Dev – Tibor Déry

Macar yazar Tibor Déry’nin bir uzun ve iki kısa hikâyesinin yer aldığı bir kitap. Macar Komünist Partisi’nin üyesiyken farklı görüşleri nedeni ile partiden uzaklaştırıldıktan sonra parti ve rejim hakkında eleştiriler kaleme alan ve 1956 yılındaki ayaklanmanın sözcülerinden biri olduğu için de 9 yıl hapis cezasına çarptırılan yazarın kitaptaki üç hikâyesi de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda yazılmış ve ülkedeki politik atmosferden izler taşırken aşk ve yoksulluk gibi temaları da barındırıyorlar. Üç hikâyede de kendisini gösteren naif karakterler ve masumiyet de (onun yitirilmesi ya da korunmaya çalışılması) bir ortaklık katmış üç esere. Hikâyeleri Türkçeye Ülkü Tamer çevirmiş ve onun yalın ve güçlü kaleminin izlerini de hissediyorsunuz cümlelerde. Çevirileri nedeni ile 1979 yılında Macaristan Kültür Bakanlığı’ndan Macar şair Endre Ady adına verilen ödülü alan Tamer bu çeviriyi -kitapta belirtilmemiş ama- herhalde İngilizceden yapmıştır.

Kitaba adını da veren uzun hikâye “Dev” 1948 tarihinde yazılmış ve savaşın izlerinin daha yakından hissedildiği bir hikâye diğer ikisi ile kıyaslandığında. İsmi ve baş karakterlerden biri olan “Dev” nedeni ile de bir masalı çağrıştıran hikâyenin anlatım biçimi ve içeriği bu türe göz kırpıyor sık sık. “Bir boğayı yıkacak kadar güçlü, bir anıyla yıkılacak kadar güçsüz” olan genç adamın ve âşık olduğu genç kadının hikâyesini yoksulluğun koşulları çerçevesi içinde anlatırken yazar, masumiyetin ve mutluluğun dış etkenlerle yitirilmesinin neden olduğu hüznün çarpıcı bir resmini çiziyor ve -belki- sonsuz aşkın mümkün olmadığını da düşündürüyor okuyucuya.

1955 tarihli iki hikâyeden ilki olan “Aşk” 7 yıllık mahkumiyetinden sonra serbest bırakılan bir politik suçlunun evine, karısına ve çocuğuna dönüşünü anlatıyor. Macar yönetmen Károly Makk’ın aynı adı taşıyan 1971 tarihli filminin (“Szerelem” – “Aşk”) senaryosuna kaynaklık eden iki hikâyeden biri olan eser, baş karakterinin sık sık tekrarladığı “Alışabilecek misin bana?” sorusu ile somutlaşan endişesini, ayrılığın ve yalnız kalmanın hüznünü, kavuşmanın tedirgin coşkusunu güçlü ve şiirsel bir dil ile anlatıyor. Politik atmosferin bireylerin hayatlarını nasıl savurduğunu güçlü bir şekilde dile getiren bu hikâyeden esinlenen Makk’ın filminin de çok başarılı bir sinema eseri olduğunu hatırlatmış olalım bu arada.

Kitaptaki üçüncü hikâye olan “Tuğla Duvarın Arkasında” 20 yıldır aynı fabrikada çalışan bir adamın işçilerin yoksulluk nedeni ile yaptığı küçük hırsızlıkların peşine düşmesini, onları ihbar etmesini ve trajik bir olaydan sonraki değişimini anlatıyor. Politik bir arkaplan üzerinde yine yoksulluğun izlerini taşıyan, bir vicdan (azabı) ve baskıcı bir yönetim hikâyesi bu ve Tibor Déry sade bir dil ile sergiliyor baş karakterinin ruh hâlini.

