Yedinci Gün – İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar’ın 2012’de yayımlanan romanı. 1995’te okuyucu ile buluşan ve ilk romanı olan “Puslu Kıtalar Atlası” ile okuyucuyu farklı dili ve içeriği ile güçlü bir biçimde etkileyen Anar’ın yayımlanan altıncı romanı olan yapıt, masaldan bilim kurguya fanteziden tarihe uzanan farklı türleri bir arada barındıran, bir yandan hızla okunabilen ama öte yandan hayli yoğun bir içeriği olan çok farklı bir kitap. Yazarın anneannesinin hatırasına ithaf ettiği kitap mizahının, ironisinin, dil oyunlarının ve göndermelerinin altında derin konulara da eğiliyor ama bunlara erişebilmek için yazarın özellikle yoğun bir şekilde kullandığı oyunbaz havasının altında ezilmemek de gerekiyor. Çağdaş edebiyatımızın en özgün isimlerinden birinin hayli özgün bir romanı olarak okunması gerekli bir edebiyat yapıtı.

Üç bölümden oluşuyor roman: Baba, Oğul ve Hayalet. Hristiyanlıktaki Teslis inancına (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) bir gönderme mi bu? Belki ama kitabın sadece bölüm başlıkları değil; karakterleri, hikâyesindeki gelişmeleri ve bazen tek tek cümleleri ve hatta sözcükleri de bu şekilde bir “şey”lerin sembolü olarak görülebilecek ve bunun üzerinden yorumlanabilecek göndermelerle dolu baştan aşağıya. Anar bunun yarattığı yoğunlukla da yetinmiyor ve karakterden karaktere, hikâyeden hikâyeye de atlıyor ve hatta bir hikâyesinin bir parçasının bile kendi başına ayrı bir hikâye olabileceği zenginlikte bir içerikle baş başa bırakıyor okuyucuyu. Bir bakıma, tıpkı kitabın oyunbaz havası gibi, yazarın kendisi de okuyucu ile oynuyor sanki ve onun, karşısındaki metinle ne yapacağını hayal ederek eğleniyor onunla sanki. Koca bir İstanbul maketi üzerinde sivrisinek avlayan 2. Abdülhamid ile başlayan eser 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nın bir salonunda Yedi Uyurlar’a “altı gün” boyunca dünya tarihini yazdıran ve yedinci gün dinlenmeye çekilen bir karakterin hikâyesi olarak sona eriyor. Anar “Als ikh kan!” sözleri ile bitiriyor kitabını ve orijinali “Als ich can” olan ve Flaman ressam Jan Van Eyck’ın eserlerini imzalarken yazdığı, Türkçesi kabaca “Elimden gelenin en iyisi” olan bu ifade ile bir bakıma okuyucuya Van Eyck’in seçtiği “alçak gönüllülükle” veda ediyor. Oysa yapıtı tüm şakacı havasının içinde çok iddialı ve okuyucudan da çaba isteyen bir roman. Abdülhamit ile başlayan ve sürpriz bir şekilde, İstabul’daki seri şeyh cinayetlerine bağlanan açılış bölümü ile oldukça çekici bir giriş yapıyor Anar ve bu bölüm boyunca, daha sonra da hep sadık kalacağı şekilde çok zengin bir dil ve zaman zaman sözlüğe bakmayı gerektiren bir sözcük dağarcığının karşısında bırakıyor okuyucuyu.

Sık sık, anlattığı dönemin diline başvuran ama bu dil seçimi ile paralel olarak günümüz Türkçesini de kullanan yazar bir “kafa karışıklığı” yaratıyor ama bu kesinlikle bilinçli bir seçim ve oyuncu / şakacı havasına uygun kitabın. İronik bir dil, belgeselvari güçlü tasvirler ve ayrıntıları hep öne çıkaran bir yaklaşım kitabın tümüne egemen ve sarsıntılı bir kupa arabası yolculuğunun anlatıldığı bölüm tüm bu unsurların bir arada olduğu güçlü ve eğlenceli bir örnek. Eski sözcükler (kimileri -bilinçli ya da değil- yanlış yazılmış) yazarın eğlencesinin “kelime oyunları” üzerinden aracı oluyorlar devamlı olarak ve titiz bir okuyucuya da sık sık sözlüğe bakmak düşüyor elbette. Satrançtan iskambile (iman etme üzerine oynanan bir kumar partisi bile var!) ve karakterlerin birbirlerine oynadıkları diğer her türlü oyuna, Anar hızla okunabilen ama ilginin hep canlı kalmasını gerektiren bir derinliğe sahip eseri ile “okuyucu yorma oyunu” oynuyor adeta. Geçmiş ile gelecek arasında seyahat edebilen karakteri ile zamanın / tarihin doğrusalığını ret eden bir üslûp ve içeriği olan bir kitap için uygun bir seçim bu kuşkusuz.

