Konstantinopolis Düştü – Steven Runciman

İngiliz tarihçi Steven Runciman’ın İstanbul’un fethini anlatan incelemesi. 1940’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde de ders vermiş olan ve Ortaçağ ve Haçlı Seferleri hakkındaki eserleri ile tanınan Runciman’ın ilk kez 1965 yılında yayımlanan, Türkçeye ise ilk kez 1972’de çevrilen bu eseri her türlü hamasetten uzak ve tarafsız bir dille yazılmış bir tarih kitabının nasıl güçlü ve çekici olabileceğini gösteren önemli eserlerden biri. Çökmekte olan bir imparatorluk ile hızla bir imparatorluğa dönüşmekte olan bir devlet arasındaki mücadeleyi rahat okunan ama akademik derinliği de ihmal etmeyen bir dille anlatıyor okuyucuya Runciman.

“Ölmekte Olan Bir İmparatorluk” ve “Güçlenen Bir Sultanlık” olarak tanımladığı Bizans ile Osmanlı arasında ve Konstantinopolis’in düşüşü ile sonuçlanan savaşı öncesi ve sonrası ile anlatıyor Runciman. Türklerin ölümcül son darbesinin öncesinde Bizans’ın kaçınılmaz sonuna doğru doğru nasıl adım adım ilerlediğini (“Konstantinopolis 14. Yüzyıl sonlarına doğru ağır ağır ölümüne gitmekte olan keder dolu bir şehirdi”) anlatan Runciman, benzer şekilde Osmanlı’nın da nasıl kaçınılmaz bir şekilde dev bir imparatorluk olmaya hazırlandığını sergiliyor okuyucuya çekici bir dil ile. Her iki tarafın ekonomik, askerî ve politik durumlarını okuyucunun gözünde resmin net bir şekilde oluşmasını sağlayacak bir şekilde ve tarafsızlıkla anlatan yazar Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasındaki çekişme başta olmak üzere Bizans’ın Batıdaki Hristiyan güçler tarafından yalnız bırakılmasının nedenleri ve bunun sonuçlarını da ele alarak sadece fethin kendisine değil, onu çevreleyen tüm olgulara da değiniyor kitabında. Her iki taraftaki taht oyunlarını, kuşatma ve savunma hazırlıklarını ve taktik ve strateji savaşlarını nesnel bir dil ile ele alan Runciman böylece kitabını bir savaş veya kahramanlık (her iki taraf adına da) hikâyesi olmaktan çok ileri bir konuma taşıyor. Bizans İmparatorluğu’na hayranlığı ile bilinen yazarın bir entelektüel olmanın gereği olarak iki tarafa da nesnel bir bakışla bakmasının zenginleştirdiği kitap tarihin ancak bu tür yaklaşımlarla bugün ve gelecek için bir referans olabileceğini hatırlatıyor.

Runciman fetih öncesini olduğu gibi sonrasını da ele alıyor ve Fatih’in ve genel olarak Osmanlı’nın, kendileri için kutsal bir önemi olan fetihten sonra şehre nasıl yaklaştıklarını, Bizans’ın dağılmasının hem Osmanlı hem de Batı dünyası için sonuçlarını ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin kendisini yeni ruhanî lider olarak konumlandırmasını da anlatıyor kitabında. “Sultan Mehmed, Bizans imparatorlarının çökmekte olan bu köhnemiş başkentini ortadan kaldırarak yerine çeşitli ırklardan ve uluslardan oluşan uyruğunun barış, düzen ve zenginlik içinde yaşayabilecekleri gösterişli bir şehir yaratmıştı” saptaması ile İstanbul’un fetih sonrasını tanımlayan Runciman, “Küçülmüş ve zayıflamış olan bu imparatorluk yok olmak için adeta Türklerin vuracağı son darbeyi beklemekteydi” dediği Bizans’ın sonunu getiren fethi tüm boyutları ile odağına alıyor ve İngiliz edebiyat eleştirmeni Cyril Connolly’nin sözleri ile söylersek, “Hem bir tarih kitabı hem de bir sanat eseri” olmayı başarıyor.

Kitabın sonunda iki ayrı ek var. Runciman bunların ilkinde Konstantinopolis’in düşüşü ile ilgili kendisinin de başvurduğu kaynakları güvenilirlik ve içerik açısından ele alırken ikincisinde şehirdeki kiliselerin fetihten sonraki durumunlarını ve geçirdikleri statü değişikliklerini anlatıyor okuyucuya. Her ikisi de yeni okumalara ve araştırmalara teşvik eden bu eklerin birincisindeki “Konstantinopolis’in kuşatılması ve fethiyle ilgili Türk kaynakları bekleneni vermemektedir” tespiti ise bizim ezelî ve ebedî sorunumuzu bir yabancının gözünden dile getiriyor.

