Alacakaranlıkta / Tonio Kröger – Thomas Mann

Alman yazar Thomas Mann’ın 1903 tarihli iki novellası. Bir sanatoryumda geçen ve orijinal adı “Tristan” olan ilk novella (“Alacakaranlıkta”) Richard Wagner’in kökeni bir Kelt efsanesine kadar uzanan bir hikâyeden uyarladığı operasından esinlenirken, tıpkı bunun gibi ana kahramanı edebiyatçı olan ikinci novella (“Tonio Kröger”) yazarın 1912 tarihli ünlü eseri “Venedik’te Ölüm” (“Der Tod in Venedig”)de olduğu gibi bir sanatçının ikilemlerini anlatıyor. Her iki eserde de Thomas Mann, sanatçı karakterlerin toplumun “normal” bireyleri ile ilişkilerinde ve onların değerlerinden uzak durmakla uzlaşmak arasında kalmalarını ele alıyor.

İlk eser olan “Alacakaranlıkta”da üç temel karakter var: Sanatoryumda kalan bir yazar, hastalığı nedeni ile buraya yeni getirilen bir kadın ve onun kocası. Melankolik bir ruh hali olan yazar, kocasının kadına hak etmediği şekilde davrandığını düşünüyor ve onun kabalığının kadının ruhundaki inceliğe zarar verdiğini düşünüyor. Mann’ın kocanın bir güzelliği (burada kadını) elde etmek arzusu ile yazarın o güzelliği takdir etmek ve seyretmek üzerine kurulu yaklaşımlarını karşılaştırdığı eserinde yazarı idealize etmediği ve onu daha çok bir sanatçı yaklaşımının sembolü olarak kullandığı düşünülebilir. Trajik sonuna rağmen, sondaki “bebek kahkahası”nın yazarın kaybetmeye mahkûm olduğunun işareti olarak görmek mümkün. Bu bağlamda yazar Spinelli karakterinin Mann’ın kendisini de temsil ettiğini düşünerek, eserin sanatçının dünyası ile toplumun dünyası arasındaki -giderilmesi pek de mümkün görünmeyen ve belki de zaten gerekmeyen- çelişkilerin izlerini taşıdığını söyleyebiliriz. Yazar karakteri üzerinden sarkastik bir yaklaşımı da olan eser tüm bunları güçlü bir dil ile anlatan ve sanat/sanatçı ve onların konumları üzerine düşünmeye aracılık eden çekici bir novella kesinlikle.

İkinci hikâye olan “Toni Kröger” tıpkı “Alacakaranlıkta” isimli eserde olduğu gibi sanatçının dünyası ile günlük hayat arasındaki farkı ele alırken, ek olarak aynı adı taşıyan genç bir yazarın (bu karakterin de Thomas Mann’ı temsil ettiğini söylemek mümkün) ikisi arasında bir denge kurma çabasını anlatıyor. Otobiyografik özellikler taşıdığı söylenen eser, Tonio Kröger isimli yazarın önce on dört yaşını ve arkadaşı Hans’a duyduğu ilgiyi, daha sonra on altı yaşında Ingeborg adındaki bir kıza duyduğu hisleri ve son olarak da otuz yaşının henüz başında bir sanatçı olarak hislerini, toplumun diğer bireylerinden ayrı düşüşünü ve kendi gerçeğini bulmak için çıktığı yolculuğu anlatıyor okuyucuya ve bir “uzlaşma” ile sona eriyor.