Tasarımı, çok uzun yıllar boyunca İletişim Yayınları için çalışan ve yüzlerce kitapta emeği olan Suat Aysu’ya ait olan kapaktaki resmi yazarın çizdiği yapıtın son bölümünde karşımıza çıkan “İnsan-ı Kâmil” İdris Âmil karakteri Anar’ın bir sonraki kitabı olan, 2014 tarihli “Galîz Kahraman”ın da baş kişisi. Yazarın oyuncu karakterine ve ilişkisel döngülere merakının bir uzantısı olan bir durum bu elbette ve kitap, karakterler / olaylar arası bağlantıların zenginliği ile bu örneklerle dolu baştan sona. Her bir karakterin neyi / kimi temsil ettiği, hangi gelişmenin hangi olaya gönderme olduğu vb. oyunlar aracılığı kendisini bol bol eğlendirebilir okuyucu. Bu eğlencenin önemli bir aracı da yazarın farklı sesleri sözcüklere dönüştürmesi sürekli olarak; adeta bir masal kitabını okuyan ya da kendisine okunan bir çocuğun okuduğunu / dinlediğini kafasında daha iyi canlandırabilmesi için bu tür kitaplarda başvurulan “sesleri sözcüklere dönüştürme” oyununu oynamış yazar.

Antimilitarist ve dine (yozlaşmasına özellikle) eleştirel bir yaklaşımı olan kitap hızlandırılmış bir dünya tarihi, zaman yolculuğu gibi unsurları da barındıran çok katmanlı, çok anlamlı bir edebiyat eseri. Kitaptaki bazı dil problemlerinin gerçekten problem olup olmadığı (Örneğin 74. sayfadaki “İmsâk vaktinden önce sabah namazını okumasına rağmen” ifadesinde namaz sözcüğünün ezan ile değişmesi gerektiği açık ama yazarın şakacı yanını düşünce özellikle bu şekilde yazmış olması da mümkün) ise tartışılabilir ama “Sende mi Brütüs”ün (Sayfa 193) gözden kaçmış olmak dışında bir açıklaması olmasa gerek. Benzer şekilde, 192. sayfadaki “canına yâsin okuma” ifadesi de, Büyük İskender döneminden bahsedildiği ve o sırada ortada henüz okunacak bir “yâsin” olmadığı için (Kuran’ın İskender’in ölümünden 900 yıldan daha uzun bir süre sonra inmeye başladığı kabul edilir çünkü) yanlış bir tercih kuşkusuz. Yazarın bunu bir deyim olarak kullandığı veya oyun oynadığı ise fazlası ile bağışlayıcı bir tutum olur açıkçası.

Osmanlı yönetiminden İttihatçılara ve Cumhuriyet’in ilk dönemine, Fransız Devrimi’nden Sovyet Devrimi’ne ve Hitler‘e farklı kişi, rejim ve dönemleri sarkastik bir yaklaşımla eleştiren yazarın hepsini aynı kefeye koyan yaklaşımı, tüm devrimci tavırları hedeflerinden bağımsız olarak eş tutmakla aynı anlama geliyor ki fazlası ile üstenci bir tercih bu. Her sanat eseri yaratıcısından çıktığı anda artık alıcısına (okuyucuna, dinleyicisine, seyircisine vs.) aittir; İhsan Oktay Anar’ın eseri ise yaratıcısının, varlığını hep hissettirmeyi seçtiği ve alıcısını hiç yalnız bırakmadığı türden bir yapıt: Yoğun, ilginç, uçarı ve elbette oyunbaz.

