Ölüm Hücresi – Arthur Koestler

Macar asıllı İngiliz yazar ve gazeteci Arthur Koestler’ın İspanya İç Savaşı sırasında milliyetçi Franco kuvvetleri tarafından yakalanarak idama mahkum edildikten sonra atıldığı cezaevinde infaz edilmeyi bekleyerek geçirdiği günleri anlatan 1937 tarihli kitabı. Bir komünist olarak cumhuriyetçilere destek olmak amacı ile ve İngiliz News Chronicle gazetesinin muhabiri görünümü altında bulunduğu İspanya’da faşist İtalyan askerleri tarafından, Malaga’nın düşmesinden sonra yakalanan Koestler üyesi bulunduğu Alman komünist partisinden Stalin karşıtlığı nedeni ile 1938’de ayrılmış ve hatta 1940’da “Darkness at Noon – Gün Ortasında Karanlık” adını taşıyan ve Sovyet rejimini sert bir biçimde eleştiren bir kitap da yazmıştı. Koestler, Andre Malraux’nun “Le Conquerants – Fatihler” kitabından “Bir hayat hiçbir şey değildir; ama hiçbir şey de bir hayat değildir” cümlesi ile başladığı kitapta tam da bu alıntıya uyan bir içerikle bir toplumsal ve politik mücadelenin, bir iç savaşın yenik düşen tarafında olan bir insanın bu mücadele içinde tek başına hiçbir değeri olmayan ama diğer her şeyden de çok daha değeri olan hayatının yaklaşık üç ayını geçirdiği hapishanedeki günlerini ve öncesindeki birkaç günü paylaşıyor okuyucu ile.

Koestler’in kaldığı Sevilla cezaevinde kurşuna dizilen Nicolas adlı genç adama ithaf ettiği kitap bir gazetecinin İspanya İç Savaşı sırasındaki gözlemleri havasında başlıyor ama yavaş yavaş kişisellik dozu artan bir hikâye olarak devam ediyor. Yazarın iç savaş nedeni ile “can çekişen” bir şehir olarak tanımladığı Malaga’da başlayan, Sevilla’da devam eden ve serbest bırakıldığı La Linea’da sona eren kitap, ölüme mahkum edildiği için her an bunun korkusunu yaşayan ve her gece infaz edilen cumhuriyetçilerin seslerini duyan bir adamın ölümün kendisi kadar korkunç olan bekleme sürecinin neden olduğu ruh halini okuyucu ile samimi bir şekilde paylaştığı bir eser. Malaga’da işkencelere tanık olan Koestler’ın bu yok edici bekleyiş ile farklı yollarla mücadele etmeye çalıştığı günlerin dökümü olan kitapta, “Bekleyiş her zaman bir işkencedir, umutsuz bekleyiş ise hepsinin en beteri” diye yazıyor ve “Hele insanın ölüm karşısında duyduğu korku gibi çok genel bir olayı anlatmaya kalkınca söz kesinlikle işe yaramayan bir araç halini alıyor” dese de kitap dürüst ve içten anlatımı ile sözün gücünü kanıtlıyor.

Bir atasözünü hatırlatarak “Kararsızlık yarı ölüm demektir” diyen Koestler durumunun belirsizliğini (öldürülecek mi, ne zaman öldürülecek, İngiliz resmî görevlileri kurtulmasını sağlayacak mı vs.) ve yaşadığı sessizlik, yalnızlık ve korkuyu okuyucuya geçirmeyi başarıyor. “Kuşku, beyni usul usul ama mutlak şekilde kemiren bir mikroptur. İnsan o küçük korkunç kurdun beynin içinde kımıldadığını gerçekten duyar” cümlelerinin iyi bir özeti olduğu bu ruh durumu üzerinden ilerleyen kitap asıl olarak gerçekliği ve dürüstlüğü ile etkileyici olan bir çalışma. Sadece hayatının kurtulmuş olması nedeni ile değil, Sevilla cezaevinde içinde bulunduğu koşullar açısından da şanslı olduğunu açıkça belirten Koestler’ın kendisini kahramanlaştırmadan ve herhangi bir insanın hissedecekleri ile yazması kitabının önemini ve gücünü artırıyor kesinlikle. Son bölümünde yazarın cezaevi günleri, özgürlük ve ölüm üzerine düşüncelerine de yer verdiği kitap “araftan sonra tekrar cehenneme dönmek” gibi korkunç bir acıyı birinci ağızdan aktaran önemli bir eser. Koestler kitabın sonunda yer alan ve 1938 tarihini taşıyan yazıda şu cümlelerle daha iyi bir dünya için mücadeleye ve hayatını feda etmeye hazır olanların varlığını hatırlatarak umutlu bir şekilde kapatıyor eserini: “Ancak şu da bir gerçek ki, bu çağda da, hâlâ haklı bir dava uğrunda ortaya atılan daha başka kuvvetler var ve bunları düşünmek her bakımdan daha rahatlatıcı”.

