Karanlığın Yüreği – Joseph Conrad

Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ın önce 1899’da Blackwood’s Edinburgh Magazine adlı dergide yayımlanan, kitap olarak ise 1902’de başka hikâyelerle birlikte basılan kısa romanı (ya da uzun hikâyesi). Francis Ford Coppala’nın “Apocalypse Now” (Kıyamet) adını taşıyan ve Cannes’da Altın Palmiye kazanan 1979 tarihli uyarlaması başta olmak üzere sinema, radyo, televizyon, tiyatro, edebiyat ve hatta video oyunlarına esin kaynağı olan bu kısa roman “Afrika’nın kalbi” olarak nitelendirilen bir bölgede yer alan Kongo’da yapılan bir yolculuğu ve bölgede yaşayan Kurtz adındaki gizemli bir adam etrafında oluşan esrarlı havayı anlatıyor. Maceralı bir hayatı olan Conrad’ın kişisel gözlemlerini çarpıcı bir şekilde kullandığı roman bugün edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Emperyalizm, sömürgecilik ve ırkçılık üzerine yazılmış en başarılı romanlardan biri olan kitap Conrad’ın üslubu ile de ayrıca değerli olan; sadece ele aldığı temaları ile değil, adında da yer alan “karanlık” atmosferi ustalıkla kurması ile de ilgiyi hak eden ve aynı zamanda edebiyattaki yolculuk hikâyelerinin en etkileyicilerinden biri olan önemli bir yapıt bu.

Conrad’ın farklı eserlerinde karşımıza çıkan hayalî İngiliz denizci Charles Marlow karakterinin ağzından anlatılıyor roman. Fildişi ticareti yapılan bölgede, Kongo nehri boyunca ilerleyerek oradaki şirketin en önemli temsilcisi olan Kurtz’a doğru yaptığı bir yolculuğun hikâyesini anlatıyor Marlow denizci arkadaşlarına. Bordo Siyah Yayınlar’ın hazırladığı baskıya kapsamlı ve doyurucu bir önsöz ve tanıtım hazırlayan Veysel Atayman’ın yazarın hayatı, maceraları ve bunların eserlerine yansımasını okuyucuya çok iyi aktarmasının yanında eseri anlamaya ve değerlendirmeye çok ciddi bir katkı bir katkı sağlayan önsöz de çok değerli. Conrad’ın birkaç haftada yazdığı söylenen bu kısa romanda “… kendi yaşadıklarını çok daha geniş kapsamlı ele alırken, sömürgecilik eleştirisini bu yaşantının izlenimleriyle ustaca birleştirmesini bilecektir” diye yazan Atayman yazarın Afrika’daki yolculuğu ile ilgili güncesi için de şunu belirtiyor: “… yazarın, ülkenin içine doğru yaptığı bu yolculukta bir gözlemci ve elbette bir işbirlikçi olarak duyduğu anlatılmaz tiksintiyi, uygarlaşma adı altında yapılan uygulamaların yarattığı dehşete duyduğu tepkiyi bize sezdirmektedir”. Çok önemli bir saptamada da bulunan Atayman yazarı “… bunları Marlow’un yaşadığı olaylar gibi sunarak… emperyalizmin bu yoğun yayılma döneminde sömürgeciliğe karşı çıkmak için gerekli olan çalışmanın da ahlaki sorumluluğundan kurtulmuş olmaktadır” ifadeleri ile eleştiriyor. Conrad’ın Marlow’un ağzından, olan biteni bölük pörçük anlatmasını da “… ancak bizzat anlatarak ne olup bittiğini anlamaya çalışan biri böyle bölük pörçük, kopuk, tekrarlarla anlatır” cümlesi ile yorumluyor Atayman. Pek çok eser için yazdığı ve rutin bir önsöz olmanın çok ötesine geçen yazıları ile okuma keyfini artıran ve 2016’da hayatını kaybeden Veysel Atayman’ı da anmış olalım bu arada.