(“The Fall of Constantinople 1453”)

En Mavi Göz – Toni Morrison

Amerikalı yazar Toni Morrison’ın ilk romanı. 1993’te Nobel Edebiyat ödülünü kazanan ve bu ödüle sahip olan ilk siyah kadın olan Morrison’ın ilk romanı olan ve 1970 yılında yayımlanan “En Mavi Göz – The Bluest Eye” yazarın kendisinin de doğduğu ve büyüdüğü Ohio’nun Lorain şehrinde, 1941 yılında geçiyor. İki küçük siyah kızın bakış açısının yanı sıra üçüncü şahıs bakış açısı ile de anlatılıyor roman. Bu farklı bakışlar arasındaki geçişlerin güçlendirdiği roman ABD’deki ırkçılık ve bunun siyahların yaşamları üzerindeki sonuçlarının yanısıra “ikinci sınıf” olmanın içselleştirilmesinin neden olduklarını da etkileyici bir biçimde sergiliyor. Tüm yaşadığı acıların çözümü olarak bir çift mavi göze (en mavi gözlere) sahip olmayı gören bir kızın bu arzusunun odağında yer aldığı roman bu kızdan yola çıkıp ırkçılığın hedefi olmuş herkesi anlatan etkileyici bir kitap.

Güzelliğin ve mutluluğun beyaz olmakla (ve daha detayda da bir çift mavi göze sahip olmakla) özdeşleştirildiği bir toplumda yaşayan iki ayrı küçük kızı getiriyor karşımıza roman ve bunlar üzerinden toplumda egemen olan değerlerin ve yargıların hem tek tek bireylerin hem de bu değer ve yargıların çerçevesi dışında kalan tüm grupların yaşamlarını nasıl etkilediğini anlatıyor. Toni Morrison’ın kitabını ırkçılığa odaklanan edebiyat eserlerinin arasında farklı bir yere koyan en önemli unsur, onun ırkçılığı içselleştiren karakterleri anlatması. Kitapların, dergilerin, televizyonun ve sinemanın empoze ettiği güzellik anlayışının dışında kalanların kendi “çirkinlik”leri ile baş edememeleri ve farklı olmayı dilemeleri romanın hayli güçlü dili ile birleştiğinde kesinlikle çok büyük bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde. Bir çocuğun, maruz kaldığı tüm mutluluk ve güzellik tanımlarının dışında kalan bir fiziğe ve yaşam şekline sahip olmasının travmalarını -Tanrı’dan mavi göz isteyen- Pecola karakterinin kendisi kadar derinden hissediyorsunuz siz de. Kitaptaki küçük kızlardan biri olan Claudia’nın ağzından ifade edildiği şekli ile neden olduğunu değil, nasıl olduğunu anlattığını anlatsa da (“Söylenecek daha fazla bir şey yok aslında, neden’i dışında. Ama nedenin altından kalkmak zor olduğundan, nasıl ile ilgilensek daha iyi olacak”) ve yazar trajik sonu baştan söylese de neden’i de en az nasıl kadar aktarıyor bize roman.

Gerçekten de güçlü bir dili var romanın. Pecola’nın kitabın sonlarında yer alan “kendi kendisi ile konuşması” bölümünde gücü doruğa çıkan bu dili sadece ana karakterleri değil, yan karakterleri ve dönemin koşullarını anlatırken de kullanıyor Toni Morrison. Üç fahişe veya Pecola’nın anne ve babasının geçmişlerinin anlatıldığı bölümlerin ve tüm karakterlerin içinde bulunduğu yaşam koşulları, yoksulluklar, yoz ilişkiler ve işlevsiz aileler gibi unsurların her biri hak ettikleri derecede derin ve net bir biçimde seriliyor gözlerimizin önüne. “Tanrı’nın beyaz ve mavi gözlü olduğu” ve kurbanların nefretlerini acılarının baş edemeyecekleri kaynaklarına değil, tanıklarına yönelttikleri bir dünyada geçen roman gerçekçi, güçlü ve derin bir eser ve egemen değerlerin, ön yargıların ve zulmün insanların kişiliklerini ve öz güvenlerini nasıl korkunç bir biçimde yok ettiğini göstermesi ile de önemli. Morrison’ı kitabı yazmaya iten nedenlerden birinin 1960’larda “siyah erkek yazarların güçlü, saldırgan ve devrimci” kitaplarına karşılık olarak “durumun aslında hiç de güzel olmadığını anlatmak” olduğunu da belirtmek gerekiyor bu bağlamda.