Mahkemelerde – Sabahattin Ali / Nüket Esen / Nezihe Seyhan

Sabahattin Ali’nin 1930 ve 40’larda olarak kendisini sürekli içinde bulduğu mahkeme süreçleri ile ilgili belgelerin toplandığı bir kitap. Kızı Filiz Ali’nin babasına ait bir sandıkta bulduğu belgelerden yola çıkarak, Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından yayıma hazırlanan eser ilk kez 2004’te basılmış. Sanatın ve sanatçının başına gelenler açısından bu topraklarda pek de değişen bir şey olmadığını gösteren kitap, Ali’yi daha yakından tanımak ve 1948’de Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken -bugün mahiyeti hâlâ kesin olarak bilinemeyen bir şekilde- öldürülerek hayatını kaybeden edebiyatçının yaşamak zorunda bırakıldıklarını daha iyi anlamak için önemli bir araç işlevi görebilecek içerikte bir yapıt. Orijinali Arap harfleri ile yazılmış olan belgelerin Türkçe harfleri ile karşılıkları üretilirken, bugün pek çoğu hiç kullanılmayan sözcüklerin (“şitap”, “maznun” vs.) günümüzdeki karşılıklarının en azından dipnotlarda verilmemiş olması özellikle 1930’lu yılların belgelerinde sık sık sözlüğe bakmak ihtiyacı duyuruyor ama yine de ilgiyi hak eden bir kitap bu.

Belgelerin görüntülerine yer verilmesi ve ilişkili olayların okuyucuyu bilgilendirecek şekilde ve kısaca da olsa açıklanması doğru tercihler olmuş kitap için. Nüket Esen ve Nezihe Seyhan’ın, baştaki önsözlerinde hem Ali hem kitaba konu olan belgeler hakkında okuyucuyu bilgilendirmesi de benzer bir katkı sağlıyor kitaba. Kimi daktilo ile hazırlanmış olan belgelerin kimilerinin ise Ali’nin el yazısını taşıyor olması da okuyucuyu heyecanlandırabilecek bir unsur. Bu küçük hacimli kitapta yer alan belgelerin bir kısmı Sabahattin Ali’nin mahkemelerdeki duruşmalarda kendisini savunmak için hazırladığı metinler veya notlar olarak onun elinden çıkmışken; bazıları da avukatlarının savunmaları, hakkında açılan davalarla ilgili savcıların iddianameleri veya yine onun hakkındaki şikâyet metinleri. Dolayısı ile kitabı Ali’nin bir eseri olarak tanımlamak doğru değil; bu bağlamda kitabın sahipliği daha çok hazırlayanlara ait gibi görünüyor.

Ali’nin elinden çıkan savunma metinleri düşünce özgürlüğü ve aydın olmanının sorumlulukları üzerine günümüzde de -maalesef- aynen kullanılabilecek ifadeler içeriyor. “Mahkeme zabıtları gelecek nesillerin elinde birer vesikadır” diye yazmış Ali, Atatürk’e hakaret ettiği iddiası ile açılan bir dava ile ilgili temyiz başvusurunda ve aynı yazıda “Çünkü adaletin yanlış tatbik olunduğu bir yerde mahpus olmak serbest gezmekten daha şereflidir” demiş. İsimleri ve tarihleri değiştirerek ve metinlerin geri kalan kısmını aynı tutarak bugün hazırlanmış olduğunu da rahatlıkla iddia edebileceğimiz belgelerle ilgili dipnotlarda ilişkili davaların sonuçlarının belirtilmesi de okuduklarınıza ve Ali’nin hayatına daha bütünsel bakabilmeye imkân sağlıyor. Yine de, kronolojik olarak peş peşe gelmeleri işi kolaylaştırıyor olsa da, ilişkili yazıların gruplandırılması ve bilgilendirmelerin bu bağlamda yapılması daha iyi bir editörlük örneği olurmuş. Kitabın adı olan “Mahkemelerde” belgelerin önemli bir kısmı düşünüldüğünde doğru bir seçim ama yapıttaki belgeler sadece davalarla ilgili değil; örneğin Atatürk’e hakaret etmekten on ay cezaevinde kaldığı dönemde cezaevindeki diğer mahkûmlardan tecrit edilmesi yüzünden yazdığı bir şikâyet başvurusu, yine cezaevindeyken yazdığı ve bir idam mahkûmunun son günü ile ilgili notlar veya ülkedeki suç, suçlu ve cezaevi türleri ile ilgili bir yazı gibi farklı nitelikte belgeler de var kitapta.

