Rönesans – Jules Michelet

Fransız tarihçi Jules Michelet’nin (1798 – 1874) en önemli eseri olarak kabul edilen on dokuz ciltlik “Histoire de France – Fransa Tarihi” adlı kitabının Rönesans başlıklı bölümü olan bu eser ilk kez 1855 yılında yayımlanmış. Kendisinden önce Rönesans ifadesini kullananlar olmuş olsa da, bu terimi yaygınlaştıran tarihçi Michelet olmuş asıl olarak. Orta Çağ’dan ve değerlerinden nefret etmesi ile bilinen tarihçi, Rönesans’ı sanattan bilime dinden toplumsal yapıya uzanan farklı başlıklarda ele alıyor bu eserinde.

Çeviriyi yapan Kazım Berker’in yazarı, kitabı ve çeviri sırasındaki tecrübelerini anlattığı bir “Çevirenin Önsözü” bölümü var eserin girişinde. Berker’in çeviriyi yaparken karşılaştığı güçlüklerin ne olabileceğini kitabı okurken hissedebiliyorsunuz. Hacmi küçük ama oldukça zengin bir içeriğe sahip, “Fransız Tarihi”nden seçilen bu bölüm. Berker cümlelerin üzerinde uzun uzun durmak zorunda kaldığını ve başka kitaplara da başvurmak ihtiyacı duyduğunu anlatmış önsözde. Michelet -kendisinin de zengin bir kaynak kullanmasının sonucu olarak- çok sayıda başka isme ve onların eserlerine göndermede bulunuyor, sanat tarihinden çeşitli yapıtları referans olarak kullanıyor ve okuyucunun da en azından içeriği konusunda bilgi sahibi olması gereken bu göndermeleri ile yoğun bir eser çıkarıyor ortaya. Dolayısı ile bu kitap kendi başına bir değeri olduğu gibi, Rönesans üzerine başka okumalara teşvik eden içeriği ile de ayrıca önemli bir eser kesinlikle.

Kitap sadece Rönesansı değil, onu hazırlayan koşulları ve ondan önceki dönemi de (özellikle de Orta Çağ’ı) ele alıyor ve bu “aydınlanma” çağının dünya tarihinde neleri derinden etkilediğini okuyucunun önüne seriyor. Orta Çağ’ın neden uzun sürdüğüne özellikle odaklanmış Michelet ve Rönesans’ın “duyulan, rağbet gören” ilk etkisinin neden örneğin din veya bilimde değil de, sanatta kendisini gösterdiğini zengin örneklerle ve doyurucu bir biçimde açıklamış. Rönesans mimarisinin babası kabul edilen İtalyan mimar ve mühendis Brunelleschi’nin Santa Maria del Fiore katedraline eklediği kubbenin yapılış serüveni üzerinden Rönesans’ın özünün özetini yapmış bir bakıma: “İşte, temeli atılan Rönesans’ın sağlam taşı; Orta Çağ’ın aksak sanatına yapılan sürekli itiraz; kendi üzerine, hesaba ve akıl yürütmenin yetkesine dayanan, ciddi bir yapı yönteminin birinci, fakat zafer kazanan denemesi; sanatla kavrayışın birleşmesi; işte Rönesans: Güzel ve gerçeğin evlenmesi”.

Kitabın nerede ise lirik denebilecek bir edebî dili var ve bu da okunmasını ayrıca zevkli kılıyor ve tüm o referansların yoğunluğuna rağmen, “Ayağa kalkarak, işte ben buradayım” diyen kişilerin omuzlarında yükseldiğini ifade ettiği Rönesans’ı anlatan, kolay sindirilebilir bir esere dönüşmesine imkân sağlıyor. Cumhuriyet ile ivme kazanan “Aydınlanma” sürecinin bugün nerede ise tersine çevrildiği Türkiye için neleri yitirmekte olduğumuzu hatırlatması ile de okunmayı hak eden bir kitap bu.