Afrika’nın “vahşi”leri ile kıtadaki “uygarlaşmış sömürgeci” beyazları aynı düzeyde görüyor Conrad kitabında ve Coppola’nın hikâyesini Vietnam’da geçirdiği filminde Marlon Brando’nun canlandırdığı Kurtz ile edebiyat tarihinin en gizemli ve güçlü karakterlerinden birini yaratıyor. Eserin uzun bir bölümünde Kurtz hakkında konuşulanları, onunla ilgili hikâyeleri dinliyor sadece anlatıcı Marlow ve onun ağzından neredeyse bir “tanrı” gibi algılanacak bir karakteri inşa ediyor adım adım Conrad. Eserin en ilginç yanlarından biri de bu: En önemli karakterini çok uzun bir süre boyunca anlatıcının (dolayısı ile okuyucunun) karşısına çıkarmıyor Conrad. Marlow’un -henüz görmediği- Kurtz’u anlatmak için “Geçit vermez bir karanlığın kalbinden gelen sahte bir akım” ifadesini kullandığı kitapta “Karanlık” kelimesine(ve bu kelimenin çağrıştırdıklarına) bolca yer verilmiş yazar tarafından. “Dünyanın en büyük kasabası” olan Londra ile Afrika arasında parallelik kuruyor Conrad ve bölgedeki sömürgeciliğin sembolü olarak görebileceğimiz ve soyadı ile Almanları çağrıştıran Kurtz’a biçtiği etnik kökenlerle de bu sembol olma durumunun altını çiziyor: “Annesi yarı İngiliz yarı Fransızmış. Kurtz’un meydana gelişine tüm Avrupa katkıda bulunmuş…”

İş bulmak için yardımını istediği halasının “Cahil milyonları kaba yaşamlarından kurtarmaktan” söz etmesi üzerine Marlow’un, kendi anlatımına göre “… sonunda dayanamadım. Araya girip şirketin amacının kâr etmek olduğunu ima etmeye çalıştım” sözleri ile verdiği tepki üzerinden yapılan saptamaların başka örnekleri de var kitapta. İnsanlık tarihi boyunca, emperyalizmin “doğal” bir sonucu ya da aracı olan sömürgeleştirmenin “uygarlık” getirmek adı altında pazarlanmasının bir uzantısı olan bu ve benzeri satırlar doğrudan ya da dolaylı olarak birden fazla kez yer alıyor kitapta. Conrad’ın kendi döneminde çok da ilgi gördüğü söylenemeyecek olan ama bugün edebiyatın en çok yorumlanan, analiz edilen eserlerinden biri olan çalışma Batı’nın sömürgeciliğinin karanlık bir resmini çıkarsa da özellikle Afrikalı sanatçıların eleştirisine de uğruyor sık sık. Örneğin Nijeryalı edebiyatçı Chinua Achebe, Conrad’ın bu romanında Afrikalıları “insanlıktan çıkardığını” (insan özelliklerinden arındırdığını)” (dehumanize) ve “Afrika kıtasını Avrupa’nın ve uygarlığın antitezi olarak gösterdiği”ni belirtiyor.

Kurgusu, bir anlatıcının atlayarak ve parçalı bir biçimde dile getirdikleri üzerinden ilerlemesi, özel bir gayret içinde görünmeden karanlığın resmini etkileyici bir şekilde çizebilmesi ve dönemine göre “modernist” görünen havası ile önemli bir roman bu.

(“Heart of Darkness”)

Beceriksiz – Patricia Highsmith

Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in 1954 tarihli romanı. Bugün en çok unutulmaz Ripley karakterinin baş kahramanı olduğu beş Ripley romanı ile tanınsa da toplam 22 romanı, çok sayıda öyküsü ve farklı türde eserleri olan bu başarılı yazarın ilginç polisiyelerinden biri bu. Psikolojik gerilim türündeki eser, Highsmith’in hayranlarından olan Graham Greene’in onun için kullandığı “Korkudan çok, kaygının şairidir” tanımlamasına çok uygun bir içerik ve üsluba sahip olan bir roman. Karısını öldüren bir adam, karısı intihar eden ya da öldürülen ve kendisinden şüphelenilen bir başka adam ve her ikisinin de peşine düşen; sert, hırslı ve kuraldışı çalışmaktan çekinmeyen bir polis. Bu üç karakter ve diğerleri ile kendine has bir hava kuruyor Highsmith ve polisin şüphelendiği iki adamın kahramanları olduğu bölümler ile ilerlerken onları finalde kaçınılmaz bir yüzleşme ile karşı karşıya getiriyor. Finalinin okuyucunun merak ettiği en önemli soruyu cevapsız bırakmış gibi görünmesi ile kimileri için yeterince tatminkâr olmayabilir belki ama tüm romanın bu belirsizlik üzerinden ilerlediğini düşünce doğru görünüyor yazarın tercihi.