Kitapta Ali’den bağımsız olarak ilgi çekebilecek, 1899 tarihli bir belge de var. O tarihte İzmir’de hapiste olan Bulgar, Ermeni ve Rum mahkûmların yazışmaların Türkçe olması zorunluluğu ile ilgili şikâyetini gösteren bu belge -yine günümüzde de uzantıları olan- ilginç bir metne sahip (Keşke bu belgenin bir örneği olduğu gibi, bazı yazıların tarihsel sonuçlarının ne olduğuna, örneğin o dönemdeki dil yasağının akıbetine yönelik bilgilendirmeler de olsaymış kitapta). Diğer önemli belgeler ise, “Kuyucaklı Yusuf” romanının “aile hayatı ve askerlik aleyhinde” olduğu gerekçesi ile açılan dava ile ilgili; mahkemenin isteği üzerine üç farklı isimden bilirkişi görüşü alınmış: Reşat Nuri Güntekin, kurmay deniz subayı Münci İlhan (Nazım Hikmet’i motorla yurt dışına kaçıran Refik Erduran’ın dayısının oğlu olan İlhan o sırada Boğaz komutanıymış!) ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu. Bu bilirkişi görüşleri romanıı şikâyet ve dava edenlerin görüşlerinin aksine oldukça aydınlıkçı bir bakışın ürünü olarak eserin aklanmasını sağlamışlar.

Kitapla ilgili bir dile getirilebilecek bir diğer editörlük eleştirisi ise, bazı belgelerle ilgili konular için eseri tarihsel bağlamda da bir yere oturtabilecek kısa araştırmaların yapılmamış olması. Örneğin Cami Baykurt gibi isimler veya yazarın çıkarmaya çalıştığı Yeni Dünya Gazetesi hakkında kısa da olsa bilgilendirmeler ek bir önem katabilirmiş kitaba. Burada bir çarpıcı örnek olarak 1945’te İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığı’na hitaben yazılan ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki sanık ve mahkûmlara uygulanan işkence ile ilgili şikâyet mektubu verilebilir. Kitaptan Ali’nin o sırada cezaevinde olmadığını anlıyoruz ama mektubun imzacıları hakkında herhangi bir bilgi yer almıyor notlarda. Editörlükle ilgili bu tercihler kitabın değerini kesinlikle düşürmüyor ama daha kapsamlı ve bütünsel bir eserin ulaşacağı önemden de yoksun bırakıyor onu. Ülkemizde eserleri hâlâ popülerliğini koruyan, hayatı ülkede sanatçı olmanın yazgısının sembolü hâline gelen Ali ile ilgili her kitap gibi bu da ilgiyi hak ediyor ve gerçek belgelere dayanması nedeni ile bu ilgi daha da gerekli oluyor. Bir yazarı ve dönemindeki Türkiye’yi daha yakından tanımak için okunması gereken bir kitap, özetlemek gerekirse.

Ateşler – Marguerite Yourcenar

Marguerite Yourcenar’ın 1936 tarihli kitabı. Yunan mitolojisinden esinlenen hikâyelerle, yazarın kendi iç dünyasındaki çalkantılar ile ilgili notların bölümler hâlinde iç içe geçtiği kitap İngilizceye ilk kez tam 45 yıl sonra çevrilmesinin de gösterdiği gibi Yourcenar’ın en bilinen ya da popüler eserlerinden biri değil. Mitoloji ya da klasik Yunan edebiyatının karakterlerinin ve onların öykülerinin bir bakıma yeniden yaratıldığı ya da yorumlandığı, belli belirsiz bir şekilde modern unsurlarla beslendiği ve çok güçlü bir dil ile yazıldığı öyküler edebî düzeyleri ile, kişisel notlar ise -aslında hemen hiçbir şey ele vermeden- saptamaları, sorgulamaları ve iç dökmeleri ile dikkat çekiyor. Öykülerin yer aldığı bölümlerin bir nesir şiir olarak tanımlanabileceği kitap tüm Yourcenar eserleri gibi saf edebiyatın tadını veren, kesinlikle önemli bir yapıt.