Tüm ömrü boyunca eşcinselliği ile mücadele eden ve yayınlanan günlüklerinde de bununla ilgili oldukça uzun ve net ifadeler bulunan yazarın bu üç bölümden ilkinde Tonio’nun Hans’a duyduğu ilgiyi adını koymadan bu şekilde ifade ettiği dikkat çekiyor. Şiir yazan Tonio’nun, sanatsal zevklerin değil fiziksel aktivitelerin peşinde koşan Hans’a karşı hissettiklerinin yanı sıra, yazarın Hans’ı fiziksel güzelliği ile tanımlaması da (“…olağanüstü güzel ve yapılı bir çocuktu; geniş omuzlar, dar kalçalar, keskin ve korkusuz bakışlı çelik mavisi gözler…”) destekliyor bu durumu. İki yıl sonra bir genç kıza aşık oluyor Tonio ve utanç verici bir dans anısından sonra bu karşılıksız aşkını unutuyor. Sonrasında arayışla geçen “serseri” bir hayat yaşıyor ünlü bir şair olan Tonio ve üçüncü bölümde anlatılan yolculukla da bir uzlaşmaya varıyor yaşadığı çelişkileri açısından. Mann’ın Tonio karakteri ve sorgulamaları üzerinden sanatçı olmakla ilgili kendi görüşlerini ve sorularını uzun uzun anlattığı eseri temel olarak sanat ile normal hayat arasındaki mücadeleyi ele alıyor ve “sanatçının yaratabilmek için hemen hemen ölmesi gerektiğini” ve sanatçının tam anlamı ile toplumun parçası olamasa da ondan tamamı ile ayrı da olamayacağına odaklanıyor.

Temalarının yanı sıra, yazarın kendi hayatından izler taşıması açısından da ortak yanları olan bu uzun hikâyeler Mann’ın edebî anlayışını ve bir yazar olarak karakteristik özelliklerini anlamaya da olanak sağlayan iki önemli eser. Kendi hayatında önemli bir iç mücadele olan bir yazarın karakterlerinin arayışlarını ve sorgulamalarını ilgi çekici ve güçlü bir biçimde ve “içeriden” gözlemlerle iki güçlü hikâyede ele aldığı bu kitap okunması gereken bir edebiyat eseri.

(“Tristan” / “Tonio Kröger”)

Limanlar – James Barlow

Henüz 51 yaşındayken hayatını kaybeden Britanyalı yazar James Barlow’dan bir macera romanı. Özellikle 1960 tarihli romanı “The Patriots”, aynı isimle sinemaya da uyarlanan 1961 tarihli “Term of Trial” ve “Villain” adı ile sinemaya uyarlanan 1968 tarihli “The Burden of Proof” romanları ile tanınan yazarın bu eseri ilk kez 1970 yılında yayımlanmış. 1971 tarihinde “Villain” adlı romanının yayımlanmasından sonra hayatını kaybeden yazarın orijinal adı “Liner” olan kitabının Türkçede “Limanlar” adı ile basılması tuhaf bir seçim olmuş; çünkü bir olay dışında, romanda geminin seyahati boyunca uğradığı limanlarda yaşananlar veya limanlar anlatılmıyor. Romanın orijinal adının da vurguladığı gibi geminin kendisi eserde öne çıkan ve hatta romanın da en önemli karakterlerinden biri geminin kendisi.

Çok karakterli, hacimli macera romanlarından biri bu. Sunday Telegraph gazetesindeki bir eleştiride Arthur Hailey’nin aynı dönemin çoksatar romanları “Hotel – Otel” ve “Airport – Havaalanı”na benzetilen eser onlar kadar popüler olmamış hiçbir zaman ama yine de hafif ve popüler bir roman arayanların ilgi gösterdiği bir eser olmuş. Avustralya’dan yolcularını alarak San Fransisco’ya doğru yola çıkan ve arada Bali, Singapur, Hong Kong ve Guam gibi limanlara uğrayan gemide 550 yolcu ve 452 mürettebat seyahat ediyor ve tek tek hikâyeleri anlatılan ve kimilerinin hikâyeleri başkalarınınki ile birleşen farklı milletlerden (İngiliz, Yunan, Avustralyalı, İrlandalı, İtalyan, Amerikalı vs.) bu yolcuların her birine nerede ise eşit ölçüde yer veriliyor romanda. Kitabı karakter açısından zenginleştiren bu durum bir yandan da karakterlerin gemide yaşadıklarının hayli geç başlaması ve romanın uzun bir süre karakterlerin tanıtımı havasında sürmesine neden oluyor. James Barlow’un her birini özenle anlattığı karakterlerin ilginçliği bu durumun önemli bir sorun olmasına engel oluyor neyse ki.

