bir roman ve özellikle de bizim coğrafyamızda yaşayanları ve yaşananları anlamak için ayrıca değerli.

(“Les Échelles du Levant”)