Yourcenar’ın, kitabını ithaf ettiği Hermès (yazarın eski aşığı olduğu söyleniyor bu kişinin) mitolojide sınırların (ve sınır taşlarının), yolların ve yolcuların, hırsızların, sporcuların, çobanların, ticaretin, kurnazların, zeki nüktedanların ve uykunun tanrısı olarak biliniyor. Kitapta yer alan dokuz ayrı hikâyede (bir kısmı monolog şeklinde bu öykülerin) Hermès değil ama antik Yunan öykülerinin kahramanları baş köşeyi alıyor ve yazarın güçlü kaleminin çekici unsurları oluyorlar. Çeviriyi yapan Sosi Dolanoğlu’nun kitabın sonunda farklı kaynaklardan (bunlardan biri de Azra Erhat’ın 1972 tarihli güçlü eseri “Mitoloji Sözlüğü”) derlediği bilgiler bu karakterleri ve aralarındaki ilişkileri okuyucunun anlamasına yardımcı oluyorlar ki Yourcenar’ın eserinden alınan keyfi daha da artırıyor bu bilgiler. Bu yardımcı notlar olmadan da kesinlikle okunabilir kitap ama Yourcenar’ın hikâyeleri, eski Yunan edebiyatı ve mitolojiden alıp nasıl yeniden yarattığı ve/veya zengin bir şekilde dönüştürdüğünü sağlamak gibi önemli bir işlevleri de var. Yazarın kitabın ilk kez yayımlanışından 31 yıl sonra, 1967’de yazdığı önsöz de benzer şekilde ve kuşkusuz ki çok daha üst bir boyutta zenginlik katmış kitaba. “Doğrusunu söylemek gerekirse “Ateşler” bir gençlik kitabı değil: 1935’te yazıldı; otuz iki yaşındaydım” cümlesi ile başlayan bu önsöz yazarın, eseri üzerine çok değerli ve önemli açıklamalarını içeriyor. “Bir aşk bunalımının ürünü”, “bir aşk şiirleri derlemesi” ve “belli bir aşk mefhumuyla birbirlerine bağlanmış bir dizi lirik düzyazı” olarak tanımlıyor kitabını yazar ve eserini hem içerik hem biçim olarak açıyor okuyucu için.

Esinlendiği Antik Yunan öykülerini ve karakterlerini, onları işleyen başka sanatçıların gözünden de değerlendiren Yourcenar’ın önsözü onun edebiyat tarihinde entelektüel sözcüğünün en çok yakıştığı sanatçılardan biri olduğunun -tek başına bile- sağlam bir kanıtını oluşturuyor. Önsözde dokuz öykünün her birini esin kaynakları ile birlikte açıklayan yazar kitabının “her yerinde geçmişi bugünle harmanla”dığını söylüyor. Bu modernleştirme zaman zaman belli belirsiz gösteriyor kendisini öykülerde ve daha çok modern dünyanın unsurları (asansör, gazete, metro, telefon vs.) ile sızıyorlar anlatıya. Yazarın asıl modernleştirmesi, bu öyküleri bir yandan aslına sadık kalarak, bir yandan da bambaşka bir ruhla yeniden yaratması üzerinden gerçekleşmiş.

Yapıt “Umarım bu kitap hiç okunmaz” cümlesi ile açılıyor ve önsözde de “asla okunmamasını dilediğim bir eser” ifadesi yer alıyor. Bu düşüncenin temel nedeni öykülerin arasında yer alan “iç dökme”lerin kişisel boyutu olsa gerek. Aslında yazarın bu bölümlerde dile getirdikleri, bir yandan belki çok özel olan ama öte yandan da hiçbir özel bilgi içermeyen metinler. “Mutsuz aşk yoktur; sahip olmadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur; sahip olduğumuza sahip değilizdir artık” veya “Korkacak bir şey kalmadı. Dibe vurdum. Senin kalbinden daha aşağıya düşemem” tarzında kimi çok kısa metinler bunlar ve bazıları alıntı meraklılarının da hayli ilgisini çekecek türden ifadeler içeriyor. Yazarın 1937 ile 1979 arasındaki sevgilisi olan Grace Fick ile tanışmadan önceki ve başarısızlıkla örülü olduğu açık olan bir aşkının yaratıcısı ve tetikleyicisi olduğu bu bölümlerde yazılanlar mitolojik esinli öyküler ile ilk bakışta örtüşmüyor gibi görünüyor ama aslında bu iki “ayrı eser”in ortak bir teması var: Tutku. “Korkunç olan tek şey kullanılmamak. Beni ne istersen yap, bir ekran, hatta iletken metal bile olabilir” veya “Acıyı öğrenmek için aşka ihtiyacımız varmış” vb. cümleler kişisel anlatıdaki içeriğin örnekleri olurken, dokuz öykünün her birinin kahramanları aşklarının, tutkularının -trajik- sonuçlarını yaşıyorlar genel olarak.