Areopagus adını taşıyor gemi. Atina’da Akropolis’e yakın ünlü bir kaya çıkıntısı olan ve Türkçesi Ares Tepesi olan bu yerin adının gemiye isim olarak koyulmasının sembolik bir anlamı olsa gerek; çünkü antik Yunan döneminde burası bir çeşit mahkeme yeri olarak kullanılmış ve Barlow da karakterlerinin yazgılarını vicdanî ve (hatta belki de ilahî denebilecek) bir yargılama ile bu gemi ve onun başına gelenlerle belirliyor. Geminin kendisi romanın ana karakterlerinden de biri ve Barlow giriş yazısında teşekkür ettiği pek çok kurum ve kişiden sağladığı teknik bilgilerle epey detaylı bir şekilde anlatıyor bize bu eskimekte olan ve görkemli günlerini geride bırakan gemiyi. Tüm ana karakterlerin bir “suç”u var ve final tüm bu suçların karşılığını bir şekilde veriyor sanki onlara. Bu anlamda belki bir muhafazakâr bakıştan bile söz edilebilir ve özellikle kitaptaki tanıtım bölümünde belirtildiği gibi yazarın o tarihlerde yaşadığı ve hayatını da kaybettiği yer olan İrlanda’yı “Hristiyanlığın son kalesi” olarak tanımladığını düşünürsek, bu yorum daha bir gerçeklik kazanıyor.

Bir kasırganın yol açtığı kaza ve sonrasını etkileyici bir dil ile anlatan Barlow karakterlerin hırslarını, umutlarını, korkularını ve cinsel gerilimlerini popüler bir roman tarzında okuyucunun karşısına çıkarırken farklı milletlerin karakteristik özelliklerini de romanının ana temalarından biri yapıyor. Tüm yolcuların bir şekilde etkilenerek yaşadığı yolculuğun hikâyesi bu tür romanlardan hoşlananların keyifle okuyacağı eser, türünün en parlak örneklerinden biri olmasa da meraklısını tatmin edebilecek bir kitap.

(“Liner”)

Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ – Halil İnalcık

Tarihçi Halil İnalcık’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun klâsik çağını (1300 ile 1600 arasını) ele alan bu kitabı temel olarak imparatorluğun kurumları ve toplumsal yapılanmaları üzerinden yapıyor incelemesini. İlk kez 1973 yılında İngilizce olarak yayımlanan eser Türkçeye ancak 2003 yılında çevrilmiş ilk kez; üstelik aradaki bu otuz yıl boyunca Türkçe dışında başka dillerde yayımlanma olanağı bulmuş bu eser. Yaklaşık 200 sayfalık bir kitapta koca bir imparatorluğun kurumlarını ele alabilmek ve tümünü doyurucu bir biçimde okuyucuya aktarabilmek oldukça zor bir iş ama İnalcık bunu kesinlikle başarmış ve ortaya keyifle okunan iyi bir başvuru kitabı çıkarmış.