Bir cinayet sahnesi ile açılan ve bir çifte cinayet ile sona eren roman bu ölümler arasında tüm Highsmith romanları gibi okuyucuyu bir an bile ilgisini yitirmeyecek şekilde hep elinde tutuyor. Eşleri öldürülen (birinin intihar etmiş olması da mümkün) iki adamın ortak tek bir yönleri var: Her ikisi de eşinden çok rahatsız ve açıkçası özellikle biri için Highsmith’in çizdiği profil kadını bir ömür törpüsü olarak nitelendirebileceğiniz kadar sert (Burada yazar için Guardian’da Natasha Walter’ın kullandığı “kadın düşmanı bir lezbiyen” ifadesini hatırlamamak elde değil!). Biri kitapçı, diğeri avukat olan iki adam arasındaki sosyal sınıf farkını bir bölümde ilki için bir öfkeye dönüşen kıskançlığın konusu yapan ama bu konunun fazla üzerine gitmeyen (Hırslı polisin avukatı sadece psikolojik olarak hırpalarken, kitapçıyı fiziksel olarak da sert yaklaşımının hedefi yaptığını (birkaç kez dövüyor kitapçıyı polis) ekleyelim ama) Highsmith her iki karakteri çok iyi analiz etmiş ve roman boyunca hissettiklerini ve geçirdikleri dönüşümleri okuyucuya sıkı bir okuma serüveni sağlayacak kadar iyi anlatmış. Özellikle Walter karakterinin (avukat) gittikçe artan kaygı ve korkuları, hayatının kontrolünü yavaş yavaş kaybetmesi gerçekten çok etkileyici bir dil ile anlatılıyor ve romanı bitene kadar elinizden bırakmak istemeyeceğiniz bir içeriğe kavuşturuyor.

Highsmith’in bu romanı iki kez sinemaya uyarlanmış: Claude Autant-Lara’nın 1963 tarihli “Le Meurtrier” ve Andy Goddard’ın 2014 yapımı “A Kind of Murder” adlı filmleri. Bunlardan ilki daha başarılı bir çalışma olurken, romanın ve karakterlerinin ruhunu çok daha iyi getirebilmişti perdeye. Bu “ruh” ifadesi çok önemli çünkü tüm Highsmith eselerinde olduğu gibi bu romanda da karakterlerin psikolojisi eylemler kadar, hatta onlardan çok daha fazla öne çıkıyor. Yazarın özellikle Walter karakteri için detaylar üzerinden oluşturduğu gerilim ve tedirginlik atmosferi ve aynı karakterin kendi hataları, yanlış seçimleri ve zayıflıklarının neden olduğu psikolojik yıkımın resmi ile dikkat çeken kitap iki şüpheliyi yıpratarak birbirlerinin düşmanı haline getiren polis karakteri ile de önemli. Burada işkenceye varan bir sertliği gösteriyor bize yazar ve ortadaki iki ölüye rağmen okuyucunun otoritenin yanında taraf tutmasına izin vermiyor.

Özetle söylemek gerekirse; kesinlikle gerilimli, keyifli ve önemli bir polisiye bu. Yazarın hayranları zaten okumuş ya da okuyacaktır ama tüm polisiyeseverlerin de okuması gereken bir eser ve Patricia Highsmith’in bu türe armağan ettiklerini hatırlamak için değerli bir araç.

(“The Blunderer”)

İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali – Şevket Süreyya Aydemir

