Bir Darbeci Subayın Anıları – Adnan Çelikoğlu

27 Mayıs 1960 darbesi, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimlerinin doğrudan veya dolaylı olarak parçası olan Adnan Çelikoğlu’nun 2010 tarihli anı kitabı. 2002’de vefat eden Çelikoğlu’nun kitabını bu darbe ve darbe girişimleri sırasında yedek subay olarak orduda bulunan ve olayların önde gelen ismi Talat Aydemir’in basın sözcülüğünü yapan Ergin Konuksever hazırlamış yayına. Çelikoğlu’nun yaşananların içinde olması kitabı değerli kılan unsurlardan biri kuşkusuz; kişisel olanlar dışında belki çok yeni şeyler söylemiyor ve birtakım sırları ifşa etmiyor kitap ama her darbenin kaçınılmaz olarak geçtiği ortak süreçlerin belgesi olarak ve darbeler konusunda mutlak doğruların olup olmadığını sorgulatması ile önemli bir yapıt bu. Tüm bu darbe ve girişimlerinin yanında veya karşısında ya da duruma göre bazen karşısında bazen de yanında olan diğerlerinin anıları ile birlikte okunması gereken ve böylece aynı eylemin veya olayın herkes tarafından nasıl farklı algılandığını ve algılanmasını istediğini gösterecek olan ilginç bir eser bu. Başta darbeler konusu olmak üzere, Türkiye’nin politik geçmişi, bugünü ve geleceği ile ilgilenen herkesin okumasında yarar var.

Kitabı yayına hazırlayan ve eserin başında Adnan Çelikoğlu hakkında kısa bir yazısı olan Ergin Konuksever’in belirttiğine göre Çelikoğlu’nun eşi kendisinin lisede edebiyat öğretmeniymiş. Bu ilginç tesadüf ikisi arasındaki ilişkinin başlangıcı olsa da, kitapta anlatılan olaylar sırasında yan yana düşmüşlükleri de var. Konuksever, Çelikoğlu’nu “değerli kurmay subay, aziz ve dost yürekli, cesur” sözleri ile överken bu kısa yazıda 27 Mayıs için iki kez “devrim hareketi” ifadesini kullanıyor. 1963’ten itibaren “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanan bu darbenin bayram özelliğini 1981’de kaldıran ise 12 Eylül 1980 darbesi ile iş başına geçen Milli Güvenlik Konseyi olmuş ve karar şu sözlerle duyurulmuştu: “Bugün 1961 Devriminin ve dolayısıyla 1961 Anayasasının kutlandığı gündür. Ancak özellikle 1970’li yıllardan itibaren meydana gelen gelişmeler sonucu 1961 Anayasasının toplum bünyemize uygunluğu tartışılır hale gelmiş ve bayram günü halk arasında etkinliğini yitirmiştir. Bu nedenle 27 Mayıs resmi bayramlar arasında sayılmamıştır”. 12 Eylül darbecileri, kendilerinden önce darbe yapanları eleştirmeyerek kendi darbelerini de meşru gösterirken, öte yandan da 1961’in özgürlükçü anayasasının yerine yenisini koymanın gerekçelerini de hazırlamışlar bu ifade ile. Neticeleri ne olursa olsun 27 Mayıs’ı lanetlemeli mi, yoksa hâlâ gerisinde olduğumuz ve gittikçe daha da uzaklaştığımız 1961 Anayasası’nın özgürlükçülüğünü öne çıkararak devrim olarak mı adlandırmalı bunu Konuksever’in yaptığı gibi? Hemen her politik ve toplumsal konuda olduğu gibi, her iki argümanın da doğruları ve yanlışları var; Adnan Çelikoğlu’nun kitabı ise doğrudan bu yargıyı dile getirmese de hiç, şunu öne sürüyor temel olarak: Darbeler yanlıştır ama yapacak başka bir şey kalmadığı zaman… Çelikoğlu 27 Mayıs’ı doğru ve kaçınılmaz buluyor ama sonrasında yapılan yanlışların 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’e giden yolu açtığını söylüyor. Dolayısı ile 27 Mayıs’ın kendisinin değil ama uygulamalarının yanlışlığını vurguluyor. Darbelerin sonuçları için iki karşıt örnek verilebilir konu üzerinde düşünmek isteyenlere: Latin Amerika ülkelerindeki hemen tamamı ABD destekli veya onaylı darbeler o topraklarda demokrasi ve insan hakları konusunda korkunç sonuçlar yarattı ve yaratıyor; Portekiz’de 25 Nisan 1974’te gerçekleşen “Karanfil Devrimi” darbesi ise ülkedeki faşist Salazar diktatörlüğünün devamı olan rejimi sona erdirmiş ve demokrasiye giden yolu açmıştı.

Adnan Çelikoğlu kısa önsözünde 27 Mayıs’ın hazırlıklarının 1955’de başladığını söylüyor ve ilgili herkesin bu darbe hakkında bildiğini yazması gerektiğini ve tarihçilerin bu sayede doğru kararı verebileceklerini söylüyor, bir bakıma kitabı yazma gerekçesi de olarak. İkinci Cumhurbaşkanı İnönü’nün 1939’da Harp Okulu’nda yaptığı bir konuşmadaki cümlesini alıntılamış kitabının ilk sayfasında yazar: “İkinci sınıftaki Harbiyeli, birinci sınıfa nazaran Cumhurbaşkanlığı’na bir yıl daha yaklaşmıştır”. Ülkenin İnönü’den sonraki 5 cumhurbaşkanının da asker kökenli olduğunu düşünürsek cümle doğru elbette ve Çelikoğlu’nun bu alıntıyı kullanma nedeni askerlerdeki darbe düşüncesinin “doğal”lığının gerekçelerinden birini izah etmek; “her Harbiyeli’nin gönlünde yatan ideal” diyor İnönü’nün bu cümlesi için Çelikoğlu. Ülkenin kurucularının Kurtuluş Savaşı nesli olması ve onların hassasiyetlerinin o dönemde ve daha sonra da uzun bir dönem boyunca ülkeye hâkim olmasını bir başka etken olarak gösteriyor Çelikoğlu ve sivil hükümetlerin Demokrat Parti örneğinde olduğu gibi bu hassasiyetlerden uzaklaşmasının askerlere kendilerinde müdahale hakkı ve sorumluğu görmelerine yol açtığını öne sürüyor. “1950 ile 1960 arasındaki olayların kökeninde bu çok eski dostluk, arkadaşlık ve sempatinin yanı sıra, anlaşmazlıklar ve düşmanlıkların yattığını” ifadesi ile de Atatürk, İnönü, Bayar, Kurtuluş Savaşı komutanları ve bazı siyasetçiler arasındaki ilişkileri işaret ediyor ve “ordunun demokrasiye hazırlanmadığı”nı söylüyor Çelikoğlu.

Kitabın başında kendi hayatını anlatan yazar bir bakıma Cumhuriyet’in aydınlıkçı bakışına ve her vatandaşına eşit yaklaşma idealine övgülerde de bulunuyor. Kimya öğretmeninin Zeki Alasya’nın babası (Reşat Alasya), edebiyat öğretmeninin ise Namık Kemal’in oğlu (Ali Ekrem Bolayır) olduğu askerî lise yıllarında kendilerini yetiştirenlerin İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanan 1908 İhtilali’ni yapan nesil olduğunu ve bunun da askerî okullarda yetişenlerin düşünce yapılarının oluşmasındaki, örneğin kendilerini ülke yönetiminde ve kötü gidişe dur demede “askerin sorumluluğu” adına yetkili görmelerindeki faktörlerden biri olarak gösteriyor. Burada kendisinin de okuduğu askerî liselerin önemini ve kapatılmalarının büyük bir yanlış olacağını vurguluyor. Bu liselerin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi tarafından kapatıldığını da söylemiş olalım bu arada.