İnalcık’ın kelimenin tam anlamı ile bir bilim adamı olduğunun en önemli kanıtlarından biri olsa gerek bu kitap. Neo-Osmanlı peşinde koşanlar ile imparatorluğu toptan ret edenlerin arasındaki o geniş mesafede duran ve konusunu kesinlikle objektif bir bakış açısı ile ele alan İnalcık, bu yaklaşımı ile bir bilim adamı olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor tüm sayfalar boyunca. Giriş yazısını “… 1590’lar, Osmanlı tarihindeki temel ayrım çizgisini belirler. Ortadoğu devletine özgü kurumları Osmanlıların nasıl uyarladıklarını vurgulayan bu kitap, ilk dönemi ve bu kurumların yeni Avrupa karşısında nasıl dağıldığını betimliyor.” cümleleri ile bitiren İnalcık kitabın sonuna eklediği zengin eklerle de eserini zenginleştirmiş. İmparatorluğu yönetenlerin soyağacının yanı sıra, uzun bir Osmanlı Tarihi Kronolojisi de var bu eklerin arasında. Kitabın kapsam alanındaki çağın aksine daha geniş bir dönemi (1261 ile 1924 arasını) kapsayan bu kronoloji kendi başına bile değerli olan, hızlı bir Osmanlı tarihi özeti olarak değerlendirilebilecek bir şekilde hazırlanmış. Bir de sözlük var bu eklerin arasında: Kitap boyunca kullanılan, Osmanlı kurumlarını ve yönetimini tanımlayan ve niteleyen kavramları açıklamış bu ekte İnalcık ve kelimelerin hangi dilden Türkçeye geçtiğini de belirtmiş. Ağırlıklar ve Ölçüler ekinde ise özellikle Osmanlı ekonomik yaşamının anlatıldığı bölümde adı geçen ölçü birimleri tek tek ve detaylı şekilde açıklanmış okuyucuya. Bununla da yetinmemiş İnalcık ve ölçü birimlerinin İmparatorluğun farklı bölgelerindeki karşılıklarını da birer birer vermiş. Böylece örneğin “kantar”ın Osmanlı standartlarına göre 44 okka (56.449 kg) olduğunu ama 19. yüzyılda Halep’teki karşılığının 250 okka (320.726 kg) olduğunu, Cenova’da ise 47.600 kg’a denk geldiğini öğreniyoruz. Son ek ise Kaynakça bölümü ki sadece bu bölümün uzun kaynak listesi bile İnalcık’ın nasıl derin ve farklı bir literatür üzerinde çalıştığını gösteriyor bize ve kitabın değerini artırdığı gibi, listenin kaynakların kapsamına ve türüne göre gruplanması (Genel Tarihler; Kaynakçalar; Süreli Yayınlar, Ansiklopediler, Sözlükler; Osmanlı Belgeleri ve Belge Koleksiyonları; Batı Gezgin Gözlemcilerinin Betimlemeleri; Osmanlı Vekayinâmeleri; Osmanlı Tarihinin Dönemleri (Siyasi Tarih); Osmanlı Hukuk ve Maliyesi; Osmanlı Sarayı ve Merkezi Yönetimi; Nüfus, Şehirler ve Yollar; Ticaret ve Ekonomi; Kültür) özellikle meraklı ve yeni okumalar için heyecanlanan okuyuculara büyük bir kolaylık sağlıyor.

2016 yılında hayatını kaybeden Halil İnalcık sosyal bilimler alanında sadece bizde değil, tüm dünyada en saygın isimlerden biriydi. İsmine yakışan ve çevirisini Ruşen Sezer’in yaptığı bu kitabında da Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve en görkemli yıllarını sadece akademik dilin soğukluğundan değil, popüler dilin yüzeyselliğinden de uzak bir şekilde anlatıyor. Dört ana bölümde oluşturmuş kitabı İnalcık: “Osmanlı İmparatorluğu Tarihine Genel Bir Bakış: 1300 – 1600”, “Devlet”, “Ekonomik ve Toplumsal Yaşam” ve “Osmanlı İmparatorluğu’nda Din ve Kültür”. Bu bölümlerin ilki daha çok bir politik tarih biçiminde oluşturulurken sonraki bölümlerde kurumlara ve toplumsal yaşama eğiliyor İnalcık. Bunu yaparken de hızla büyüyen devletin gelişmesini olumlu veya olumsuz yönde etkileyen iç ve dış politik gelişmeleri de tarafsız bir bakışla ele alıyor ve çok önemli birkaç saptamada bulunuyor: Adalet temeli üzerinden yükselen devletin gerileme ve çöküşünün de bu temel üzerinden olduğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerle genişledikçe, “yönetilemeyecek kadar büyük” hale gelmeye başladığı ve devletin/ toplumun mekanizmalarının yetersizleşerek yozlaşma yoluna girdiğini ve imparatorluğu oluşturan kurumların, mekanizmaların ve geleneklerin kendisinden önce Anadolu ve Ortadoğu’da kurulmuş olan devletlerden beslendiği.