(“Az Óriás”)

Üç Dul Kavşağı – Georges Simenon

Belçikalı yazar Georges Simenon’un ünlü dedektif karakteri Maigret’nin kahramanı olduğu ilk romanlardan biri. 1931 tarihli roman ertesi yıl ünlü Fransız yönetmen Jean Renoir tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmış ve dedektifi de yönetmenin kardeşi Pierre Renoir canlandırmıştı. Sinemanın önemli suç filmlerinden biri olan bu esere kaynaklık eden Simenon’un bu romanı yazarın tüm eserleri gibi rahat bir dil ile kaleme alınmış, hızla ve keyifle okunan bir çalışma. Sadece “kim yaptı” ile değil, işlenen cinayetin gizemi üzerinden de bir çekicilik sahibi olmayı başaran roman -elbette başta Maigret’nin kendisi olmak üzere- tümü ilginç karakterleri ile de ilgi çekici.

“Üç Dul Kavşağı” adını taşıyan bir bölgede geçiyor hikâye. Bir üçgenin köşelerini oluştururcasına bu kavşağa yerleşmiş eski ve büyük bir ev (ve orada yaşayan tuhaf iki insan), bir sigortacı ile karısının yaşadığı bir ev ve bir benzin istasyonun parçası olduğu hikâye tuhaf bir cinayetin zanlısının sorgulanması ile başlıyor. Simenon kitabını tam anlamı ile bir “olay ve mekan birliği” üzerine oturtmuş. Roman bu kavşağı hiç terk etmiyor ve birkaç günlük süresi boyunca da romanın ana karakterleri ve birbirleri ile ilişkilerine odaklanan yapıdan hiç ayrılmıyor yazar. Bu da kitaba bir yoğunluk duygusu katmış ki başlayınca sonuna kadar bırakmama arzusunu yaratan da bu yoğunluk duygusu temel olarak. Tüm karakterlerin -kitabın küçük hacmine rağmen- birer hikâyesinin yaratılabilmesi ve temponun hiç düşürülmemiş olması da kitaba ciddi bir katkı sağlamış. Çok sayıdaki karakteri ve olayın karmaşıklığını hayli iyi yöneten yazarın finalde -Agatha Christie’nin Poirot karakterinin yaptığına benzer bir şekilde-herkesin bir arada olduğu bir ortamda tüm olan biteni dedektifine özetletmesi, yarattığı tanıdıklık duygusu ile bir yandan hoş bir tercih olarak görünürken, öte yandan bir parça kolaycılık gibi de duruyor.

Tüm dedektiflerde olduğu gibi, Maigret’nin de analiz yeteneği ve gözlem gücü ile bir suçu aydınlattığı ve suçluları yakaladığı romandan çekilen Renoir filmini Fransız sinemacı Jean-Luc Godard’ın “Tek büyük Fransız dedektiflik filmi” olarak tanımladığını da hatırlatalım ve romanı tüm suç edebiyatı düşkünlerine ve Simenon hayranlarına önerelim gönül rahatlığı ile.

(“La Nuit du Carrefour”)

Ayaşlı ile Kiracıları – Memduh Şevket Esendal

Memduh Şevket Esendal’ın 1934 yılında yayımlanan ve CHP Roman Ödülü’nü de alan romanı. 1980’li yılların sonunda Tunca Yönder’in yönettiği bir TV dizisine de uyarlanan roman önce Vakit gazetesinde tefrika olarak yayımlanmış. Toplam otuz beş bölümden oluşan romanda bu bölümlerin birbirine çok yakın uzunlukları ve her birinde farklı bir “sahne”nin anlatılması, bu tefrika hâlinde yayınlanmanın da bir sonucu olsa gerek. 1930’lu yılların başında Ankara’da geçen roman, süratle değişen (değişmeye çalışan ve aynı zamanda buna direnen) bir toplumda farklı karakterler üzerinden bir mikrokozmos olarak kullanıyor “yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı bir bölüğü”nde oturanları. Ayaşlı İbrahim adındaki karakterin toplu olarak kiralayıp sonra her birini farklı kişilere kiraladığı dokuz odada yaşayan bireylerin ve ailelerin iç içe geçen yaşamları, yazarın “eski”den kop(a)mamış ama “yeni”deki yolunu da henüz tam anlamı ile bulamamış ve bir değerler karmaşası yaşayan bir toplumun yalın bir resmini çizmesinin aracı olmuş.