Adnan Çelikoğlu’nun ordunun kimi politikacılardan ve buna bağlı olarak sivil yönetimlerden soğumasının farklı örneklerini veriyor kitapta. Bunlardan biri Orgeneral Mustafa Muğlalı hakkında: İnönü’nün bir zamanlar “Kara Aslanım” dediği paşayı “demokrasiye geçişin ilk kurbanı” olarak tanımlıyor yazar ve bu olayın onun ordu gözündeki itibar ve sevgisini büyük ölçüde yitirmesine neden olduğunu belirtiyor. Muğlalı’nın kaçakçılık yapanları kurşuna dizdirerek öldürüp, kaçmaya çalışırken öldürüldüklerini iddia eden bir tutanak tutturmasını sadece “kanunsuz uygulama” olarak niteleyip detayına girmemesi Çelikoğlu’nun bakış açısını göstermesi açısından önemli elbette. Aynı olayla ilgili olarak bir başka 27 Mayısçı Orhan Erkanlı da şöyle DP’yi eleştirerek şunları söylemişti: “Demokratlar, bitmez tükenmez müsademelerde, eşkıya takiplerinde şehit düşen Türk ordusunun evlâtlarının hesabını soracak yerde kendi siyasi çıkarları uğruna, Kâzım Karabekir’den sonra Doğu’da ilk defa nisbi bir sükunet sağlayan büyük kumandan Muğlalı’yı mahkeme huzuruna çıkarmayı tercih ettiler. Elbette bu uygulamadan devrin hükümetlerinin ve İnönü’nün de haberi vardı. Fakat yiğit Muğlalı, askerliğin, kumandanlığın ezeli kuralına uyarak (“kumandan yapılan ve yapılmayan her şeyden sorumludur”) suçlamaları üzerine aldı ve neticede ölüme mahkûm edildi”. Burada hükümetin suçu sadece Muğlalı’nın üzerine atması eleştirisi doğru kuşkusuz. Cumhuriyet tarihinde ordu içindeki ilk hareket olarak tanımladığı, 1943’te S.O. rumuzu ile ordu içinde dolaşan ve kimin yazdığını bilmediğini söylediği mektuplarda dile getirilen rahatsızlıkların, sivil hükümetlere güvensizlik, ordunun ihtiyaçlarının ihmal edilmesi ve CHP’nin DP’ye karşı verdiği ve ülkenin kuruluş değerlerinden uzaklaşılmasına yol açan tavizlerin sonucu olduğuna inanıyor Çelikoğlu. Kitabın alt başlığına (“27 Mayıs Öncesi ve Sonrası”) uygun olarak bu ve benzeri pek çok örnek darbe sürecini öncesi ve sonrası ile izah etmek için kullanılmış.

“Türkiye’nin 1960 İhtilali’ne nasıl getirildiği ve bunun sorumlularının kimler olduğunu aydınlığa çıkarabilmek” diyor amacını belirtirken Çelikoğlu. Türk ordusunun durup dururken ihtilal yapmayacağını söylüyor ve “Türk subayı hiçbir zaman bu memleketi diktatörlükle idare etmek istememiş… en kısa zamanda demokrasiye geçmek için acele etmiştir” diyor. 1946 seçimlerindeki usulsüzlüklerin tekrarlanmaması için, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Ankara’da bazı subayların nöbet tuttuklarını da hatırlatıyor. 27 Mayıs’ın ana nedeni olarak da “Celal Bayar başkanlığındaki kurucular heyeti ile TBMM üyelerinin davranış ve uygulamalarını” gösteriyor. 1950’de İnönü’den iktidarı devralan Bayar’ın “büyük siyasi hatalar işleyerek Türkiye’yi bir askeri müdahaleler ülkesi” haline getirdiği yargısında bulunuyor. 27 Mayıs’a giden yolda DP iktidarının, “ordunun gururunu kıran”lar da dahil pek çok hatasını sıralıyor kitap boyunca Çelikoğlu. İnönü’nün “Şartlar oluşunca ihtilal olur” cümlesinin tam anlamı ile arkasında durduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz yazar “Türk ordusunun geleneksel demokrasi tutkusu”ndan söz ediyor örneğin.

Adnan Çelikoğlu’nun DP hükümetinde önce Savunma Bakanı Şem’i Ergin’in temsil bürosunda (ordunun sivili halkla bağlantısı için kurulan ve ABD ordusundaki yapılanmanın örnek alındığı kurum) ve daha sonraki bakan ve Aydın Menderes’in yakın arkadaşı Ethem Menderes’in emir subayı olarak görev yapması onun hikâyesini hayli ilginç kılıyor kuşkusuz. Darbecilerin -kimileri ile hayli yakın- ilişkileri ve hatta 1957 seçimlerinde DP’nin seçim gezilerine katılmış olması onu oldukça ilginç bir konuma yerleştirmiş ve o da bu konumunda tanık ve müdahil olduklarını anlatmış kitabında. İhtilalin kişilerin, ilişkilerin, kararların ve tesadüflerin etkilediği bir süreç olduğunu ve her devrimin “kendi çocuklarını yediğini” hatırlamamızı sağlıyor. CHP yönetimini, taraftarlarını ve İnönü’yü de en azından darbe sürecini hızlandıran tutumları nedeni ile eleştiren Çelikoğlu’nun 27 Mayıs darbesini yapanların başta Milli Birlik Komitesi ile ilgili olanlar olmak üzere hataları ile ilgili verdiğ örnekler, 12 Eylül 1980 darbesini yapanların derslerini iyi çalıştığını gösteriyor.

Kendi hatalarından da örnekler vermiş Çelikoğlu ve uygulamalarını kitabında sertçe eleştirdiği ve DP iktidarına yönelik tepkilerin önemli nedenlerinden biri olarak gösterdiği Namık Gedik’in intiharı ile igili bir suçluluk duygusunu da paylaşmı. Darbe sonrası gözaltında olan Gedik’in yanında yaptığı bir “patavatsızlığın” onun intihar etmesinde bir payı olup olmadığı hakkındaki sorgulamasını “düşünür, üzülür ve pişman olurum” sözleri ile ifade ediyor ama gereksiz / duyarsız bir “ancak elimden gelecek bir şey de yok” cümlesini de kuruyor nedense. 27 Mayıs, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarının her birinde kaybedenlere uygulanan zulüm ve hukuk dışı yaptırım ve cezaların, tutulmayan sözlerin, hainlik ve dönekliklerin de örneklerini veriyor yakın tarihli 15 Temmuz girişimini akla getirircesine.

27 Mayıs’ın “yanlışlar”ını düzeltmek ve yarım kalan devrim hareketini tamamlamak için yola çıkan Talat Aydemir ve arkadaşlarının 22 Şubat ve 21 Mayıs girişimlerini de tanık oldukları ve duydukları ile anlatan yazar Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın ülke tarihinin yüz karası olaylarından biri olan idamları ile ilgili tartışmalarına kendisinin hiç dahil olmadığını vurguluyor birkaç kez. Aydemir’in idamlar konusunda Milli Birlik Komitesi üzerinde kurduğu baskının bu komiteye karşı Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında örgütlenen ve 22 Şubat’ı gerçekleştiren grubun, Yassıada mahkemesi kararları ne yönde olursa olsun, aynen uygulanması kararının sonucu olduğunu söylüyor. 22 Şubat ve 21 Mayıs hareketlerinin “(Cumhuriyet) Halk Partisi’nin (1961 seçimlerinden sonra) iktidara tek başına gelemeyeceği anlaşılınca meydana çıktığına” inanıyor ve “Eğer Halk Partisi bu yenilgiyi baştan kabul etseydi ve taraftarlarına bunu empoze edebilseydi” yaşanmayabileceğine inanıyor.