(“Histoire de France au XVie Siècle. La Renaissance”)

Kasaba – Trevanian

Amerikalı yazar Trevanian’ın 1976 tarihli ve orijinal adı “The Main” olan romanı. Asıl adı Rodney William Whitaker olan ve gerçek adını 1998’e kadar gizleyen yazarın kitapları için seçtiği takma isimlerden biri Trevanian ve yazar bu ismi çalışmalarını çok beğendiği İngiliz tarihçi ve akademisyen G. M. Trevalyan’dan esinlenerek seçmiş. Bugün en çok 1979 tarihli kült romanı “Shibumi” ile hatırlanan yazarın “Kasaba” adlı bu romanı elli üç yaşındaki bir dedektifin bölgesinde işlenen bir cinayetin sırrını çözmeye çalışmasını anlatıyor gibi görünse de çok daha farklı alanlara da el atan ve karakterlerinin, özellikle de olayların geçtiği ve romana adını veren Montreal’in Main bölgesinin detaylı ve zengin portrelerini çizmesi ile dikkat çeken bir kitap.

Güçlü bir kurgusu ve dili olan roman bir polisiye ama gizemini uzun süre koruyabilen olay örgüsünden daha fazla belki de, başta Lapointe adlı dedektifimiz olmak üzere tüm karakterlerini özenle oluşturması ve tümünü sahici kılabilmesi ile öne çıkıyor. Yayıncı Tony Godwin’e ithaf ettiği romanının girişinde yazar Main’i ve onun birbirinden farklı karakterlerini ayrıntılı ve çekici bir dil ile tanıtırken, Montreal’in kozmopolit yapısı ve çok kültürlülüğünü de romanın ana öğelerinden biri yapıyor. Temel olarak İngilizce ve Fransızca ile birbirinden ayrılan farklı kültürlerin kaynaşarak veya çatışarak bir arada yer aldıkları şehrin ve romana adını veren semtin çok iyi bir resmini çiziyor Trevanian. Bu başarı da sadece kendi başına bir çekicilik kaynağı olmakla kalmıyor, aynı zamanda otoritesini bölgesindeki herkesin üzerinde hissettiren, görevini sokakta yapan ve bölgesindeki herkesi tanıyan, bürokrasiden nefret eden ve politik doğrucukla ve liberal yaklaşımlarla hiç arası olmayan baş karakterini anlayabilmek için gerekli olan atmosferi bizim de yaşamamızı sağlıyor. “Main’de olan herşeyin Lapointe’a ait olduğu” gerçeğinin herkes tarafından bilindiği bölgesinde başvurduğu yöntemler amirleri tarafından şiddetle kınansa da Lapointe bildiği yoldan hiç sapmıyor.

Lapointe karakterinin “eski”liği ile bir süre için onun yanına verilen genç ve akademi mezunu polisin “yeni”liğinin çatışması üzerinden de ilerleyen romanda yazar Trevanian’ın baş karakterinin yanında durduğu ve hatta onu sevdiğini hissediyorsunuz hemen her satırda. Şehrin ranta dayalı dönüşümü ile birlikte kaybolmaya başlayan geçmişinin bir parçası belki de Lapointe ve onun da yeni dünyada yeri ol(a)mayacağının hüznünü sürekli hissettiriyor okuyucuya. “Yeni” olanın da yardımı ile çözülen gizem, birden fazla karakterinin hüzünlü geçmişini ve bir saldırıda aldığı yaranın sonucu olan anevrizması ile sağlığı gittikçe kötüleşen kahramanımızın ruh durumunu çok iyi yansıtıyor ve Trevanian Main’i belki de kaçınılmaz bir biçimde gittikçe kötüleşen bir dünyanın alegorisini yaratmak için kullanıyor.

Çevrisinde kimi problemler var kitabın: Be My Guest” ifadesinin “Rahatına Bak” gibi çok daha uygun bir karşılığı varken, birebir çevrilerek “Misafirim Ol” denmesi; Lapointe’in ünvanı olarak teğmen kelimesi kullanılırken, bir başkasının İngilizcede “Captain” olan ünvanının yüzbaşı yerine kaptan olarak çevrilmesi; bir skandaldan olumsuz olarak etkilenmeden çıkmayı ve masum olarak görülmeyi ifade eden “come out smelling like a rose” deyiminin Türkçe karşılığının hiçbir anlamı olmayan “Bu işten gül kokuları ile çıkmak” olarak yazılması; pek çok okuyucu için sorun yaratacak ve başta Fransızca olmak üzere farklı dillerdeki kelime veya ifadelerin dipnotlarla açıklanmaması vs. Bu sorunlara rağmen Trevanian’ın güçlü dili ve onun neden popüler romanların yazarı olarak Zola (Lapointe da Zola okuyan bir karakter bu arada), Poe ve Chaucer ile karşılaştırıldığını çok iyi açıklayan zengin karakter analizi ile kesinlikle çok sıkı bir roman bu. Elinize aldığınızda bırakmak istemeyeceğiniz ve kitap bittiğinde kahramanını özleyeceğiniz türden bir roman ve okuyucuya kesinlikle keyifli satırlar sunuyor.