(“Spanish Testament”)

Doğu Öyküleri – Marguerite Yourcenar

Académie Française’in ilk kadın üyesi, Belçikalı yazar Marguerite Yourcenar’ın on öyküsünün yer aldığı kitabı. Yazar öykülerinin biri hariç tümünü Doğu’nun (Uzak Doğu’dan Balkanlar’a uzanan geniş bir coğrafya söz konusu) efsane ve masallarından esinlenerek, onları uyarlayarak ya da onların tarz ve içeriklerine kendi edebî gücünü katarak yazmış. Farklı dergilerde yayımlanan bu öyküler ilk kez 1938’de yayımlanan kitapta bir araya getirilirken, 1978’de bir öyküyü “eskimiş” olduğu için kitaptan çıkarmış ve yerine yeni bir öyküyü eklemiş yazar. Yourcenar Yunan sürrealist şair Andreas Embirikos’a ithaf ettiği kitabında güçlü bir dil ile, bir masal havası taşıyan anlatımını yetişkinlere özel içeriklerle getiriyor okuyucunun önüne ve hem gerçek hem hem gerçeküstü olabilen öykülerinde, dinlemekten bıkmayacağınız bir anlatıcının o etkileyici sesini yakalıyor. Otuz dokuz yaşında intihar ederek hayatına sen veren şair ve çevirmen Hür Yumer’in eserin Türkçede de güçlü bir sese sahip olmasını mümkün kılan çevirisi ile ek bir değer kazanan bir kitap bu.

Kitaptaki ilk öykü olan ve Yourcenar’ın kitabın sonunda yer alan, 1978 baskısı için yazdığı yazıya göre eski bir Çin kıssasından esinlenen “Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı?” sanat ile gerçeğin ilişkisi(zliği)ne değinen ve sanatın ve sanatçının yüceliğini hatırlatan içeriği ile bir ressamın yarattığı dünyanın güzelliğinin gerçek hayatla örtüşmemesine öfkelenen imparatorun onu ölüme mahkûm etmesini anlatıyor. Ressamın çırağına imparatoru ve saraydaki adamlarını kastederek söylediği “Bunlar bir resmin içinde yitecek insanlar değil” sözü öykünün sanatın gerçekliği ve sıradan olandan farklılığı üzerine olan içeriğinin iyi bir özeti olurken, yazarın bir Batılı olarak Doğu’nun sesini yakayabildiğinin de iyi bir kanıtı oluyor. İkinci öykü olan “Marko’nun Gülümseyişi”ni Ortaçağ Balkan baladlarından esinlenerek yazmış Yourcenar ve bu Balkan öyküsünde -birkaç öyküde daha karşımıza çıkacak şekilde- Türklerin işgalci olduğu topraklardan bir arzu ve intikam hikâyesi anlatmış. “İşkence altındaki bir insanın dudaklarında arzunun en tatlı ızdırap olduğunu kanıtlayan o gülümseyiş”in öyküsünü arzunun yüceltilmesinin güçlü örneklerinden birine dönüştürmüş Yourcenar.