İçeriğine uygun olarak seçilmiş resimlerle zenginleştirilen kitap dünya tarihinde sadece büyüklüğü ile değil, bıraktığı izlerle de önemli bir yeri olan bir devleti hakkı ile ele alan ve yeni okumalar için heves uyandıran bir çalışma.

(“The Ottoman Empire: The Classical Age 1300 – 1600”)

Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları – Nikolay Vasilyeviç Gogol

Klasik Rus edebiyatının önemli isimlerinden Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları” başlığı ile ve ilk cildi 1831’de, ikinci cildi ise 1832 yılında yayımlanan sekiz öyküsünün yer aldığı bir derleme. Kendisi de Ukrayna topraklarında yetişen ve on dokuz yaşına kadar orada kalan Gogol’un bu bölgenin başta inançları, gelenekleri ve folklorü olmak üzere izlerini yoğun biçimde yansıttığı öyküleri -yazarın yarım bıraktığı “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” hariç- doğaüstü öğeler barındıran eserler ve şeytandan kötü ruhlara ve gizemli olaylara pek çok “korku” unsurunu içeriyorlar. Bu korku unsurlarını çoğunlukla mizah ile de desteklemiş yazar ve ortaya keyifle okunan eserler çıkmış. Özellikle küçük yörelerde yaşayanların o dönemlerde en temel eğlence araçlarından biri olan ağzı iyi laf yapan bir anlatıcının anlattığı hikâyelerin dinlendiği atmosferi (soğuk kış gecelerinde bir sobanın etrafında toplanarak geçirilen akşamları hayal edin) yaratmış yazar ve okuyucuyu da bu atmosferin parçası yapmış güçlü dili ile. Kitabın önsözünü Gogol, hikâyeleri ağzından anlattığı “Arıcı Panko”nun yerine koyarak yazmış ve okuyucuları “dinleyecekleri”nin havasına sokmuş.

Kitapta yer alan sekiz öyküden ilk dördü 1831, diğer dördü ise 1832’de basılan ciltlerde yer almış. Her iki kitap için yazılan önsözlerin ikisini de içeriyor kitap ve bu giriş yazılarının ikincisini kapatan şu cümlelerin içerdiği alçak gönüllülük anlatıcı olan Arıcı Panko’nun ifadeleri ama üzerinden geçen bunca yıldan sonra Gogol’un hâlâ bilinen ve sevilen, klasik Rus edebiyatının belki de kurucularından biri olarak tanımlanmasını sağlayan başarısı ile hoş bir zıtlık teşkil ediyor: “Ben de laf ettim yani! Bu dünyada benim olup olmamam umurunuzdaydı sanki… Bir yıl geçer, iki yıl geçer, unutur gidersiniz bu ihtiyar Arıcı Sarı Panko’yu… Öldü diye üzüleneniz bile çıkmaz.”