Hem hükümetin hem darbecilerin içinde olmaktan, -kendi ifadesine göre- karışmadığı bir darbe girişimin içinde olmakla suçlanmaya, bazı darbecilerin kendisini DP sempatizanı görmesinden uğradığı kişisel ihanetlere ilginç bir yaşam öyküsü Çelikoğlu’nunki. Türkiye’nin en çalkantılı dönemlerinde olayların içinde olması da yazdığı kitabı okunmaya değer kılıyor. Kuşkusuz 27 Mayıs ve diğer darbe ya da darbe girişimleri hakkındaki kitaplar ile birlikte okunduğunda daha bütünsel ve daha tarafsız bir düşüncenin oluşmasına katkı sağlayacak eserin editörlüğü ile ilgili birkaç eksiği paylaşmakta da yarar var. Bu eksiklikler kitabın değerini kesinlikle azaltmıyor ama yine de giderilmeleri çok daha ilginç bir yapıtın ortaya çıkmasını sağlayabilirdi.

Bunlardan biri, ağırlığını fotoğrafların aldığı görsel malzeme kullanımı; tamamı Ergin Konuksever tarafından sağlanan bu malzemelerin tümü kitabın sonunda bir ek olarak yer almış. Oldukça değerli ve kitaba ve okuyana da katkı sağlaıyor bu görseller ama bunların tamamını sona yerleştirme kolaylığı yerine, kitaptaki ilgili metinlerin olduğu bölümlerde yer almaları çok daha uygun olurdu kuşkusuz. Bu biçimsel eksikliğin dışında içerikte de okuyucuyu bilgilendirmeye yönelik eklemeler yapılabilirdi. Bunların başında kitapta yer alan onca ismin, en azından olayları yaratanlar ya da onlardan etkilenenlerinkiler başta olmak üzere, “sonra”sı ile ilgili kısa notlar olmalıydı en azından. Böylece okuyucu daha bütün bir resme kavuşabilirdi ve ilgi duydukları için kendi araştırmalarını yapabilirdi. Yayına hazırlayanın bazı olaylarla ilgili ekleme ya da düzeltmeleri olmalıydı; örneğin Adnan Çelikoğlu idam cezası yaşı yetmişi geçtiği için 20 yıl hapse çevrilen Muğlalı’nın kahrından öldüğünü yazıyor ama aslında bu hapis kararının askerî yargıtay tarafından bozulduğu ve tekrar yargılanma kararı alındığı kısmını eksik bırakmış ki yayına hazıırlayanın eklemesi gereken bir bilgiydi bu. Bir de belirsiz bir konu var: Konuksever girişteki tanıtım yazısında Çelikoğlu’nun anılarını 1990’da kaleme aldığını yazıyor; oysa yazar “Demokrasi Tecrübesi” başlıklı bölümün başında “Elli yıl sonra, 1998 yılında, bu harekete bakarken düşüncelerim…” diye yazmış. Ya bu iki tarihten biri yanlış ya da 1990 Çelikoğlu’nun anılarını yazmaya başladığı tarih olmalı. Bu önemli; çünkü 1998’de MGK toplantısında alınan “28 Şubat kararları”nın da adı bir şekilde geçerdi ya da geçmeliydi kitapta diye düşünüyorum.

Sanat Nedir? – Lev Tolstoy

Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yaşamının son dönemlerinde ağırlık verdiği kuramsal çalışmalarından biri olan ve içerdiği polemikler ve sert eleştiriler nedeni ile ülkesi Rusya’da 1897’de sansürlenerek yayımlanabilen kitabı. Sansürsüz ilk baskısı ertesi yıl İngiltere’de yapılan kitap sanatın tanımı ve ne olması gerektiği üzerine gerek dönemin gerekse günümüzün yaygın görüşlerine zıt bir yerde duran ilginç bir eser. Kendisinin eserleri de dahil olmak üzere, sanatın her dalının ustalarının yapıtlarına sert eleştiriler getiren Tolstoy kitabını on beş yıla yayılan bir sürede yazmış ve eserin içerdiği referansların da gösterdiği gibi yoğun bir kaynağa da başvurmuş. Temel olarak, sanat ve buna bağlı olarak güzellik tanımlarının tarihçesini anlatan ve eleştirisini yapan Tolstoy daha sonra kendi tanımlarını ve doğrularını açıklıyor. Kitabının İngilizce baskısı için hazırladığı önsözün yanında; Fransız Guy de Maupassant’ın eserlerinin Rusça baskıları için yazdığı bir metin; Rus Sergey Semyonov’un “Köylü Öyküleri” ve Alman Wilhelm Von Polenz’in “Köylü” adlı eserleri için önsözler; Rus Gogol üzerine genel bir inceleme; Rus Anton Çehov’un “Duşeçka” isimli öyküsü için bir sonsöz ve, Shakespeare ve dram sanatı üzerine bir incelemesi de eklenmiş esere. Bu eklerin her biri Tolstoy’un kitabında dile getirdiği fikirlerini destekleyici metinler ve o fikirlerin üzerinden anlatıldığı örnekler olarak ayrıca önem taşıyorlar. Tolstoy’un, dinsel ve toplumsal inançlarından yola çıkarak sanatı tanımlaması ve bu değerlere uymayan diğer tüm eserleri sert bir biçimde aşağılayarak eleştirmesi hayli kışkırtıcı bir yaklaşım ve bu da kitabı ayrıca okumaya ve tartışmaya değer kılıyor.

TDK sanat sözcüğü için şu tanımı yapmış: “Duygu ve düşünceleri göze ve gönle hitap edecek şekilde söz, yazı, resim, heykel vb. ile ifade etme konusundaki yaratıcılık”. Tolstoy’un kitabı işte bu tanımın “göze ve gönle hitap edecek şekilde” kısmını kesin bir dil ile ret ediyor ve bunun ne korkunç bir yanlış olduğunu anlatıyor uzun uzun. “Onca emeği, insan yaşamını ve ahlaki değerleri yiyip yutan sanat, yararlı olmak şurada dursun, ya zararlı bir şeyse?” sorusundan yola çıkıyor Tolstoy, Anton Rubinstein’ın “Feramors” adlı operasının bir provasında tanık oldukları üzerine. Oldukça çok sayıda ve farklı alanlardan isimlerin eserlerini okumuş yazar Tolstoy kitabını yazma süreci boyunca ve çok sayıda alıntıya yer vermiş eserinde. Bu alıntılar sıradan bir dipnot kullanımının çok ötesinde; Tolstoy sık sık bu alıntıları metninin parçası yapıyor ve hemen tamamının “yanlışlığı”nı açıklıyor okuyucuya. Sanatın zararlı bir kavrama dönüşmesinde aşağıladığı sanatçılar kadar, onlara hayran ve alıntıladığı görüşlerin sahiplerinin de payı olduğunu söylüyor Tolstoy.