“Ölünün Sütü” de yine Ortaçağ Balkan baladlarından esinlenen ve bir annenin fedakârlığının ve sevgisinin sınırsızlığını (tam tersi bir örneği de ekleyerek) dokunaklı cümlelerle anlatan bir öykü. Bencilliğin ve kötülüğün iyiliği yenmesini acı satırlarla anlatan hikâye bir efsanenin çağdaş bir dil ile nasıl anlatılabileceğinin de parlak bir örneği. “Prens Genci’nin Son Aşkı” kaynağı ile diğerlerinden ayrışan bir öykü. Bir efsane veya masaldan esinlenmiyor bu öykü; onuncu ve on birinci yüzyıllarda yaşamış Japon romancı ve şair Murasaki Shikibu’nun hacimli romanı “Genci Monogatari”de “atladığı” bir bölümü onun adına kaleme almış Yourcenar. Shikibu bir Don Juan olarak tanımlanabilecek kahramanının yaşlandığını hissetmesi ile dünyadan el ayak çekmesini anlatır ama ölümüne değinmez hiç. Yourcenar açıklamasında belirttiğine göre işte bu bölümü yazmış ve kendi ifadesi ile “… bu epilogun Murasaki’nin kendisi tarafından kaleme alındığında nasıl sonuçlanacağını hiç olmazsa tasarlamak” istemiş. Aşk, cinsellik, ihanet ve unutulmanın dehşeti gibi temalardan beslenen çarpıcı bir öykü ve güçlü bir metin çıkmış ortaya.

“Nereus Kızlarını Seven Adam” 1930’lu yılların Yunanistan’ına götürüyor okuyucuyu ve on sekiz yaşındayken karşısına çıkan Nereus kızları (efsaneye göre periler) yüzünden dilsiz kalan ve “olaylar dünyasından çıkarak düşler dünyasına giren” bir adamın öyküsünü anlatıyor. Bunu yaparken de doğaüstü bir inancı sondaki şaşırtmaca ile “gerçek” kılıyor ve okuyucuyu etkiliyor. “Kırlangıçlar Meryem”i yine Yunanistan’da geçen bir öykü ve Yourcenar’ın eski Atina’da gördüğü bir kilisenin adını anlatmak arzusu ile yazdığı bir eser. Bir keşişin orman perilerine inanan ama Hristiyan inançlarına da bağlı olan köylüleri şeytanın eseri olarak gördüğü perilerden kurtarmak için yaptıklarını anlatan öykü farklı inançlar arasında bir uzlaşma olanağının güzelliğini (“Orman Perilerinin hayatıyla cemaatinin esenliğini uzlaştırabileceğin bir yol görünmüyor mu gözüne?”) hatırlatıyor etkileyici bir şekilde.

“Dul Afrodisya” yine Yunanistan’da geçiyor ve köyü teröre boğan bir eşkıya ile yasak aşk yaşayan bir dulun tutkusunun sonuçlarını adeta bir çağdaş efsane biçiminde anlatıyor. “Boynu Vurulan Kali” Goethe’ye ve Thomas Mann’a da ilham kaynağı olmuş bir Hindu mitosundan esinlenmiş yazarın açıklamasına göre. Bir tanrıçanın kesilen başının bir fahişenin bedeninde yeniden hayat bulmasının sonuçlarını anlatan öykü bir mesel havası da içeriyor.

“Marko Kraliyeviç’in Acı Sonu” 1978 baskısında kitaba eklenen bir öykü. Yine bir Balkan hikâyesi anlatan eserin çıkış noktası bir Sırp baladı olmuş ve yazar bir gizemli bir adamla yaptığı gizemli bir dövüşü kaybeden bir adamın öyküsünü getirmiş bize. Kitaptaki son öykü olan “Cornelius Berg’in Hüznü” yazarın tamamlamadığı bir romanının son bölümü olarak tasarladığı bir öykü. Hollanda’da geçen hikâyenin Doğu ile tek bağlantısı artık yaşlanmış bir ressamın eskiden İstanbul’a yaptığı bir yolculuğu içermesi ve burada gördüğü lalelerle Hollanda’dakileri birlikte hayal etmesi olan öykü adına da uygun bir şekilde hüzünlü bir eser. Kendisine iş veren bir resmî görevlinin “Tanrı evrenin ressamıdır” sözüne “Tanrı’nın kendisini manzara resmi yapmakla sınırlandırmamış olması ne büyük bir talihsizlik” cevabını veren ressamın bu öyküsü kitaptaki ilk öykü ile hoş bir çelişki de yaratıyor Yourcenar’ın belirttiği gibi: “(İlk öyküde)… kendi yapıtının içinde yitip kendi yapıtının içinde kurtulan o büyük Çinli ressamın karşısına, kendi yapıtı önünde kara düşüncelere dalan bu Rembrandt çağdaşını çıkarma zevkinden kendimi alamadım”.