İlk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, her bir bölümünün başında bir masaldan veya bir “Ukrayna komedisi”nden alınmış sözlerle açılan ve kendisi de bir masal ve/veya folklorik bir eser havasına sahip bir eser. Rus besteci Mussorgsky’nin -kendisi yarım bıraktığı için başka bestecilerin tamamladığı- komik operasına da kaynaklık eden öykü zengin köylü tiplemeleri ve şeytanın gerçek kimliği ile eğlendiren bir çalışma. İkinci öykü “İvan Kupalo Gecesi” yine Mussorgsky’nin bu kez bir senfonik şiirine ilham vermiş bir çalışma ve aynı zamanda 1968 yılında Sovyet yönetmen Yuri Ilyenko tarafından sinemaya da uyarlanmış. Hikâyelerin pek çoğunda olduğu gibi yine bir aşkın odağında yer aldığı bir eser bu ve cadılar, şeytan, hazine vs. gibi masal öğeleri ile süslenmiş. “Bir Mayıs Gecesi ya da Suda Boğulmuş Kız” adını taşıyan öykü de müzikteki karşılığını bulmuş bir çalışma ama bu kez Rimsky-Korsakov’un “Mayıs Gecesi” adlı operası olarak notalar aracılığı ile anlatılmış. Düş, masal, cadı ve yine aşkın yer aldığı bir hikâye bu da ve bu bakımdan kitabın genel havasına da uyuyor. İlk bölümün son öyküsü olan “Kaybolan Yazı” cadılarla maça kızı oynayan ve kazanan bir Kazak’ı anlatıyor. Tüm hikâyelerde olduğu gibi Kazak olmanın ve bu kültürün öne çıktığı eser 1945’de Sovyet yapımı bir çizgi film olarak sinemada da hayat bulmuş.

Beşinci öykü olan “Noel Gecesi” bir demircinin aşkına kavuşabilmek için şeytanla yaptığı mücadeleyi sık sık mizaha da başvurarak anlatırken, özellikle “çuval içine saklanan” karakterlerin olduğu bölümde nerede ise bir vodvil havası sunuyor okuyucuya. Sessiz sinema dönemi de dahil olmak üzere pek çok kez sinemaya uyarlanan bu hikâyenin Çaykovski, Korsakov ve Lysenko’nun müzikleri aracılığı ile opera sahnesine de taşınmasının gösterdiği gibi hayli çekici ve eğlenceli bir içeriği var bu eserin. “Korkunç İntikam” adlı öykü “gotik korku” türüne sokulabilecek hayli etkileyici bir eser ve o da bir animasyon olarak taşınmış sinemaya ve yarım kalmış öykü hariç mizah öğesi barındırmayan tek eser kitaptaki. “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” adını taşıyan ve yarım bırakılan öykü (öykünün yazıldığı defterin yapraklarının bir kısmının evin hanımı tarafından pişirdiği böreklerin altına koyulması ile açıklıyor bu durumu anlatıcı!) nasıl sürecekti bilinmez ama mizahın yanısıra korku/doğaüstü unsurları barındırmaması ile de diğer öykülerden farklı bir yerde duruyor. Öykünün BBC tarafından bir son eklenerek radyoya uyarlandığını da ifade edelim bu arada. Son öykü olan “Büyülü Yer” yine bir kötü ruhu anlatarak kitaba genel havasına uygun bir kapanış sağlıyor.

Hikâyelerin yazıldığı dönemin gerçeği olarak sık sık Lehlerin ve arada Türklerin de “düşman” taraflar olarak isimlerinin geçtiği öykülerde Ukrayna topraklarına yazarın duyduğu sevgiyi hissediyorsunuz. Örneğin ilk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, “Ukrayna’da yaz çok güzel, çok nefistir!” cümlesi ile başlıyor ve bir sayfa boyunca bu güzelliği açıklıyor. Benzer bir örnek olarak da Dinyeper Nehri’ni uzun uzun anlatan “Korkunç İntikam” öyküsünü gösterebiliriz. Hikâyelerin geçtiği yıllardaki -başta Kazak komutanlar olmak üzere- kimi gerçek karakterlerin isimlerinin de yer aldığı öyküleri içeren bu kitap güçlü bir kalemden çıkmış halk masalları havası ve folklorik öğeleri ile okunmayı hak eden bir klasik özet olarak.

(“Veçera Na Hutore Biliz Dikanki”)