Sanatın karşı olduğu tanımının TDK’ninkinde olduğu gibi hemen hep güzellik üzerinden yapılmasından dolayı Tolstoy güzellik kavramına da odaklanıyor kitabında ve tarih boyunca çok farklı kültürden isimlerin genellikle doğa, insan ruhu ve Tanrı gibi yüce kavramlara göndermelerle dolu tanımlamalarını “büyülü, tuhaf, bulanık, puslu, birbiriyle çelişen görüşler” olarak ret ediyor, tıpkı sanatla ilgili genel kabul gören tüm görüşleri ret ettiği gibi. Güzeli ve ona bağlı olarak sanatı “haz veren” olarak tanımlamanın; gıdanın amacını, önemini ondan aldıkları hazda bulan ve ahlaksal gelişmenin en alt basamağında bulunan insanların (vahşilerin örneğin) tutumlarından hiçbir farkının olmadığını öne sürüyor Tolstoy. Burada “vahşiler” tanımı elbette rahatsız edici ama yazarın gerçek ve doğru sanatı tanımlarken Hristiyanlık’tan yola çıktığını unutmamak gerekiyor; bu Hristiyanlık bir kilise övgüsü veya dinin saf özüne ihanet eden yozlaşmış hâli değil ama.

Kitap boyunca farklı tanımlar kullanılıyor sanat için ama aynı görüşün farklı şekillerde ifade edilmesi bu genellikle. “Sanat, hayat için zorunlu olan, tek bir insanın ve bütün insanlığın esenliğe yürüyüşü için zorunlu olan, insanları aynı duygular çevresinde birleştiren ilişkiler ortamıdır” bu ifadelerden biri. Bir eserin sanat sınıfına sokulabilmesi için, “yaratıcısı tarafından hissedilen bir duygunun başkalarına yansıtılması ve o başkalarının da aynı duyguyu yaşamaları” koşulunu karşılaması gerektiğine inanıyor Tolstoy. Burada haz odaklı yaklaşımları şiddetle ret ediyor ve sanatın ölçüsünü din üzerinden belirliyor: “İnsanların duyguları dince gösterilen ideale ne kadar yakın, onunla uyum içinde, onunla çelişik değilse, bunlar iyi duygulardır…”. “Kilise Hristiyanlığı” ve ona bağlı sanat anlayışını da aynı sertlikle ret ediyor Tolstoy öte yandan. Hazı odak noktasına koyan ve Tolstoy tarafından aşağılık ve zararlı olarak nitelendirilen sanat anlayışının ortaya çıkmasını ise “sahteliği ortaya çıkan kilise dinine” artık inanmamaya başlayan “güç sahibi varlıklı insanların… yaşamın anlamını kişinin haz duymasında bulan putperest dünya görüşlerine dönmesi” ile izah ediyor ve işte bu dönüşümün sonucu olan Rönesans dönemi sanatını da kabul etmiyor: ”Sanatın o kendine özgü, sonsuz çeşitlilikte ve derinlikteki dinsel içeriğinden yoksun kalması, yoksullaşması… küçük bir grup insanı dikkate aldığı için biçimsel güzelliğini yitirerek aşırı süslü, tumturaklı ve belirsiz bir niteliğe bürünmesi… içtenliğin sona ermesi…”. Dinselliğin sona ermesini halkçılığın sona ermesi izledi diyor Tolstoy ve ve sanatın “egemenlerin, bir eli yağda bir eli balda olanların” hizmetine girdiğini söylüyor. Bu sanatın ise üç duyguya indirgenebileceğini iddia ediyor: Gurur, cinsel tutku ve yaşamdan duyulan iç sıkıntısı.

Hayli öfkeli ve alaycı bir dil ile yapıyor eleştirisini Tolstoy ve bu eleştiriden payını o dönemde ve / veya günümüzde usta kabul edilen, sanatın her dalından isimler alıyor: Baudelarie ve Verlaine gibi şairler; Liszt ve Wagner gibi müzisyenler; Kipling ve Goethe gibi edebiyatçılar vs. Sanatın yoldan çıkmasında da üç ayrı etken olduğunu söylüyor Tolstoy: Yüksek telif ücretleri yüzünden profesyonelliğin kurumlaşması, sanat eleştirisi ve sanat okulları. Bu etkenleri tek tek ele alıyor ve yozlaşmadaki paylarını analiz ediyor. Burada şunu hemen belirtmekte yarar var: tüm bu eleştirilerden kendisini muaf tutmuyor Tolstoy ve iki eseri (“Tanrı Gerçeği Görür” ve “Kafkasyalı Tutsak” adlı öyküler) hariç kendi üretimini de kötü sanat örnekleri olarak niteliyor. Pek çok sanatçının pek çok eserine duyulan hayranlığın kaynağı olarak da sanat eleştirmenlerini görüyor yazar ve örneğin Beethoven’ın sağırlığından sonraki tüm müziklerini (“9. Senfoni“ için “uzun, karmaşık ve yapmacık” tanımlamasını yapıyor) “uydurma, eksik, tamamlanmamış, anlamsız, müzikalite açısından anlaşılmaz yapıtlar” sınıfına sokuyor. Yazarın kitabını bütünlüklü kılan, savlarını çok sayıda örneklerle desteklemesi ve bu örneklerin pek çoğunu uzun metinlerle analiz etmesi. Örneğin Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” ve Shakespeare’in “Kral Lear” adlı yapıtları üzerinden her iki sanatçıya sağlam ve detaylı bir saldırıda bulunuyor.

Tolstoy için değerli olan, sanat yapıtının yaratan sanatçıdan yapıtı alımlayana geçebilmesi ve bunu üç koşulun belirlediğine inanıyor: aktarılan duygunun ne kadar kendine özgü, ne kadar sıra dışı olduğu; bu duygunun ne kadar açık, net aktarıldığı; sanatçının içtenliği. Sanatın “duyguların evrimi”ni sağlaması (“insanların gönenci için daha az gerekli duyguların yerlerini bu gönenç için gerekli olanlara bırakması”) gerektiğini ve eleştirdiği isimlerinin yapıtlarının bunun tam tersini gerçekleştirdiğini söylüyor. Bir duygunun insanlığın gönenci için gerekli olup olmadığını belirleyen dinsel bilinç Tolstoy’a göre ve bu bağlamda iki sanata övgü diziyor: Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz sevginin aracı olan ilahi sanat ve bütün insanların ortaklaşa paylaştıkları en yalın duyguları aktaran gündelik (basit, sıradan) sanat. Dinsel bilinç için getirdiği tanım ise şu: toplumdaki insanların, yaşamlarının anlamına, amacına ilişkin genel anlayışlar.

İyi edebiyat örnekleri olarak Schiller’in oyunu “Haydutlar”, Victor Hugo’nun romanı “İnsancıklar”, Charles Dickens’ın romanı “İki Şehrin Hikâyesi” ve Dostoyevski’nin romanı “Ölü Bir Evden Anılar”ı gösteren Tolstoy için halka, halkı onun dili ile anlatan eserler gerçekten bir değer taşıyorlar. Sanat ile ilgili savlarını bilimsel faaliyetler alanına da taşıyor yazar ve burada da sanatta olduğu gibi, yanlış yolda olunduğuna inanıyor.

Kitaptaki ilk ekte dört şiir yer alıyor: Fransız şair Henri de Régnier’den “L’Accueil” (Buluşma), yine bir Fransız şair olan Françis Vielé-Griffin’de “Oiseau Bleu Couleur Du Temps” (Mavi Kuş, Rengi Zamanın), eserlerini Fransızca ve Jean Moréas adı ile yazan Yunan şair Ioannis A. Papadiamantopoulos’tan “Enone Au Clair Visage” (Aydınlık Yüzlü Enone) ve Fransız ozan Robert de Montesquiou’dan “Berceuse d’Ombre” (Gölge Beşiği). Bu şairlerin tümü edebiyatta on dokuzuncu yüzyılın sonlarında karşımıza çıkan sembolizm akımının sanatçıları ve Tolstoy bu şiirleri sanatın içine almadığı bu akımın örnekleri olarak paylaşmış okuyucu ile. İkinci ekte ise Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” adlı yapıtının öyküsünü özetliyor imalı bir alaycılık ile Tolstoy. Kitabın metninin parçası sayılabilecek bu iki ek dışında yedi ayrı ek daha var ve her biri hem kitapta dile getirilenleri derinleştirmeye yarıyor hem de örnekler aracılığı ile somutlaştırmaya.