(“The Bluest Eye”)

Ölü Adamın Dönüşü – Agatha Christie

İngiliz yazar Agatha Christie’nin altmış altı dedektif romanından biri olan kitap ilk kez 1956 yılında yayımlanmış. Yazarın iki ünlü dedektifinden biri olan ve onun otuz üç romanının kahramanı olan Belçikalı dedektif Hercule Poirot’un (diğeri Miss Marple) kötü bir şeyler olacağı hissi ile çağrıldığı bir yerde gerçekleşen bir cinayetin sırrını çözmeye çalışmasını anlatıyor kitap. Christie’nin en bilinen ve en başarılı eserlerinden biri olmasa da onun tüm çalışmaları gibi ilgi ile okunan ve başlayınca gizemin nasıl çözüleceğini anlayana kadar elinizden bırakmayacağınız kitaplarından biri bu.

Kısa boyu ve bıyıkları ile tanınan Hercule Poirot, Agatha Christe’nin birden fazla eserinde karşımıza çıkan dedektif romancısı karakteri Ariadne Oliver tarafından gizemli bir durum için ve pek de bir bilgi verilmeden acil olarak bir malikâneye çağrılır. Mrs. Oliver zengin bir adamın vereceği bir parti için bir “cinayet avı” oyunu düzenlemeyi üstlenmiştir; davetlilerin bir cinayetin sırrını çözmeye çalışacakları bu oyunun hazırlıklarını yaparken tuhaf bir şeylerin olacağını hisseden kadın dostu Poirot’yu bu tuhaflığın ne olduğunu anlamaya ve belki de işlenecek gerçek bir cinayeti önlemek için acil olarak malikâneye çağırır.

Agatha Christie’nin bu eseri, önlemesi için çağrıldığı cinayeti önleyemeyen ve sonra da bu cinayetin sırrını çözmekte zorlanan bir Poirot karakteri çıkarıyor karşımıza. Elbette sonuçta başaracaktır ünlü dedektifimiz ve zaten Christe romanlarında önemli olan da okuyucunun çözüme giden yolda ona eşlik etme ve -bir o kadar da- katil(ler)i mümkün olduğunca erken keşfetmeye çalışma arzusunu duymasıdır. Bu arzuyu da her zaman olduğu gibi yaratmayı başarıyor Christie ve en parlak vakalarından biri olmasa da okuyucuyu elinde tutmayı beceriyor kitabın sonuna kadar. Romanın ana karakterlerini birer birer tanıdığımız ilk bölümlerde bu karakterlerin her biri için onları gözümüzde şüpheli kılacak ipuçlarını birer birer önümüze koyuyor Christie ve okuyucuyu da eğlenceli bir oyunla baş başa bırakıyor. Soruşturmayı yürüten komiser Bland ile Poirot’nun romanın önemli bir bölümünde olayı çözmek için ayrı ayrı ilerlemesi hem olumlu hem olumsuz katkı sağlamış kitaba. Okuyucu bu şekilde kimi bilgilere Poirot’dan önce ulaşarak ve ondan daha fazla bilgi sahibi olarak kendisini önde hissediyor ama öte yandan iki ayrı araştırma arasında çok da bir ilişki olmaması bir eksiklik ve dağınıklık havası yaratıyor.

“Hayır, madam. Bu hususta yanılıyorsunuz. Polis vazgeçmedi, asla vazgeçmez. Ve ben de başladığım işi yarıda bırakmam. Bunu unutmayın, madam; ben, Hercule Poirot, bir işin sonunu getirmeden ondan vazgeçmem.” ifadeleri ile vurguladığı gibi Poirot tüm zorluklara rağmen vazgeçmiyor ve vakayı çözüyor elbette. Çözüme giden yolun nereye varacağını, daha doğrusu şüphelilerden hangisinin cinayetle şu ya da bu şekilde bir ilgisi olacağını sıkı dedektif romanı okuyucularının muhtemelen tahmin edeceği romanda bazı unsurların yeterince açıklanmadan kalması da -olumsuz anlamda- dikkat çekiyor. Buna rağmen her zaman olduğu gibi birden fazla şüpheli yaratmayı ve sırları birer birer aydınlatarak merak duygusunu hep ayakta tutmayı başaran bu Agatha Christie romanı polisiye meraklılarının keyifle -ve hızla- okuyacağı bir kitap.