Fransız Akademisi’ne seçilen ilk kadın olan Yourcenar’ın yazar olarak ne kadar önemli bir isim olduğunu, örneğin “Magdelalı Meryem ya da Selamet” gibi çok güçlü bir dinsel inancı olanın kaleminden çıkmışcasına etkileyici ve ikna edici bir gerçekçiliği olan bölümünün her satırında gösteren kitabı için Amerikalı edebiyatçı Stephen Koch “yazılmamış bir roman” tanımını kullanmış. Özellikle kişisel bölümlerdeki “parçalardan oluşan” dil olmuş herhalde Koch’u bu tanımı kullanmaya iten. Bu parçalar peş peşe okunduğunda, kötü sonuçlanan bir aşkın kronolojisi olarak kolaylıkla tanımlanamayacak kadar “bağımsız” görünüyor ama dikkatli ve yorumlamaya hevesli bir okuyucu kitabın son sayfasında yer alan “Mutluluk ancak bir umutsuzluk temeli üzerine kurulabilir. Sanırım inşa etmeye koyulabileceğim” ifadesinin bir sonu ve yeni bir başlangıcı ima ettiğini göreceği üzere, tüm o öykülerin arasındaki parçaların yazarın kişisel hikâyesini de (ya da hikâyelerinden birini de) anlattığını fark edecektir. Özetle söylemek gerekirse, Batı yazın dünyasının ana kaynağı olarak sayılabilecek mitolojiden kendi dilini ve kendi öykülerini ustalıkla yaratacak şekilde esinlenen, daha doğrusu onları dönüştüren Yourcenar’dan okunması gereken bir kitap bu da.

(“Feux”)

Ülker Abla – Seray Şahiner

Seray Şahiner’in 2021 tarihli romanı. Edebiyatımızın genç isimlerinden biri olan ve 2012’de “Hanımların Dikkatine” ile Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2018’de “Kul” ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan yazarın erkek şiddetinin, daha genel bakılırsa da erkek dünyasının kurbanı olan bir kadının evden kaçtıktan sonra yaşadıklarını anlatan “eğlenceli” kitabı, ülkenin güncel gerçeklerini mizahî dilinin aksine, hayli sert bir biçimde getiriyor okuyucunun karşısına. Kitaba adını veren Ülker Abla ise ironik dili, direnmek ile kurban olmak arasında gidip gelen ruh hali ve okuyucuya bolca alıntı imkânı veren ifadeleri ile edebiyatımızın son dönemlerinde yarattığı en güçlü karakterlerden biri olması ile kitabın en çekici unsurlarından birini oluşturuyor.

Kitabın arka kapağında şu alıntı kullanılmış: “Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye… Kâbustayım ama bunun hayatım olduğunu biliyordum”. Eserleri tiyatroya da uyarlanan ve ilk romanı olan “Antabus”un uyarlaması ile Afife Tiyatro Ödülleri Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nü kazanan Şahiner’in romanının kahramanı olan Ülker Abla söylüyor bunu. Yazarın kitabın girişinde kullandığı ve Dante’nin “İlahi Komedya”sından alınan, “Çevrene iyi bak, söylense inanmayacağın şeyler göreceksin” cümlesi, önemli bir kısmının sonu gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin veya bir süredir de gündüz kuşağı reality programlarının konusu (ve sömürü aracı) olan kadınların hikâyesine hayli uygun ve Ülker Abla da işte o kadınlardan biri. Baba zulmünden kaçarken koca zulmüne düşen ve evden kaçıp, hastanelerde yalnız kalan hastalara refakatçilik yaparak hayatta kalmaya çalışan Ülker Abla’nın yaşadıkları ve gözlemleri üzerinden Seray Şahiner hem ülkenin bazı güncel konularına değiniyor hem de kadınların bu ülkede sadece kadın oldukları için başlarına gelenlerin sıradanlaşmasının dehşetini güçlü bir biçimde kanıtlıyor.