Bu eklerin ilki Tolstoy’un kitabın İngilizce baskısı için hazırladığı önsöz. Eserinin Rusya’da sansür nedeni ile başına gelenleri anlatıyor yazar ve sansüre ne kadar iyi niyetle olursa olsun boyun eğmenin kusurlarını dile getiriyor: “… çoğunluğun yararı gibi gerekçelerle vicdanınıza ters düşen bir kurumla uzlaştığınızda… onaylamadığınız bir kurumun yasallığını benimsemiş, hatta… kötülüklerine ortak olmuş durumda bulursunuz kendinizi”.

“Guy de Maupassant’ın Yapıtlarına Önsöz” başlığını taşıyan ikinci ek Fransız yazarın 1893 – 1894 arasında Rusya’da yayımlanan seçme eserleri için hazırlanmış Tolstoy tarafından. Maupasant’ın ilk eserlerini öven Tolstoy onun daha sonraki yapıtlarına damgasını vuran ahlaki yozlaşmayı “Maupassant’ın trajedisi” olarak tanımlıyor ve bunu “Uygunsuzluk ve ahlaksızlık açısından dehşet verici bir ortamda yaşam sürmesine karşın, yeteneğinin gücü ve içindeki olağanüstü ışıkla bu ortamın dünya görüşünden kendini kurtararak iyice yaklaştığı özgürlüğü solumaya başlaması” ama bu savaş onu tükettiğinden “özgürlüğe kavuşamadan yok olup gitmesi” sözleri ile açıklıyor. Fransız tarihçi ve filozof Ernest Renan’ı da eleştirisinin kapsamına alıyor burada Tolstoy ve kitabındaki savları bir de bu iki sanatçının yapıtları üzerinden aktarıyor bize.

Üçüncü ekte Rus yazar Sergey Semyonov’un “Köylü Öyküleri” için yazdığı önsöz var Tolstoy’un ve onun eserleri, Fransız Gustave Flaubert’in “öyküden bana hiçbir şey geçmez, her okuyuşumda donuk, buz gibi ruh hâli içindeyimdir” ifadesi ile eleştirilen “Merhametli Julien” öyküsü ile karşılaştırılıyor. Burada kritik olan nokta, Tolstoy’un bir sanat eserinin değerli ve önemli olması için yazarın içtenliğini öne sürmesi ve örneğin Semyonov’u onun gözünde değerli kılanın “yazarın da kahramanı gibi davranacağını duyumsaması” olması.

Dördüncü ek Alman yazar Wilhelm von Polenz’in “Köylü” adlı romanı için Tolstoy’un yazdığı önsöz. Yazarın ve eserinin değerinin bilinmemesini eleştiriyor Tolstoy ve “Söylemesi gerekli olanları söylüyor”, “Üzerinde konuştuğu şeyi seviyor, “Ne yargılarda bulunuyor ne de dumanlı birtakım alegorilerle konuşuyor” ve “Birbirlerine güçlü bir iç bağla bağlı en sıradan, en yalın kişi ve olaylardan söz ediyor” ifadeleri ile onun romanını gerçek sanat yapıtları arasına yerleştiriyor.

“Gogol Üzerine” isimli ve kitaptan önce bir gazetede yayımlanan yazıda Rus yazar Gogol’un “Eski Zaman Beyleri”, “Ölü Canlar”ın birinci cildi, “Müfettiş” ve “Araba” gibi mükemmel eserler ürettikten sonra “ahlaki, dinsel” temalı eserler vermeye kalkışarak ortaya “korkunç, berbat, saçmanın saçması” işler ortaya koyduğunu söylüyor Tolstoy. Onun Hegelci yollara saparak ve, Ortodoksluk ve Slavcılık etkisinde kalarak yolunu kaybettiğini iddia ediyor.

“Çehov’un “Duşeçka” Adlı Öyküsüne Sonsöz” başlıklı ekte ise Çehov’un tasarladığı yeni kadın tipinden (“Erkeklerle eşit haklara sahip, bilgili, bağımsız vs.) yola çıktığını ama erkek mükemmelliği ile kadın mükemmelliğinin farklı şeyler olduğunu unuttuğunu ve Duşeçka karakterini gülünç duruma düşürmek isterken, aksine onu yücelttiğini söylüyor.

Kitaptaki en uzun ek olan “Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine” başlıklı yazıyı Amerikalı Ernst Crosby’nin “Shakespeare ve İşçi Sınıfı” (Shakespeare’s Attitude Toward The Working Classes) başlıklı çalışması için bir önsöz olarak planlamış önce Tolstoy ama konuya kendini kaptırınca bağımsız bir yazıya dönüştürmeye karar vermiş. “Genel tapınma” olarak nitelemiş Shakespare hayranlığını Tolstoy ve tam 75 sayfa boyunca onun bunu kesinlikle hak etmediğini kanıtlamaya soyunmuş. İngiliz sanatçı ile ilgili düşüncelerinin, onun yapıtları ile ilk tanışmasından yazıyı yazdığı 1904’e kadar (yaklaşık 50 yıl boyunca) hep aynı kaldığını söylüyor Tolstoy. Fikirlerini ağırlıklı olarak Shakespeare’in “Kral Lear” adlı oyunu üzerinden aktarıyor ve yapıtın “cafcaflı ve tumturaklı dili”nin ve öyküdeki “anlamsızlıklar”ın onu “son derece kötü, özensizce yazılmış ve çapaçul bir oyun” yaptığını söylüyor. “Othello, “Hamlet” ve “Falstaff” oyunlarına da değiniyor ve kimsenin gösteremediğini söylediği cesareti göstererek “Kral çıplak” diyor. İçerdiği sert polemik öğeleri yüzünden sağlığında yayımlatmak istemediği ve buna ancak tamamladıktan iki yıl sonra izin verdiği bu yazı gerçekten de hayli sivri bir dile sahip. “Shakespeare bir sanatçı değildir ve yapıtları sanatsal özden yoksundur” veya “En uyduruk eleştiriye bile değmeyecek, beş para etmez, bayağının bayağısı yapıtlar” gibi yargıları içeren bir yazı o zaman da şimdi de hayli kışkırtıcı bir metin elbette. Burada tiyatro oyunlarında ve genel olarak sanatta olmasını istediği ve kendi yapıtlarında da eksik olduğunu söylediği “dinsel içerik” ile ne kastettiğini de bir kez daha açıklıyor Tolstoy: “… içinde bulunduğumuz zamanın en yüce dinsel kavrayışının, dinsel dünya görüşünün bir tiyatro yapıtına yazarının haberi bile olmadan nüfuz etmiş olması… Tanrı’ya dair, insanın Tanrı’yla, dünyayla ve sonsuzlukla ilişkisine dair sözler…”

Fransız yazar Edgar Degas’nın “Sanat senin gördüğün değil, diğerlerinin görmesini sağladığın şeydir” sözünün ikinci kısmı Tolstoy’un savları ile örtüşse de, ilk kısmı bir bakıma zıt bir noktada duruyor; çünkü Tolstoy sanatı, sanatçının kendi gördüğünü (hissettiğini, düşündüğünü) alımlayana geçirmesi olarak tanımlıyor. Sanatçı ile onun eserlerini alımlayanı bir araya getiren bir ilişki sanat, bir başka ifade ile söylersek. Hollandalı ressam Piet Mondrian “Sanatçı asıl olarak bir kanaldır” derken de bunu demek istemiş ama o kanalda akacak “şey” sanatçının hissettiği, gördüğü olacaktır Tolstoy’a göre. Yazarın şiddetle eleştirdiklerinden biri olan Oscar Wilde’ın “Büyük sanatçılar şeyleri olduğu gibi görmezler. Öyle olduğunda, artık bir sanatçı değildirler” sözünü de hatırlayalım sanatın ne olduğu ya da olmadığı konusundaki alıntıları anarken ve Tolstoy’un savlarını değerlendirirken.