(“Dead Man’s Folly”)

Babalar ve Oğullar – İvan Turgenyev

Klasik Rus edebiyatının en önemli eserlerinden biri. İvan Turgenyev’in on dokuzuncu yüzyılın en önemli romanlarından biri olarak kabul edilen eseri ilk kez 1862’de yayımlanmış. Baş karakterlerinden biri olan Bazarov’un kişiliğinde nihilizmi ve kuşaklar arasındaki çatışmayı odağına alan kitap ilk Rus modern romanlarından da biri olarak ayrıca bir önem taşıyor. Yazıldığı dönemde Rusya’da liberaller (romandaki babalar) ile nihilistler (romandaki oğullar) ve her ikisinin de karşısında durduğu gelenekçiler arasındaki bölünmeyi ele alan roman bu ana temalarını ülkenin içinde bulunduğu atmosferi hep arka planda tutarak aktarıyor okuyucuya. Çok iyi anlatılmış karakterleri, toplumsal bir meseleyi bireysel hikâyelere çok iyi yedirmesi ve güçlü anlatımı ile çok önemli bir klasik bu ve bugün de değerini koruyor.

Birkaç televizyon uyarlamasının (film veya dizi olarak) yanı sıra 1959 yılında Adolf Bergunker ve Natalya Rashevskaya tarafından Sovyet yapımı olarak sinemaya da uyarlanan roman nihilist Bazarov ile onun yanında adeta müridi gibi dolaşan Arkadiy adındaki iki genç ve onların babalarını anlatıyor bize. Arkadiy’nin amcası da bu babalar ve oğullar arasındaki çatışmanın parçalarından biri oluyor ve onun Bazarov’la olan çatışması diğerlerine nazaran daha açık ve yüksek sesle dile getiriliyor romanda. “Hiçbir şeye inanmayan” ve “tüm otoriteleri ret eden” nihilistler gibi, karşı karşıya geldikleri liberaller de ülkenin bozuk düzenini değiştirmeye çalışıyorlar ama ilki bir tümden ret, ikincisi ise reformlar aracılığı ile peşinde bu değişikliğin. Prensip sahibi olmak ile tüm prensipleri aşağılamak, romantizm (ve aşk) ile bu duyguyu ve onun tüm çağrışımlarını ret etmek arasında çatışan karakterlerin her birini derin bir şekilde ele alan romanda Turgenyev bir taraf tutmuyor doğrudan ama Bazarov’un romanda akıbeti olumsuz olan tek karakter olması ve hazırlıksız yakalandığı aşk nedeni ile sarsılması bir ipucu veriyor bize Turgenyev’in duruşu hakkında. Benzer şekilde Arkadiy’nin de babaların değerlerine yaklaşıp, daha çok Bazarov’a hayranlığı ile yaklaştığı nihilizmden uzaklaşması da bu duruşun bir başka işareti oluyor.

Turgenyev’in romanını bir klasik yapan ve anlattığını bugün için de değerli kılan temel unsur eserin değişime ihtiyacı olan bir toplumu, bu değişimi zorlayan tarafları ve nesiller arası bir çatışmayı anlatması olsa gerek. Belki tam da bu nedenle, toplumsal çalkalanmaların hayli yoğun olduğu 1970’li yıllarda ülkemizde üzerinde tartışılmış bu romanın epeyce. İki genç erkek arasındaki dostluğun değişiminin ve babalar ile oğulları arasındaki ilişkilerin de incelikle ve ilgi çekici biçimde ele alındığı roman ilk yayımlandığında Rusya’da pek beğenilmemiş ve hatta tepki de toplamış ama kimi Fransız yazarların (Maupassant ve Flaubert gibi) hayranlığını kazanmış. Kitapta Bazarov’un babasının söylediği “Ben şimdi yalnız bir adamım, şu parmak gibi yalnızım” cümlesinin romanının ilk yayımlanışından yirmi bir yıl sonra Fransa’da hayatını kaybeden yazar tarafından ölüm döşeğinde dile getirildiği söylenir. Doğru ya da yanlış, bir yazarın yarattığı karakterlerin aslında onun da bir parçası olduğunu gösteren ilginç bir örnek bu. Toplumsal ve politik bir mesele, erkekler arası dostluk, babalar ve oğulları, nesil farklılıkları, değişimin gerekliliği ve yöntemleri, eski ile yeninin çatışması üzerine olan bu roman romantizmi ve aşkı da ihmal etmeyen güçlü bir eser ve “klasik” tanımını her satırı ile hak ediyor.

(“Otcy i Deti”)