Şevket Süreyya Aydemir’in 1973 tarihli, 27 Mayıs 1960 ihtilalini öncesi ve sonrasını da ele alarak ama öncelikle ihtilalin mantığı açısından ele alan kitabı. Eserin arka kapağında yer alan şu alıntılar Aydemir’in kitabındaki savlarının iyi bir özeti olabilir: “İhtilal, toplum yapısında biriken çelişmelerin bir gün patlayışıdır. İyi ya da kötü olduğuna göre değil, şartlar tamam olduğu için ihtilal olur… 27 Mayıs İhtilali şartları tamam olan bir ihtilaldir” ve “… fakat bütün toplumlar için bu çelişkilerin mutlaka ihtilaller yolu ile çözümlenmesi şart mıdır, kaçınılmaz mıdır? Yahut ihtilal toplumsal bir kader ve bütün toplumlar için mukadder midir? Hayır!”. Özetle söylemek gerekirse, yazar 27 Mayıs için şartların oluştuğunu ve bu nedenle de kaçınılmaz olduğunu söylerken, ondan kaçınılmasının mümkün olduğu halde bunun yapılamamasının nedeninin Demokrat Parti’nin ve özellikle de Adnan Menderes’in hataları olduğunu ileri sürüyor. Turancılık ve Komünizmden geçerek Kemalizme uzanan bir politik anlayışı olan, Atatürk (“Tek Adam”), İnönü (“İkinci Adam”), Menderes (“Menderes’in Dramı”) ve Enver Paşa (“Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa”) hakkındaki kitapları ile Osmanlı’nın son döneminin ve Cumhuriyet’in politik hikâyesini yazdığını söyleyebileceğimiz Aydemir’in bu kitabı öncelikle 27 Mayıs’tan bağımsız olarak darbe, ihtilal, inkılap, müdahale gibi farklı kavramları sınıflıyor, tanımlıyor ve ardından da 27 Mayıs’ın bir darbeden ihtilale dönüşmesinin hikâyesini anlatıyor.

Her ne kadar kitabının ihtilalin bir övgü veya yergisi olmadığını söylese de, Şevket Süreyya Aydemir eserini 27 Mayıs’ın kaçınılmazlığı üzerine kurarak sonucun doğru olduğunu belirtmiş oluyor. Yazarın “şartların tamam olması” olarak tanımladığı durumlarda, bu tamam olma durumuna kimin karar verdiği ya da vermeye yetkisi olduğu gibi konuya girmiyor yazar ve “ordu-millet” olarak tanımladığı Türk toplumu adına bu kararın ordu tarafından alınmış olmasını da doğal buluyor bir bakıma. Önsözde “… 27 Mayıs İhtilali, toplum yararına, toplum için, ama halkın üstünde ve halka rağmen bir hareket olacaktı” diye yazan Aydemir, bu saptaması ile aslında ihtilal kararının yetkisi ile ilgili netameli bir durumu ve tartışma alanını da açıkça ortaya koymuş oluyor.

Aydemir kitabını doğrudan bir ihtilalin kronolojisi olarak oluşturmayıp, kendisinin de sıkça belirttiği gibi “bilimsel” bir anlayışla hazırlamış eserini. Bunun için öncelikle mantık kavramının kendisinden başlayarak, “tez, anti-tez ve sentez” kavramlarına uzanıyor ve eserini dayandırdığı temelleri açıklıyor okuyucuya. Ardından da tarihten seçtiği çok farklı örneklerle ihtilalleri oluşturan nedenleri açıklıyor okuyucuya yazar ve sonra da 27 Mayıs’a giden yolu anlatmaya başlıyor. Türkiye’de cumhuriyet inkılaplarının “temel prensiplerini, inkılabımızın akışı içinde, işleyip, araştırıp, formülleştirebildik mi?” sorusunu “hayır” ile cevaplayan Aydemir Demokrat Parti’nin ve Menderes’in kendilerine sunulan tarihî bir fırsatı değerlendiremediklerini ve ülkeyi ihtilalin kaçınılmaz olduğu bir noktaya sürüklediği savı üzerine kuruyor kitabını. Halk Partisi’nin iktidarı neden Demokrat Parti’ye kaptırdığını ilkinin tüm hataları ile birlikte ele alan ve ikincisinin de iddia ettiklerinin tam tersini yaparak “kendi sonunu hazırladığını” öne süren yazarın kendi kişisel tarihinin anlattıklarının bir parçası olması kuşkusuz esere ayrı bir önem katıyor. “Suyu Arayan Adam” adındaki otobiyografisinde kendi macerasını da anlatmış olan Aydemir’in tanıklıkları, değerlendirmeleri ve analizleri kuşkusuz ki çok önemli. Demokrasinin kendisini, onu bir tek parti / tek adam yönetimine dönüştüren, bir başka şekilde ifade edersek, onu tüm kurumlarını da ele geçirerek neredeyse bir istibdat rejimine dönüştüren iktidarlara karşı nasıl koruyabileceği ya da bunun mümkün olup olmadığı üzerine uzun uzun düşünmesini sağlıyor okuyucunun bu kitap; ihtilalin kaçınılmazlığını sıkça vurgulayarak kendisi açısından bir cevap veriyor buna Aydemir ama bu cevap şüphesiz ki “doğru” değil ya da en azından doğru olmaması gerekiyor.