Sanat üzerine yazılmış en kışkırtıcı ve polemiğe en açık kitaplardan biri bu kuşkusuz. Savları katılsanız da katılmasanız da kesinlikle düşünmeye zorluyor sizi ve sorgulanması akla gelmeyecek kadar genel kabul görmüş yargıların tehlikesini de hatırlamanızı sağlıyor. Türkçe baskının arka kapağında adı nedense “Sanat Üzerine” olarak yazılan kitabı Türkçeye çeviren ve Rusça pek çok eseri dilimize kazandıran Mazlum Beyhan’ın adeta eser Türkçe yazılmış kadar doğal görünen başarılı çalışmasını ve onun bazı hemen hiç yaygınlaşmamış sözcükleri (örneğin Dil Derneği’nin sözlüğünde yer alsa da TDK sözlüğünde bulunmayan ve erdem, meziyet anlamına gelen “artam” sözcüğü) ısrarla kullandığını da hatırlatalım son olarak ve kitabı sanatla ilgili her okuyucuya hararetle önerelim. Tolstoy’un taviz vermez sertliği olan bir dil ile kalame aldığı; okunması, sorgulanması ve tartışılması gereken bir yapıt bu.

(“Chto Takoye Iskusstvo?”)

Washington Kurşunları – Vijay Prashad

Hintli tarihçi, yazar ve gazeteci Vijay Prashad’ın 2020 tarihli kitabı. Marksist bir dünya görüşüne sahip olan Prashad; emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin sonuçlarını dünyanın dört bir yanında işlediği suçlar üzerinden anlattığı bu kitabında ulusal kurtuluş / bağımsızlık mücadelelerininin de kısa bir tarihini aktarıyor okuyucuya. Eserin hacmi, derin ve geniş bir emperyalizm incelemesine imkân verecek büyüklükte değil; bu bakımdan kitabı bir giriş metni ve hatırlattıkları ile önemli bir özet olarak görmek gerekiyor. Prashad’ın kendi ideolojik inancı üzerinden oluşturduğu bakışla yazılmış olması, sadece emperyalizmin kendisini değil, ona bilinçli / bilinçsiz hizmet eden liberal anlayışı da sert eleştirisinin kapsamına alması, meselesini derli toplu bir şekilde ele alması ve dünya üzerinde olan biten pek çok politik gelişmenin arkasında yatanın kendisini dünyanın hâkimi, süper gücü olarak gören Batı’nın ikiyüzlü varlığı olduğunu net bir şekilde sergilemesi ile önemli bir yapıt.

Prashad temel olarak ABD’ye yöneltse de oklarını Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, Batı’nın daha eski emperyalizmini de ele almış kitabında ve seçtiği örnekler başta Latin Amerika olmak üzere, farklı coğrafyaları getirirken karşımıza, on dokuzuncu yüzyıldan kitabını tamamladığı 2020’ye kadar geniş bir tarih aralığını da kapsamına almış. 2005’ten 2015’e kadar Hindistan Komünist Partisi’nin genel sekreterliğini yapan Prakash Karat’a “Emperyalizme dair berrak bakışıyla bana kılavuzluk eden Prakash Karat için” sözleri ile ithaf edilen kitabın önsözünü, 2006 – 2009 arasında Bolivya Devlet Başkanı olan ve Prashad’ın ABD emperyalizminin kurbanlarından biri olarak gördüğü Evo Morales yazmış. Morales, “Prashad, kendi yazgılarını belirlemeye kalkışan ülkelere emperyalizmin müdahale etmesinin altında yatan sinsi çıkarları kavramanın, kolay anlaşılır ve kapsamlı bir yöntemini sunmak için varını yoğunu koymuş ortaya” ifadesi ile bir bakıma kitabın kapsamının da özetini yapmış. Morales’in, yazısını “… ve günü geldiğinde kitlelerin kazanacağına da” sözü ile bitirmesi önemli; çünkü Prashad’ın eseri boyunca anlattıkları ve hatırlattıkları halkların emperyalizme direnmesinin önemi yanında, güçlüğünü de söylüyor okuyucuya.

ABD’yi “dünyayı yöneten bir kötücül güç” olarak tanımlayan ve çoğu aşırı sağda olan komplo teorisyenlerinin yazdığı kitaplar da yazıldı ve yazılıyor, kimi hayli popüler olan. Bu tür kitapların iki temel kusuru ve olumsuz etkisi var: Birincisi, gerçeklerin sahteliklerle iç içe geçirilmesi yüzünden doğruların önemini ve inandırıcılığını yitirmesi; ikincisi ise bu kitapların ABD’yi “yenilmesi imkânsız bir şeytanî güç olarak resmederek” okuyucusunu durumu kabullenmeye ve pasif bir konuma yerleştirmesi. Prashad’ın bu kitabı ve benzerleri işte tam da bu yüzden ayrıca önem taşıyor; çünkü dürüst bir metin karşımıza çıkartıyor bu kitaplar ve tümünü desteklemeseniz ve ikna olmasanız bile, dile getirilenlerin en azından tartışmaya değer olduğunu biliyorsunuz. Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “Washington Kurşunları” kitabı ile ilgili olarak söyledikleri de bunu doğruluyor: “Vijay Prashad gerçeği anlatmayı sevimli ve cana yakın kılıyor; becermesi kolay bir şey değil bu ama o bunu hiç zorlanmadan başarıyor”.

Martinikli şair ve politikacı Aimé Césaire’in 1955 tarihli ve bizde “Sömürgecilik Üzerine Söylev” adı ile yayımlanan kitabından bir alıntı ile başlamış eserine Prashad: “… şu sıralar Batı Avrupa’nın barbarlığı inanılmaz yüksek bir seviyeye erişmiştir ve onu tek aşan, hatta fazlasıyla aşan, ABD’nin barbarlığıdır”. İşte bu alıntıya uygun olarak, yazar önce Batı Avrupa ülkelerinin emperyalizminin örneklerini veriyor, sonra da ABD’nin emperyalizmin asıl gücü rolünü üstlenmesi ile yaşanan örnekleri anlatıyor okuyucuya. Bu güç ve rol değişimini de tarihsel süreçleri ve nedenleri ile birlikte, kısa ama yeterli bir biçimde ele alıyor Prashad.