Egzotik içerikleri ile bu kitap bir yazarın kendi dilini başka kültürlerininkine nasıl parlak bir şekilde dönüştürebildiğini gösteren bir eser ve “eski” içeriklerin “yeni” bir dil ile nasıl yaratılabileceğinin de önemli örneklerinden biri. Hür Yumer’i anmak için de bir araç bu eser; onun şiirlerini okuyarak ve onlardan biri olan “Gidemediklerimiz”i Hümeyra’nın benzersiz ve kırılgan yorumculuğundan dinleyerek başlanabilir bu erken ve trajik kaybı hatırlamaya.

(“Nouvelles Orientales”)

El Greco ya da Toledo’nun Gizi – Maurice Barrès

Ressam El Greco (Doménikos Theotokópoulos) üzerine Fransız yazar Maurice Barrès’in hazırladığı bir kitap. Barrès’in bu incelemesi bir sanatçının gözü ile bir başka sanatçı ve onun ilham kaynakları üzerine hazırlanmış bir kitap olması açısından farklılaşan bir eser ve ressamın kendisi kadar, onun otuz altı yaşında geldiği ve ömrünün sonuna kadar kaldığı Toledo şehrini ve yörenin kültürünü de ele alan ilginç bir çalışma. Bir ressam, heykeltraş ve mimar olan bu Yunan sanatçı, İtalya’daki Rönesans’ın etkisi ile oluşan ve 15 ile 16. yüzyıllarda etkisini gösteren İspanya Rönesansı’nın en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir ve Barrès incelemesinde zamanında çağdaşlarından farklılığı ile dikkat çekse de sonraları unutulan bu büyük sanatçıyı bu kitabı ile tekrar sanat dünyasının ve sanatseverlerin gündemine sokmuş. Bir uzmandan çok bir sanatçının bakış açısı ile ele alınan ve ilk kez 1911’de yayımlanan kitap 1923’te yazarı tarafından gözden geçirilerek tekrar sunulmuş okuyucuya.

Kitabı Türkçeye 2016’da hayatını kaybeden sanat tarihçisi, sanat eleştirmeni ve akademisyen Kaya Özsezgin çevirmiş. Çevirinin kendisi oldukça başarılı Türkçe kullanımı açısından; ama editörlük aşamasında giderilmesi gereken problemler varmış kitabın dili ile ilgili olarak. Kitabın orijinali Fransızca olduğu için yazar Barrès, El Greco’nun tüm eserlerinin isimlerini bu dilde yazmış doğal olarak ama Türkçe çeviride eserlerin isimleri olarak bunların tutulması hatalı olmuş çünkü sonuçta El Greco’nun bu eserlerinin orijinal isimleri dünya sanat literatüründe de yer aldığı şekilde İspanyolca. Bu nedenle, Türkçe çeviriyi okuyanlar orijinal isimlerini değil Fransızcasını okumak durumunda kalıyorlar. Ayrıca ilginç bir şekilde, metinde Fransızca olarak yer alırken bu tablo isimleri, tabolarla ilgili görsellerin altında Türkçeleri yazıyor. Editörün bu duruma müdahale etmesi ve orijinal isimlerin İspanyolca olarak kullanılmasını sağlaması gerekirdi.

Kitabın girişinde çevirmen Kaya Özsezgin’in oldukça bilgilendirici bir tanıtım yazısı yer alıyor. Bu yazı El Greco’nun sanatına ve ilham kaynaklarına ayrıntılı olarak değinirken, “Çok erken olgunlaşmış bir modernizmin tekil örneklerinden biri” olarak nitelendiriyor sanatçıy Özsezgin. Gerçekten de bugün kübizmin ve özellikle de dışavurumculuğun erken dönem habercisi olarak tanımlanıyor bu sanatçı ve dönemin eğilimlerinden oldukça farklı tabloları yüzünden “Delinin biriydi zaten” ifadesi sıklıkla kullanılmış hakkında. Barrès Fransız yazar, şair ve koleksiyoncu Kont Robert de Montesquiou’ya ithaf ettiği kitabında bu ilginç sanatçıyı hayat hikâyesi ile değil (zaten çok fazla bilgi yok bu konuda ve sanatçının gizemli olarak nitlendirilmesinin nedenlerinden biri de bu), eserleri ve onun bu eserlerin çoğunu yarattığı Toledo kenti üzerinden anlatıyor bize. Dolayısı ile kitap, alışılan türden bir sanatçı incelemesi değil; okuduğumuz daha çok bir seyahat kitabı gibi ve Barrès Toledo kenti içinde gezinirken, hem şehri hem de sanatçıyı keşfediyor ve izlerini sürüyor bir bakıma. Onu sanatçıya çeken ilk eser detaylı bir şekilde yorumladığı ve kitap boyunca da birkaç kez tekrar gündeme getirdiği 1586 tarihli “El Entierro del Conde de Orgaz” (Kont Orgaz’ın Toprağa Verilmesi) olmuş.