27 Mayıs’ın kaçınılmazlığını, toplumun bu ihtilale hazır ve ona gebe olduğunu söylüyor ve örneğin Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963’teki girişimleri gibi eylemlerin tam da bu nedenle toplumda bir karşılığı olmadığı için başarısız olduğunu belirtiyor Aydemir. 27 Mayıs’ın da lidersiz ve örgütsüz bir ihtilal olmasının sonucu olarak yaşadığı sıkıntıların ve bunun sonuçlarının da analiz edildiği kitap bir editörün elinden geçmemiş olmamasından kaynaklandığı anlaşılan bazı problemlere sahip. Birtakım yazım hataları, kimi cümlelerin dil açısından aceleye getirilmiş görünen hâlleri, “Bu kitabın konusu değildir” gibi kapsamla ilgili cümlelerin defalarca tekrar edilmesi veya daha çarpıcı bir örnek olarak, “27 Mayıs İhtilali / Lider” başlıklı bölümde “Bizim yakın tarihimizde, iki büyük lider vardır” dedikten sonra bu liderlerden sadece birinden (Mithat Paşa) söz edilip, diğerinin (bu kişinin Mustafa Kemal olduğu açık ama…) adının bile anılmaması gibi hatalar dikkat çekiyor. Kuşkusuz kitabın içerik olarak önemini ve değerini azaltmıyor bu problem ama yakın tarihimizle yakından ilişkili bir tanığın bu eserinin yayınevinden daha fazla özen görmeyi hak ettiği gerçeğini değiştirmiyor bu.

Şevket Süreyya Aydemir kitabının son bölümünde tüm dünyayı etkisi altına alan 1968 olaylarını ve bizde özellikle üniversite çevrelerindeki ve öğrenciler arasındaki politik hareketliliği de analiz ediyor. Yazarın buradaki temel argümanı bu hareketliliğin içindeki farklı örgütlerin idelolojilerinin eskiliği ve 1960 ve 70’li yıllara uymaması. Ülkenin sol düşünce ile ilgili yayınlara çok geç erişmesinin de bu eskide kalmanın önemli nedenlerinden biri olduğunu belirten Aydemir bu bölümü neredeyse tamamen Türkiye’deki sol örgütlerin eleştirisine ayırıyor. Kendisinin komünizmden Kemalizm’e geçişi elbette bu düşünceleri ile uyumlu olan yazarın, Karl Marx’ı ve onun “Kapital” adlı dev eserini eleştirmesi de bu kapsamda görülmeli ama Marx’ın 2000’lerde Economist gibi kapitalizmin ve liberalizmin sert bir savunucusu olan bir dergi tarafından bile yeniden “keşfedildiğini” düşünürsek, onun bu bölümdeki savlarına katılmak pek mümkün değil bugün. Kaldı ki bu son bölümün kitabın geri kalanı ile sağlam bir doğal bağıntıya sahip olduğu da tartışmalı.

Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yürekten inanan ve tüm yaşamını bu inancı doğrultusunda sürdüren Şevket Süreyya Aydemir, cumhuriyetimizin kaçırdığı fırsatlara üzülen ve bu bağlamda Demokrat Parti iktidarının da kendisine sunulan fırsatı olması gerekenin tam tersi yönde kullanarak Türkiye’ye zarar verdiğine yürekten inanan bir aydın. 27 Mayıs’ın kaçınılmazlığı üzerine kurduğu bu eseri de bu ihtilali (ya da darbeyi) kaçınılmaz kılan unsurları anlatan ve yakın tarihimizle ilgili bu önemli (olumlu ve olumsuz tüm sonuçları ile önemli) hareketi anlamak için değerli bilgiler sunan bir kitap.