Kitabın adındaki kurşunları Afrika ve Latin Amerika’da halk liderlerinin uğradığı suikastlerde sıkılan kurşunlardan esinlenerek koymuş yazar: “Bir suikastçi kurşununun bedeli nedir? Şunun şurasında birkaç dolar… Ateşlenen her kurşun bir devrimi yere serdi ve şu anki barbarlığımızı doğurdu. Bu kitap, kurşunlara dair”. Vijay Prashad başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin sıktığı kurşunların ve onların hedefi olan liderlerin, hareketlerin ve devrimlerin öykülerini anlatıyor kitabında bize. Bu öyküler bir emperyalizm tarihi okumamızı sağlarken, “Doğu – Batı çatışmasının“ “Batı-Güney çatışmasına” dönüştüğü saptamasını yapıyor yazar ve bunun nedenlerini açıklıyor diğer pek çok yorumunun yanında. Bunlardan biri, Milletler Cemiyeti (1920 – 1946) ve onun yerini alan Birleşmiş Milletler (1946) gibi organizasyonların (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vs.) eninde sonunda emperyalizme ve büyük devletlerin amaçlarına hizmet etmekten öteye geçemediği gerçeği ki insanlığın, en azından kağıt üzerinde, bir umutla yarattığı bu kurumların işlevsizliğini farklı örnekler üzerinden okumamızı sağlıyor yazar. Kitapta en çok yer verilen ise ABD’nin doğrudan içinde olduğu ya da gerçekleşmesine imkân verdiği (CIA’den Richard Bissell’e göre, “ABD’nin arka planda kalması ve mümkün olduğu yerde desteğini eğitim, tavsiye ve malzeme ile sınırlandırması önemlidir; bu şekilde… ABD gereksiz yere, müdahale ve sömürgecilik suçlamalarına maruz kalmaz”) darbeler olmuş. Darbelerle ilgili önemli bir saptaması da yazarın, klasik askerî darbelerin yerlerini artık sıklıkla “hibrit darbelere” bıraktığı ve “STK darbesi” gibi yeni kavramların uygulamaya alındığı ABD tarafından.

Kitabın “Rejim Değişikliği İçin El Kitabı” başlıklı bölümünde ağırlıklı olarak, Guatemala’da 1951’de ülkedeki ilk genel seçimle iş başına gelen Jacobo Arbenz Guzmán’a karşı 1954’te CIA’in düzenlediği darbe üzerinden bir askerî müdahalenin yolunun nasıl açıldığını gösteriyor Prashad. “Kamuoyu lobiciliği yap”, “Sahaya doğru adamı sür”, “Generallerin hazır olduğundan emin ol”, “Ekonomiye çığlık attır”, “Diplomatik tecrit oluştur”, “Kitlesel protestolar düzenle”, “Yeşil ışık yak”, “Bir suikast incelemesi”, “İnkâr et” başlıkları altında bu el kitabının nasıl kullanıldığını anlatıyor kitap. Guatemala’nın yanında; Şili, Endonezya, Guyana, Dominik, Kongo, İran vb. ülkelerde gerçekleşen darbelere CIA’in nasıl dahil olduğunu da yine bu başlıklar altında okuma fırsatı buluyoruz. Türkiye’deki 1980 darbesi de temel olarak “devrimci dalganın yayılmasına karşı” düzenlendiği hatırlatılarak yerini almış ilgili bölümlerde.

Prashad’ın kitabı, örneğin Rusya – Ukrayna savaşı gibi olaylara tipik bir Batılı liberal görüşün tuzaklarına düşmeden bakılması gerektiğini göstermesi ile de önem taşıyor. Benzer şekilde, İsrail’in aylardır Gazze’de sürdürdüğü ve soykırım boyutuna varan katliamın arkasında yine ABD emperyalizminin yattığını da hatırlatıyor Prashad: “İsrail’in Filistin halkına karşı tutumunu açıklamanın tek yolu, ABD’nin bütün gücünü BM aracılığıyla İsraillilerin lehine seferber ettiğini kabul etmektir”. Kitap Batı’nın yaptıklarına odaklandığından ve temel teması Batı emperyalizmi olduğundan, Çin ve Rusya ile ilgili herhangi bir eleştirel ifade çıkmamış Prashad’ın kaleminden; bu kesinlikle anlaşılabilir bir durum ama demokrasi, özgürlükler gibi konularda sıkıntılı olan bu ve benzeri ülkelerin herhangi bir olumsuz ifade ile hiç yana yana getirilmemesi ve sadece ABD emperyalizmi karşısında bir denge unsuru olarak konumlandırılmaları tartışmaya açık elbette. Örneğin Brezilya’da Dilma Rousseff ve Lula da Silva’ya karşı ABD’nin desteği ile Brezilyalı oligarşik güçlerin adalet sistemi üzerinden yaptığı darbe şiddetli ve kesinlikle haklı bir eleştirinin konusu yapılırken, Bolivya’da Morales’in 4. kez başkan seçilmek için anayasa değişikliği hazırlığına girişmesi (halk nezdindeki desteği ne olursa olsun) en azından bir sitem konusu bile olmamış.

İçerdiği ve tümü gerçek olan zalimlik, adaletsizlik ve sömürü hikâyelerine rağmen Prashad’ın kitabı aynı zamanda umut da veriyor okuyucuya tüm o direnenlerin öyküleri ile. 1983 ve 1987 arasında Burkina Faso’nun devlet başkanı olan ve Fransa’nın en azından bilgisi dahilinde olan suikastle öldürülen Marksist Thomas Sankara’dan yaptığı alıntı ile o direnen onurlu insanların çılgınlığına ihtiyacımız olduğunu söylüyor Prashad ve dünün çılgınlarının bugünkü kazanımları sağladığını ve bizim de o çılgınlıklarla geleceğimizi yaratmamız gerektiğini söylüyor.

Kitabı çekici kılan yanlarından biri oldukça açık bir dil ile ve konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayanların bile rahatlıkla okuyabileceği bir şekilde yazılmış olması. Kuşkusuz bu kitabı, belki de bir başlangıç noktası olarak alıp, konu üzerinde eski veya yeni başka yapıtları (Lenin’in 1917 tarihli “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”nı anmalı elbette öncelikle) okuyarak devam etmek meraklısının yapması gereken ki Prashad’ın eseri bunun için gerekli merak ve heyecan duygusunu fazlası ile yaratan, güçlü bir eser.

(“Washington Bullets”)

Düşsel Varlıklar Kitabı – Jorge Luis Borges

Arjantinli edebiyatçı ve deneme yazarı Jorge Luis Borges’in ilk kez 1957’de yayımlanan, genişletilmiş baskısı ise 1967’de okuyucu ile buluşan kitabı. Babasından devraldığı ve sonunda görme yeteneğini hemen tamamen kaybetmesine neden olan rahatsızlık nedeni ile, yaşamının ilerleyen yıllarında eserleri için gerekli araştırmaların yapılması ve yazılanların derlenmesi açısından başkalarından destek almaya başlayan Borges’in bu kitabında bu görevi Margarita Guerrero üstlenmiş. Her ne kadar gerek orijinalinde gerek Türkçe çevirisinde kapakta Guerrero’nun adına yer verilmese de, hem içeride belirtilmiş adı hem de önsözlerde ikisinin ortak imzaları var. Adının da açıkça belirttiği gibi bir “düşsel varlıklar” kitabı bu ve tarihin farklı döneminde farklı uygarlıklar tarafından farklı coğrafyalarda yaşayan insanların sınırsız hayal güçleri ile yarattıkları varlıkları alfabetik sırada anlatıyor okuyucuya bir sözlük veya ansiklopedi gibi. Farklı dillerdeki farklı kaynaklarda yazılanlar ve/veya anlatılanlardan derlenen kitap ciddi bir araştırmanın ürünü olan ve insanın merak ettiklerini (biraz da korktuklarını aslında) anlamlandırma ve öykü anlatma çabasının sınırının olmadığını gösteren ilginç bir yapıt.