Barrès kitabı dört bölümde oluşturmuş: “Greco’nun Yapıtıyla İlk Karşılaşmam”, “Greco’nun Yaşamı”, “Toledo’da Geçirdiğim Günler” ve “El Greco bana Toledo’nun Gizini Açıyor”. “… geçen zaman onun kimliğini yansıtacak bilgiler üzerine bir bilinmezlik perdesi çekmiş bulunmaktadır” diyor yazar ve “Bu perdeyi kaldırmak ve Greco’nun gizemli kişiliği hakkında bilgi elde etmek için, Toledo şapelinin toz bulutu altında karanlığa gömülen tabloları karşısında bazı yorumlara girişmekten başka çözüm kalmıyor” cümleleri ile eserinin yöntemini açıklıyor. Yazar Greco ile Toledo’nun gizlerini birlikte ele alarak çözmeye soyunuyor ve kenti de katedraller, sokaklar, yapılar ve müzik üzerinden keşfederken Arapların (Müslümanların), Yahudilerin ve Katoliklerin birlikte yaşadığı kentin bu çokkültürlülüğünün sanatçıyı nasıl etkilemiş olabileceğini ele alıyor.

El Greco’nun kitabın yazıldığı tarihte bilinen tüm tablolarının siyah-beyaz birer resimlerine yer verilen kitapta yazarın 1923’teki basım için hazırladığı ve bu basıma özel notlar, ortaya çıkan yeni görüşler ve başkalarının Greco hakkındaki görüşlerinden oluşan eki de yer alıyor. Aynı konu veya kişi üzerine farklı tarihlerde yaptığı tabloları (örneğin “Havari Saint Jean” tabloları) birlikte görme ve farkları üzerinde düşünme fırsatı da sağlayan kitap gizemli bir sanatçı ve onun eserlerini yarattığı gizemli kent üzerine yazılmış ilginç bir eser kesinlikle. 1915 tarihli kitabında İngiliz eleştirmen, yazar ve filozof John Cowper Powys, Barrès’in kitabını şu sözlerle eleştirmiş: “… aydınlatıcı bölümleriyle büyüleyici bir eser ancak fazlasıyla mantıksal, fazlasıyla ikna edici, İspanya’nın ve İspanya’nın bu büyük ressamının karanlık ve keyfe keder ruhlarına erişmek adına, itinalı biçimde yapılmış genellemelerin süslü anlatımlarıyla dolu”. Süslü bir anlatımı olduğu doğru kitabın ama yazarının da bir sanatçı olduğunu ve kendisini büyüleyen bir karakteri ve bir şehri anlattığını da unutmamak gerekiyor.

(“Greco ou le Secret de Tolède”)

Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler – Sabahattin Kudret Aksal

Sabahattin Kudret Aksal’ın, ilk öyküsü olan “Semtin Kahvesi”nden başlayarak yazdığı tüm öyküleri (daha önce kitaplaşmamış olanları da kapsayan) bir kitap. Arif Yılmaz’ın hazırladığı bu “eleştirel basım” yazarın öykülerde zaman içinde yaptığı dil değişikliklerini (kelime değişikliklerinden cümle değişikliklerine kadar uzanan bu farklılıklar daha yeni sözcükler kullanma arzusundan da kaynaklanıyor) ve daha da önemlisi, öykülerin farklı versiyonlarını da içeriyor. Yılmaz’ın sunuş yazısı yazar ve özellikle öykücülüğü üzerine doyurucu bilgiler verirken, kitabı eleştirel basım kılan özelliklerini de açıklıyor okuyucuya. Kitaptaki öyküler üç bölümde toplanmış: İlk iki bölüm yazarın her biri ödül kazanmış olan iki öykü kitabındaki (“Gazoz Ağacı” ve “Yaralı Hayvan”) eserleri, üçüncü bölüm (“Birkaç Öykü Daha”) ise diğer tüm eserleri içeriyor.