(“The Main”)

Gündelik Bilmeceler – Partha Ghose / Dipankar Home

İki Hintli fizikçi, Partha Ghose ve Dipankar Home’nin birlikte yazdıkları bir popüler bilim kitabı. İlk kez 1990 yılında yayımlanan kitap bilimle amatör olarak ilgilenenler ile gençlere yönelik olarak yazılmış bir eser. Kitaba bir önsöz hazırlayan İngiliz fizikçi Paul Davies eserin en faydalı yönünü “… bizi dünya hakkında daha yaratıcı bir biçimde düşünmeye teşvik etmesi” olarak açıklıyor ve kitap yine Davies’in vurguladığı gibi bilimin günlük hayatımızdaki yerini (sıradan insanların çoğunlukla hiç de fark etmediği yerini) hatırlatıyor merak uyandırıcı ve eğlenceli içeriği ile. Hintli sanatçı Suparno Chaudhuri’in hemen her başlık için bir illüstrasyon hazırladığı kitap yazarlarının da önsözde belirttiği hedefe kesinlikle ulaşıyor ve günlük hayattaki belki de hiç sorgulamadığımız ve alıştığımız olgular ve tecrübelerin arkasındaki bilimsel “sır”ları aktarıyor bize.

Ünlü bilim adamlarının sözleri ile süslenen kitap üç ana bölümden oluşuyor: Birinci bölümde okuyucuya günlük hayatlarında kendilerin de deneyimledikleri veya deneyimleyebilecekleri çeşitli durumlarla ilgili sorular (bilimsel bilmeceler, yazarların tanımı ile söylersek) soruluyor ve cevaplarını düşünmeleri isteniyor. Bu soruların (bilmecelerin) cevaplarına üçüncü bölümde yer veriyor yazarlar ve bunu yaparken de amatör bilim meraklılarının anlayacağı bir dil kullanmaya özen gösteriyorlar. Tam da bu nedenle kitabın tümü rahatça okunabiliyor ve bilimsel terimlere hiç aşina olmayanları bile kendisine çekebilecek bir dile sahip oluyor eser. Birinci bölümdeki sorular ve üçüncü bölümdeki cevaplar çeşitli alt başlıklarda toplanmışlar: “Mutfaktaki Fizik”, “Günlük Hayatta”, “Oyun Zamanı”, “Ak Akışkan, Ak”, “Avucun Ortasındaki Delik”, “Gerçek ve Kurgu – Filmlerde ve Kitaplarda” ve “Doğanın Gizleri”. Bölüm adlarının da çağrıştıracağı gibi birbirinden farklı konularda eğlenceli sorular ve cevaplar yer alıyor bu bölümlerde. Uzak radyo istasyonlarının yayınlarının neden geceleri gündüzlere göre daha net bir şekilde dinlenebildiği, karatahtaya yazı yazarken tebeşirin hangi durumda ve neden sinir bozucu bir ses çıkardığı, bisikletçilerin ve kısa mesafe koşucularının neden çok dar kıyafetler giydikleri, kavanozdan yavaşça dökülmekte olan balın yolu bir bıçakla kesildiğinde neden balın bıçağın üst tarafında kalan kısmının yukarı doğru çekilip kavanoza geri döndüğü, televizyona “hım”ladığımızda (ağzımız kapalıyen “m” sesi çıkardığımızda) neden ekranda yatay çizgiler oluştuğu ve bu çizgileri de neden sadece hımlayan kişinin görebildiği, H.G. Wells’in ünlü eseri “The Invisible Man – Görünmez Adam”da karakterinin görünmezliğini açıklarken yaptığı bilimsel yanlış, yağmurun neden boşalmak yerine damla damla yağdığı gibi birbirinden farklı soruların açıklamaları var bu bölümlerde.