Çok Güzelsin Gitme Dur – Haldun Taner

Haldun Taner’in Milliyet gazetesinde “Pazar Sohbetleri” adını taşıyan köşesinde 1976 – 1982 yılları arasında yazdığı yazılardan oluşan bir derleme. Toplam elli üç yazının yer aldığı kitapta birbirinden çok farklı konularda ve Taner’in köşesinin adına uygun bir şekilde okuyucularla sohbet havasında yazılmış yazılara yer verilmiş. Nedense sonlardaki birkaçının tarihinin belirtilmediği bu yazıların ilki 29 Ağustos 1976, sonuncusu ise 28 Şubat 1983 tarihini taşıyor. Bir Pazar gününün bir parça da rehavet içeren havasında okunacak şekilde yazmış Haldun Taner ve o gün onun için hassasiyet taşıyan konulara değinmiş. Ülkemiz için bekleneceği gibi, o konuların tamamı bugün daha da ciddi boyutlar kazanarak hayatımızda yer almaya devam ediyor ve bu nedenle kitabı okumak zaman zaman ülke ile ilgili bir yılgınlık da yaratıyor; ama bu tür derlemeler tam da bu nedenle önemli aslında: Sorunlarımızın hep var olduğunu ve onları çözmenin kolay olmadığını, yoğun bir gayret gerektirdiğini hatırlatıyor bize bu ve benzeri kitaplar.

1915 doğumlu bir yazar Haldun Taner ve bu bakımdan bir cumhuriyet çocuğu olarak tanımlayabiliriz kendisini. Yazıların tümüne sinen bir cumhuriyet coşkusunu, cumhuriyetle hedeflenen aydınlanmaya olan inancı, Atatürk’ün ifadesi ile söylersek “muasır medeniyet seviyesi”ne erişme arzusunu hissediyorsunuz kitap boyunca. Yazarın en eskisi kırk dört yıl öncesine ait olan yazılarında bahsettiklerinin bugün de aynen geçerli olması, hatta hemen tüm yazıların bugün yayınlanmış gibi güncelliğini koruması kitabı günümüze de ait kılarken, kuşkusuz bir karamsarlık da doğurmuyor değil. Çevre sorunlarından politika ve politikacılara ve her türlü toplumsal yozlaşmaya tüm başlıklar bugün de ülkenin en büyük sorunları arasında yer alıyor. Örneğin “İstanbul’a Bakmak” başlığını taşıyan, 27 Şubat 1977 tarihli yazıda şehirdeki betonlaşmadan şikâyet ediyor Taner; bu yazıyı bugün okuyan pek çok kişinin İstanbul’un 1970’lerdeki fotoğraflarına bakıp özlem ile iç çekeceğini ve yitirdiğimiz güzellikler için üzüleceğini düşünürseniz, olumlu anlamda değişen bir şey olmadığını, Taner’in şikâyet ettiği o günleri yaşadığı için aslında şanslı olduğunu anlıyorsunuz. Yıllar öncesine ait yazıların gazete arşivlerinden çıkarılıp yeniden hayatla buluşturulması demek olan bu tür derlemeler yaşadığı dünya ile ilgili meselesi olan ve o dünyayı nasıl daha iyi anlarım, daha güzel kılabilirim telaşını hissedenler için işte böyle sorgulamalara imkân verdiğinden ayrı bir değer taşıyorlar.

Doğrudan politikayı konu alan yazılar yok kitapta ama bizdeki politikacıların düzeyini eleştiri konusu yapıyor Taner ve bu konuda yazdıkları da güncelliğini koruyor. Aslında yazıların ait olduğu dönem (1970’ler ve 80’ler) düşünülürse, sırası ile önce kaos içinde daha sonra da bir askerî darbenin sonrasındaki sessizlik içinde yaşayan bir ülkede yazıyor Taner ama en azından bu kitaba seçilenlerde politika bir ağırlık taşımıyor. Buna karşılık, politik atmosferin etkisinin sızdığı yazılar var. Örneğin bir anneler günü yayınlanan 8 Mayıs 1977 tarihli yazıda “Pazarları, bayramları bile kana bulayan bir gözükızmışlık içinde…” ifadesi ile bir hafta önce yaşanan Taksim katliamına göndermede bulunuluyor.

Haldun Taner’in kıvrak öykücülüğünün ve sade dilinin zenginleştirdiği yazıların düzeyini ve zenginliğini bugün ana akım medyada yazanlarınki ile karşılaştırmak elbette günümüz için olumsuz bir sonuç veriyor. Hem dil hem içerik olarak ne kadar gerilediğimizi net bir şekilde fark etmemizi sağlıyor kitap. Örneğin 25 Şubat 1979 tarihli “Dört Emeklli” başlıklı yazıda biri gerçek, üçü kurgu 4 emekli adam karakteri üzerinden bize adeta dört kısa hikâye anlatıyor Taner ve bir edebiyatçının kaleminden çıkan bir köşe yazısının nasıl çekici olabileceğini gösteriyor.