Belki hikâye yazarlığından çok, şairliği ve oyun yazarlığı ile tanınan Sabahattin Kudret Aksal’ın öyküleri yazarın duyarlılığının izlerini taşıyan, bazıları bir olay örgüsünden çok deneme havasına sahip olan veya “hatırlıyorum” tarzı ile dikkat çeken eserler. Yazarın çağdaş olma gayretini sadece dilde yaptığı değişiklikler değil, öykülerin içeriği de gösteriyor. Örneğin kitaptaki ilk öykü olan “Bir Dostluk” birkaç gündür tanışan bir kadın ve erkeğin “geçmişlerinden bile sıyrılarak”, “herkesten, her şeyden uzak” bir odada buluşarak yaşattıkları dostluğu örneğin bir güncel Fransız filminde görebileceğimiz bir içerik ile anlatıyor okuyucuya. Bu modern hava “Soyut Oda” ve “Vav’lar” adlı öykülerde de çıkıyor karşımıza. Kitapta iki ayrı versiyonu olan “Hayriye Hanım” bir olaydan çok, bir durumu anlatan eserlerden biri ve yapıttaki pek çok öyküde de karşımıza çıkan bir hüzünlü gerçekçiliğe sahip. Bu hüzün, bir parça karamsarlık ve kabullenme havası ile birlikte başka öykülerde de yer bulmuş kendisine. Örneğin “Geceye Doğru” emekli olacağını öğrenen bir adamın hayatı sorgulamasını, gençlik özlemini ve huzuru hayal etmesini etkileyici bir şekilde anlatıyor okuyucuya. Nostalji de yer bulmuş öykülerde kendisine: Örneğin “Bizim Olan Sokaklar” çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yerleri geçmişe özlemle hatırlayan herkesin hemen içine girivereceği satırlar ile okuyucuyu bir nostaljinin içine yerleştiriyor özenle. İç sıkıntısı ve/veya burukluk duygusu da hikâyelerdeki ortak temalardan biri. Örneğin “Sokakta Opera” sebebi belirsiz bir iç sıkıntısı yaşayan bir karakterin sokaklarda geçirdiği bir sıradan günü o sıkıntıyı somutlaştıracak bir güçle anlatırken, “Oğul” bir kısa film hikâyesine kaynak olabilecek içeriği ile bir anne ve oğlunun bir sıradan akşamlarının hayal kırıklığını da içine alan çok güçlü bir resmini çiziyor bize.

Sabahattin Kudret Aksal’ın öykülerinin bir özelliği de diyalogların ve olay örgüsünün azlığı ve bazen de yokluğu. Bunun örneklerinden biri olan “Çekirdek” aynı zamanda bir başka ortak temayı da getiriyor okuyucuya: Bu öyküde bir örneğini okuduğumuz şekilde, bazen birinci şahıs bazen de üçüncü şahıs dili ile Aksal, karşısına çıkan karakterlerin öykülerini hayal ediyor veya onları hayal ettiği bir öykünün kahramanları yapıyor bu süreci okur ile paylaşarak. Bu öykülerde Aksal’ın yazarlık, yazma serüveni ve yazarın hayal etmesi (edebilmesi) üzerine düşüncelerinin de tanığı oluyoruz. “Yaralı Hayvan”, “Kuş Kafesine Yaldız”, “Saatler”, “Bir Trende Gidenler” ve “Bir Sabah, Bir Apartımanda”ki karakterlerinden birinin örnekleri olduğu tanıklık hikâyelere ek ve çekici bir boyut kazandırıyor.

“Hüseyin Feyzullah’ın Evlenmesi” ve “Ev ve Ölü” gibi güçlü hikâyelerin nasıl vurucu bir güce sahip olabileceğinin birer kanıtı olan eserlerin yer aldığı kitapta “Jerry Lane” gibi diğerlerinin aksine hem esprili havası hem de ABD’de geçen ve karakterlerin Amerikalı olması ile de diğerlerinden ayrılan farklı yapıtlar da yer alıyor. Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Sabahattin Kudret Aksal’ın tüm öykülerini içerik ve dillerindeki değişimleri de takip ederek okuyabilme olanağı sağlayan bu kitap tüm öyküseverlerin keyifle okuyacağı bir eser.