Soruların bazıları ise kitabın yazıldığı tarihe kadar çeşitli açıklamalar getirilmiş olsa da bu açıklamaların henüz kesin olarak kanıtlanamadığı konular hakkında. Örneğin “çayın tadının, sütün çaya eklenmesi veya sütün üzerine çay koyulması durumlarında neden farklı olduğu” sorusuna çeşitli cevaplar veriliyor ama hangi cevabın doğru olduğunun henüz bilinmediğini belirtiyor yazarlar. Kitabın ikinci bölümünde (“Biraz Kafa Patlatın”) yine sorular yer alıyor ama bu kez açıklama okurdan bekleniyor ve yazarlar sadece açıklamaya yardımcı olarak noktaları belirtiyorlar. Bahçe sulamak için kullanılan hortumların su tazyikli olduğunda neden bir sağa bir sola doğru kıvrandıkları ve bunu yaparken neden ırmaklar gibi hareket ettikleri gibi sorular var okuyucunun kafa patlatması istenen bu bölümde.

TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları” serisinden çıkan kitap, eğlenceli içeriği ile gündelik hayatımızda tanık olduklarımıza ve etrafımıza daha meraklı gözlerle bakmamızı sağlayan bir eser ve daha aydınlık bir dünya ve hayat anlayışına ve buna ulaşmada bilimin önemine inanan herkesin zevkle okuyacağı bir çalışma. Bilimin gözlem ve soruların ürünü olduğunu da hatırlamak için okunması gereken bir kitap bu.

(“Riddles in Your Teacup: 100 Science Puzzles from Everyday Life”)

Uzayda Piknik – Arkady Strugatsky / Boris Strugatsky

Sovyet yazar kardeşler Arkady ve Boris Strugatsky’den bir bilim kurgu romanı. İlk kez 1972’de bir dergide yayımlanan, kitap olarak basımı ya engellenen ya da ciddi bir sansüre uğrayan eser ancak 1990’lı yıllarda tam olarak basılabilmiş Rusya’da. Sovyet bilim kurgu edebiyatının önemli eserlerinden biri olan roman dünyanın farklı bölgelerini ziyaret eden (bir bilim adamının yorumu ile bu bölgelerde piknik yapan) uzaylıların geride bıraktıkları nesnelerin neden olduklarını anlatıyor okuyucuya. Rus yönetmen Andrei Tarkovsky tarafından 1979 yılında ve oldukça serbest bir sinema uyarlaması da (“Stalker – İz Sürücü”) yapılan roman bir olay dizisinden çok, uzaylıların dünyalılara -özel bir amaçla ya da değil- bıraktıkları nesnelerin insanların yaşamlarını ve toplumsal düzen ve ilişkileri nasıl etkilediğini anlatmaya odaklanan oldukça farklı bir çalışma. Yasak olmasına rağmen “bölge”ye girip, oradaki nesneleri çalan ve dışarıda satan maceraperestlerden (“Cambaz” deniyor bu kişilere) biri olan Redrick’in adeta bir western karakteri olarak çizildiği romanın orijinal adı “Yol Kenarında Piknik” anlamına gelse de kitap Türkçeye -herhalde daha iddialı olsun diye- “Uzayda Piknik” ismi ile çevrilmiş.