Romanın ilk satırlarında “Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik” diyor hikâyesini kendi ağzından dinlediğimiz Ülker Abla. Kitabın kapanışında ise yine onun “Ben: Ayşe Çetin. Diriyim. Bir süre daha…” ifadesini okuyoruz. Bu isim değişikliğine giden süreç ise trajik bir hayatın mizahî, ironik ve sarkastik bir anlatımı. “Ne sığınabilecek bir geçmişim ne yürüyebileceğim bir gelecek var. Ben burada, sığındığım yerde mahsur kaldım: Şimdide” cümleleri ile kendisini tanıtıyor Ülker Abla ve 20 yılın dayakla geçtiği bir evlilikten kaçıp, kendisini bir hastanenin acil servisinde refakatçi olarak bulmasına neden olan durumları ve sonrasını içtenlikle dolu, kendisi dahil her şey ve herkes ile dalga geçtiği bir dil ile anlatıyor. Seray Şahiner işte bu kadını kahramanı yaptığı romanında güncel meselelerden de yararlanırken, müthiş bir hastane hayatı gözlemine dayalı ve hayli içeriden bir anlatım kurmuş. Az ya da çok hastanede (hasta odalarında veya acil serviste) kalmış, hele de refakatçi olarak orada birkaç gün geçirmiş herkesin -belki bir yandan da gülerek- kendisini tekrar o günlerde bulacağı kadar gerçekçi, doğru ve derin bu gözlemler eserin kesinlikle en güçlü yanlarından birini oluşturuyor. Bu gözlemler insan doğası, acizlikleri ve ikiyüzlülükleri üzerine de tüm o yalın ve basit görünümü altında gerçekten çok şey söylüyorlar okuyucuya.

Temel olarak 3 farklı mekânda geçiyor roman: Hastane, sokaklar ve sığınılan bir ev. Hayatta kalabilmek için sürekli dikkatli ve uyanık olması gereken Ülker Abla yaşama hayli sarkastik yaklaşıyor. Kesinlikle güldürecek, hatta bazen kahkaha bile attırabilecek ifadeleri ve yaklaşımları var (aslında zorunluluktan gelişiyor tüm bunlar biraz da) kadının. Burada Ülker Abla’nın kültür düzeyinde bir kadından beklenmeyecek tavır ve konuşmaları zaman zaman gerçekçiliği zorluyor açıkçası ve hatta -muhtemelen tam da bu nedenle- yazar -Ülker Abla’nın ağzından- buna bir açıklama da getiriyor; ne var ki tam olarak ikna edici bir açıklama olamıyor okuduğumuz.

Gündüz kuşağı programlarından İstanbul’u boğan inşaatlara ve yeni dönemin “müslüman” zenginlerinden kaçak göçmenlere popüler meseleleri romanının parçası yapan Şahiner kitabını kısa, bazen çok kısa cümlelerle yazmış. Ülker Abla’nın düşünce akışına uygun bir seçim bu ve bir yandan da kitaba sürükleyicilik kazandırmış. Bu tercih derinlik ve/veya kalıcılık açısından bir soru işareti yaratıyor belki ama kahramanının dünyasına uygunluğu bunu bir sorun olmaktan çıkarıyor. Edebiyat dünyasına ilk olarak Şahiner’in “Antabus” romanında yardımcı bir karakter olarak giren ve yazarın “Ülker çareyi firarda bulmuş ve hayatla mizahı kalkan ederek başa çıkmaya çalışıyor. Hayatı boyunca ya zulüm görmüş ya dışardan bakanlar tarafından acınmış” sözleri ile tanımladığı Ülker Abla tiyatro sahnelerinde ve beyazperdede de hayat bulabilecek ve bulması gereken zenginlikte bir karakter ve ülke üzerine pek çok şey söyleyebilmenin de güçlü ve doğru bir aracı kesinlikle. Okunmalı.