Kitabın ilk baskısı 1957’de “Manual de Zoología Fantástica” (Fantastik Zooloji El Kitabı) adı ile yapılmış ve toplam 82 farklı varlık (ya da yaratık) ele alınmış. On yıl sonra 1967’de varlık sayısı yapılan eklemelerle 116’ya çıkarılmış ve adı da “El Libro de Los Seres Imaginarios” (Düşsel Varlıklar Kitabı) olarak değiştirilmiş ki kitabın içeriğine çok daha yakışan bir isim olmuş bu. Kitabın ilk kez İngilizceye çevrildiği 1969’da ise mevcut metinlerde değişiklik yapıldığı gibi, dört yaratık daha eklenerek varlık sayısı 120’ye çıkarılmış. Bu sayı bile aslında insanlığın hayal ettiği tüm yaratıkların sayısının yanında çok düşük kalıyordur ama yine de okuyacaklarınız iyi bir fikir veriyor bu konuda. Yapılan araştırmaların boyutunun sıradan bir derlemeden daha öteye taşıdığı kitapta üç önsöz var: Sırası ile; 1969 tarihli İngilizce baskı için Borges ve tercümeyi yapan Norman Thomas di Giovanni’nin, 1967 tarihli İspanyolca baskı için Borges ve Margarita Guerrero’nun ve 1957 tarihli ilk baskı için yine aynı ikilinin hazırladığı metinler. Farklı dillerdeki kaynak metinler için yardım alınan isimlerin de belirtildiği; kitabın hazırlanma ve yayımlanma sürecinin anlatıldığı; yapıtın “baştan sona bir solukta” değil, “bir çiçek dürbününün habire değişen desenleri ile oynayan biri gibi, sayfalar arasında rastgele gezinerek” okunmasının yeğlendiğinin söylendiği bu metinler oldukça değerli bilgiler veriyor okuyucuya.

120 farklı yaratık dünyanın dört bir yanındaki folklorik, mitolojik ve yazınsal kaynaklardan, bilimsel eserlerden ve hatta kutsal kitaplardan derlenmiş ve bu kaynakların her biri ilgili bölümlerin metinleri içinde belirtilmiş. Bu bilgilendirmenin sağladığı önemli bir fayda var: Aynı varlığın (yaratığın) farklı uygarlıklarda ve farkli tarih dönemlerde karşımıza çıkmasının tüm uygarlıkların, bir başka ifade ile insanlığın yaratım sürecinin bir süreklilik gösterdiği ve karşılıklı etkileşimin coğrafya, dil, inanç vb. sınırlar tanımadığını göstermesi. Hemen her varlık için geçerli olan bu duruma bir örnek olarak “Adamotu”nu örnek gösterebiliriz: Milattan sonra 16. ve 17. Yüzyıl’da İngiltere (Shakespeare’in “Romeo ve Juliet” oyunu), Milattan Önce 6. Yüzyıl’da İyonya (Pisagor), Milattan Önce 1. Yüzyıl’da Roma (Lucius Columella, Flavius Josephus ve Dioscorides), Milattan Sonra 17. Yüzyıl’da İngiltere (Thomas Browne), 20. Yüzyıl’da Almanya (Hanns Heinz Ewers) ve Eski Ahit’te adamotu ile ilgili yazılanları çok kısaca da olsa okuyucunun karşısına getiriyor kitap. Kaynakların belirtilmesi, daha ayrıntılı bilgi edinme merakı duyacaklar açısından çok yararlı olmuş kesinlikle. Bilgiler, okuyucuya aktarırken varlığın ismi ile ilgili zaman zaman etimolojik tarihçe de paylaşılmış yazarlar tarafından ki bu da hem yapılan araştırmaların derinliğini gösteriyor hem de uygarlığı oluşturan tüm bileşenlerin insanlığın ortak üretiminin sonucu olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize.

Borges ve Guerrero 120 maddenin bazılarında, özellikle de edebî metinlerden alıntılara da yer vermiş, hatta birkaç maddeyi sadece bu alıntılardan oluşturmuşlar: Örneğin Britanyalı yazar Clive Staples Lewis’in 1943 tarihli ve bilim kurgu türündeki romanı “Perelandra”, onun bu eserinde hayal ettiği iki varlığı (“C. S. Lewis’in Düşsel Hayvanı” ve “C. S. Lewis’in Düşsel Yaratığı” başlıklarında yer alıyor bu varlıklar) anlatan metinlerin tamamını oluşturuyor. Metinleri bir maddenin tamamını oluşturan yazarların bir başka örneği de Franz Kafka; onun eserleri de “Kafka’nın Düşsel Hayvanı” (“Sevgili Babacığım” kitabından), “Melezleme” (“Bir Savaşın Tasviri” adlı hikâyeden) ve “Odradek” (“Ceza Sömürgesi” adlı kısa öyküden) başlıklarını oluşturuyor.

Kitapta yer alan varlıkların çok büyük bir kısmı birden fazla canlı türünün bir araya gelerek oluşturduğu türden ve bu varlıkların bedenlerindeki organlar ya çoğaltılmış (birden fazla baş, onlarca göz gibi) ya aşırı büyütülmüş ya da aşırı küçültülmüş. “Baykuşa benzer ama insan yüzlü, maymun bedenli ve köpek kuyruklu” olarak tasvir -daha doğrusu hayal- edilen “Hsiao”, “Önden aslan, arkadan karınca” Mermecolion ve “Atınkine benzer bir kafası, yılanvari kuyruğu… boynuzları geyiğinkilerden farksız, deve kafalı, şeytan gözlü, yılan boyunlu, istidiridye karınlı, balık gibi pullu, kartal pençeli, öküz kulaklı ve ayak izleri kaplanınkilerle aynı… “ gibi insanların hayal gücünün sınırsızlığı ile uzandığı noktaları gösteren “Doğu Ejderi” bu farklı türlerin (bazen insanlarla hayvanların karşımı bu varlıklar) karışımı olarak yaratılanlardan sadece ikisi. “Kolan genişliği filinkinin on katı olan” “Düzleyici” veya “Sırtı bir buçuk mil genişliğinde” olan “Kraken”i de fiziksel boyutlardaki abartmaların örnekleri olarak gösterebiliriz.

Yazarların ilk kez Homeros’un “İlyada”sında karşımıza çıktığını belirttiği Khimaira (“Ön kısmı aslan, ortası keçi, arkası yılan biçiminde”; “ağzından alev püskürtür”) adlı varlığın bugün İngilizcede vehim, kuruntu, kâbus anlamlarına gelen chimera sözcüğünün kaynağı olması ve bunun muhtemelen bu yaratığın var olmasının imkânsızlığı ve ancak hayal edilebilmesinden kaynaklanması, hem etimoloji açısından hem de bir hayalin asırlar boyunca ve sürekli dönüşerek nasıl insanlığın ortak mirası olabileceğini göstermesi bakımından iyi bir örnek. Benzer ilginçlikte örneklerle dolu olan kitabın 2005’te Penguin Yayınevi tarafından hazırlanan resimli bir İngilizce versiyonu da var: 1967 tarihli ve 116 maddeden oluşan versiyon için Çek asıllı Amerikalı illüstratör Peter Sís’in çizimleri ile bu tür fantastik eselerin meraklılarına görselliği ile de hitap eden bir kitap hazırlanmış.

Borges’in kitabı İngiliz yazar Caspar Henderson’a esin kaynağı olmuş ve 2009’da “Book of Barely Imagined Beings: A 21st Century Bestiary” adlı kitap çıkmış ortaya ama bu eser hayal edilen değil, gerçek olan tuhaf yaratıkları ele almış. Borges’in Margarita Guerrero ile birlikte kaleme aldığı ve her bir varlığa, biçimleri ve haklarında üretilen efsanelerle mizah unsuru olabileceklere bile saygı ve özenle yaklaştığı eseri ilginç bir kitap kuşkusuz. Farklı kaynaklara dayanılarak hazırlanmış olması nedeni ile; orijinalliğinden çok, içeriğinin ilginçliği ve yoğun bir derleme ürünü olması ile dikkat çeken farklı bir Borges kitabı.

(“Manual de Zoología Fantástica” – “El Libro de Los Seres Imaginarios”)