Kitapta kısa bir biyografinin yanısıra Esendal’ın kendi kaleminden çıkma ve ölümünden sonra dosyaları arasında bulunan, “kendini anlatıyor” başlıklı kısa bir otobiyografi de var. Kısa olsa da (tümü bu kadar mıdır, yoksa kitaba alınırken kısaltılmış mıdır belirtilmemiş), yazarın kendisini üçüncü bir şahsın ağzından anlatır gibi yazdığı bu satırlar kitaba ilginç bir ek olmuş.

Bir bankada çalışan ve Ayaşlı’nın odalarından birinde kiracı olarak kalan baş karakterinin ağzından yazılan romanda, bu adamın yazdığından bahsediliyor ki hem kitabın birinci ağızdan anlatılmasını hem de adamın “yazar”lığını birlikte düşününce, onu yazarın (Esendal’ın) kendisi olarak da düşünebiliriz sanırım. Memduh Şevket Esendal hayli yalın bir üslupla ve çoğunlukla da kısa cümlelerle oluşturmuş romanı ve anlatıcı karakterinin hikâyeyi yazmaktan çok konuşarak dile getirdiğini düşündürecek bir tarzı tercih etmiş. Bu tercihler ve karakter sayısının çok fazla olması, edebî kriterler açısından bakıldığında, romanda bir derinlik eksikliğine ve -doğrudan bu ifade kullanılmasa da bir travesti” olarak görülebilecek eksantrik ressam karakterinde olduğu gibi- bazı karakterlerin sadece yazarın amacına uygun olarak ama hikâyeye bir şey katmadan romana girip çıkmasına neden olmuş sanki. Bir aile gibi iç içe yaşayan ve bir yandan muhafazakâr değerlerini koruyan ama bir yandan da ayrıksı hayatlar yaşayan karakterlerin her birinin farklı kökenleri ve Ankara’ya çöken imparatorluğun farklı noktalarından gelmiş olmaları, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönemdeki heterojen yapısı ile ilgili etkileyici bir resmin ortaya çıkmasını sağlamış.

Klasik anlamda bir olay örgüsü içermiyor roman, bunun yerine çok sayıda karakterin birbiri ile ilişkileri ve bireysel hayatları üzerinden onların yine çok sayıdaki küçük olaylarını anlatmayı tercih ediyor. Bu bağlamda, yukarıda bahsedilen otuz beş bölümün her birinin bu farklı olaylardan birine odaklandığını söylemek bile mümkün. Sonuçta Esendal romanlara özgü büyük bir olayı anlatmaktan çok bir “memleket manzarası” çizmeyi hedeflemiş ve başarmış da bunu. Yalın ama renkli bir şekilde, bu manzaradaki her bir bireyin hikâyesini çekici, rahat ve hızlıca okunabilen ve merak ettiren bir şekilde anlatmanın üstesinden geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz romanın.

Romanın ahlâki yaklaşımında döneme özgü ama bugün o zaman olduğu kadar normal ve doğru görülemeyecek bir problem olduğu söylenebilir. Özellikle kadın karakterler aracılığı ile ortaya çıkan bu durum muhafazakâr bir ahlâk anlayışının izlerini taşıyor ve baş karakterin bir erkek olarak üstelik evli bir kadınla ilişkisi sıradan ve eğlenceli bir durum olarak resmedilirken, romandaki ana kadın karakterler içindeki nadir olumlu olanlardan birinin nikâh öncesi cinsel beraberliği istememesi özellikle -ve onun adına olumlu bir not olarak- belirtiliyor örneğin. Buna karşılık Ayaşlı’nın kendisinin ve kiracılarının hemen tümünün karıştığı yasadışı ve/veya gayri ahlâki işlerin onları özellikle yargılamaya kalkmadan ve çoğunlukla sadece dönemle ilgi bir saptama olarak sergilenmesi bu yaklaşımın tam tersi yönünde bir tercih olarak dikkat çekiyor.