Kitabın başında Amerikalı bilim kurgu yazarı ve eleştirmen Theodore Sturgeon’ın romanla ve yazarlarla ilgili bir değerlendirmesi var. Sturgeon yazarlarını da hayli övdüğü ve “eşsiz bir öykü” olarak nitelediği romanın ana hatlarını şöyle özetlemiş bu yazısında: “(Konukların geride bıraktığı) süprüntünün, tümüyle yabancı bir teknolojiye ait bu ürünlerin yapısı… dünya mantığına ters düşmektedir ve potansiyelleri sınırsızdır. Bu potansiyelin son derece insanca amaçlarla kullanılabilmesi için, yani saf bilgi için bir uğraş; insanlığın refahında yeni doruklara ulaşabilmek adına yeni araçlar, yeni teknikler arayış; kâr peşinde koşma ve ona bağlı yarışmacılık; yeni ve daha korkunç silahlar için bitmek bilmez bir açlık”. Hayatlarını kaybetme pahasına bölgeye girenler, onların oradan getirdiklerinin satıldığı karaborsa ve bölgeye girenlerin (ve yakınlarının) veya yakınında yaşayanların başlarına gelenleri anlatan roman tuhaf nesneleri bırakanların uzaylılar olması dışında alıştığımız anlamda bir bilim kurgu eseri değil. Romanın yazıldığı dönemde geçiyor olaylar ve dolayısı ile “geleceğin dünyası”nın tasviri yapılmıyor ve uzaylıların kendisi de hiç yer almıyor romanda. Öyle ki nesnelerin yerine örneğin bir altın sandığını koysanız, bir western (özellikle de bir spagetti western) romanı okuduğunuzu düşünebilirsiniz rahatlıkla. Bu düşünceyi destekleyecek en önemli unsur da romanın kahramanı, yetenekli “cambaz” Redrick karakteri.

Bir parça serseri ve huysuz biri olan Redrick bir “mutlak iyi” karakter olarak çizilmiyor romanda ve örneğin Sergio Leone filmlerindeki Clint Eastwood’u hatırlatıyor sık sık. Kendisi ile benzer hedefler peşinde olanlardan daha düzgün bir tip olsa da temelde bir suçlu o da ve bölgedeki “hazine”lerin peşinde diğerleri gibi. Yasa dışı işler yapıyor ve tek amacı da ailesi ile birlikte hayatta kalabilmek. Uzaylılar ve geride bıraktıklarının anlamı üzerine ya da olan bitenin neden ve sonuçları üzerine düşünmüyor hiç; yaşananların “felsefe”si değil, ona sağladıkları umurunda sadece. Tipik bir macera adamı o sadece. Kitabın çarpıcı sonunun en önemli ögesi olan “Altın top”u da bir macerada herkesin peşinde koştuğu hazine olarak görrmek mümkün. Son bölümde Redrick ve bir genç adamın bölgede yaptıkları yolculuk da adeta bir western’de zor koşullar altında çölde yapılan bir yolculuğu hatırlatıyor. Tüm bunları dikkate aldığımızda yazarların western’lerden epey ilham aldıklarını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Yazarlar romanın “anlam” boyutunu bir bilim adamı ile bir iş adamı arasındaki konuşma üzerinden bu iki karaktere bırakıyor çoğunlukla. Kitabın anlamı üzerine okuyucuyu düşünmeye en çok zorlayan da herhalde bu konuşma olsa gerek. Ziyaretin amacı ya da bir amacı olup olmadığı, uzaylıların arkalarında bıraktıklarının sonuçları gibi konular üzerinde dönen konuşmayı okuyucunun da bu konulara kendi yorumlarını getirmelerini sağlayacak bir etkileyicilikte oluşturmuş yazarlar. Diğer bölümlerde yavaş yavaş ve ima edilerek ele alınan temalar burada yoğunlukla dile getiriliyor ve Strugatsky kardeşlerin meselelerinin ne olduğu da açığa çıkıyor. Bu bölümü destekleyen ve gerçekten çok çarpıcı bir sonu önümüze getiren final bölümü de benzer şekilde yazarların, Sovyetlerin ideolojisini de destekleyen düşüncelerinin uzantısı oluyor. Finale kadar kapitalist düzenin, bireysel ideolojilerin, kâr hırsının vs. eleştirisi olan kitap, bu son bölümde önce beraber yolculuk ettiği genç adamın beklenmedik dileği ile, sonra da ondan etkilenen Redrick’in dileği ile çarpıyor okuyuyu ve tüm o bireyselliğin karşısına toplumcu bir bakışı koyuyor. Gerçekleştirilmesi zor bir dilek bu ama dünyayı daha iyi, adil ve güzel kılacak olan da onun gerçekleşmesi. Sovyetler’deki deneyimin sonucu ne olursa olsun, sosyalizmin de hedefi kitabın son cümlesi değil mi?

(“Stalker”)