Özellikle Bilgi Yayınevi için yaptığı tasarımları ile bilinen Fahri Karagözoğlu’nun romanın ruhuna çok uygun ve başarılı bir kapak tasarımına sahip olan kitap, önümüze Cumhuriyet’in ilk yıllarından bir Ankara ve Türkiye tablosu getiren ve okunmayı hak eden bir çalışma.

Resim ve Ressamlar – Adrian Sington / Tony Ross

Adrian Sington’un yazdığı ve Tony Ross’un resimlediği kitap, resim sanatının tarihi, ünlü isimleri ve kavramları üzerine oluşturulmuş küçük ve eğlenceli bir eser. TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları – Resimli Cep Kitapları” dizisi kapsamında yayımlanan kitap, alçak gönüllü hacmi ile gençler (ve konuya bir giriş yapmak isteyen yetişkinler) için yazılmış bir eser görünümünde. Fransız ressam Antoine Watteau’nun “Gilles” adlı tablosundaki “üzgün palyaço”nun anlatımı ile oluşturulmuş kitap ve Sington’un kısa ama doyurucu ve eğlenceli metinleri ve Ross’un başarılı çizimleri ile okunması kesinlikle keyif veren bir eser çıkmış ortaya.

Kitapta ünlü eserlerin reprodüksiyonlarının yanısıra Tony Ross’un “büyük ressamlar tarzında” çizerek yeniden yarattığı resimler ve bu resimlerin bir yerinde de kitapta anlatıcı olan Gilles yer alıyor. Örneğin kitabın kapağındaki Bruegel tablosu “Luilekkerland”da bir ağacın altında uzanmış yatan üç karakterin arasına Gilles’i de eklemiş Ross ve onu bu ölümsüz tablonun bir parçası yapmış. Ayrıca her bir başlıkta alıntılara da yer verilmiş kitapta. Örneğin “Mağara Sanatı” bölümünde Fransız şair André Salmon’un bir şiirinden bir bölüm, “Atölyeler ve Çıraklar” bölümünde bir başka Fransız edebiyatçı Anatole France’ın bir metni ve “Renk” başlıklı bölümde Alman edebiyatçı Herman Hesse’den bir alıntı yer alıyor. Bu alıntıların zenginleştirdiği ve resim sanatının kısa bir tarihçesi olarak da görülebilecek olan kitabın hayli estetik tasarımı da resim sanatını sevdirmek, bu sanata teşvik etmek için yararlı bir araç olarak görünen bu eseri değerli kılıyor.

Bizde -orijinal İtalyancasında olduğu gibi- Caravaggio olarak bilinen ressamın kitapta “Le Caravage” adı ile yer alması, eserin Fransızcadan çevirisinin sonucu olsa gerek; ama doğru bir tercih olmamış bu elbette ve bu konuda Türkçedeki karşılığın asıl belirleyici olduğu bir yaklaşımın benimsenmesi gerekirdi. Bu kusuru bir yana, bu cep kitabı hemen okunabilecek ve çizimlerininin kalitesi nedeni ile zaman zaman dönüp yeniden keyifle gözden geçirilebilecek bir eser. Kitabın sonunda çok kısa bir tarihçe (bir tarihçe olmaktan çok, kitabın üslubuna uygun bir özet bu), yine çok kısa bir sözlük, kitaptaki reprodüksiyonları olan tabloların ve bu tabloların segilendiği müzelerin listesi ve metinlere eşlik eden alıntıların parçası olduğu şiirlerin listesi yer alıyor.

Şık tasarımı, şık resimleri ve keyifli metinleri ile resim sanatının dünyasına iyi bir giriş sağlayan, uzmanlar için ise eğlenceli bir hatırlatma aracı olarak değerlendirilebilecek bir kitap bu, özet olarak.

(“Le Livre de la Peinture et des Peintres” – “Painting and Painters”)