Kaçan Ayna – Giovanni Papini

Jorge Luis Borges’in hazırladığı “Babil Kitaplığı” serisinden yayımlanan ve İtalyan yazar Giovanni Papini’nin on ayrı hikâyesinin yer aldığı derleme. Borges’in bir hikâyesinden adını alan dizideki bu derlemenin önsözünde -serideki diğer kitaplarda olduğu gibi- Borges’in yazarı tanıtan ve hikâyeler hakkındaki kısa yorumlarını içeren bir metni de yer alıyor. Gazeteciliği, şairliği ve edebiyat eleştirmenliği de bulunan Papini 1930’lu yıllarda faşizme kaymış ve “İtalyan Edebiyatı Tarihi” adlı eserini Mussoline’ye ithaf edecek kadar da yakınlık göstermişti bu ideolojiye. Rejimle yakınlığının, yasal olarak hak etmediği halde Bologna Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmasını sağlamasının yanısıra başka avantajlar da kazandırdığı yazar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gözden düşmüş doğal olarak ama bu durum İtalyan sağının onun yanında durmasına engel olmamış. Yazarın 1951 yılında yayımlanan ve hayalî röportajlarının yer aldığı “Il Libro Nero – Kara Kitap” adlı eserinin İspanyol diktatör Franco tarafından “komünist” Picasso’nun aleyhinde kullanıldığını düşünürsek, Papini’nin siyasî eğilimlerinin savaştan sonra da pek değişmediği söylenebilir sanırım. Oysa 1910’lu yıllardaki eserlerinde ateist görüşlerini açıkça belirten ve İsa ile Vaftizci Yahya arasında eşcinsel ilişki olduğunu öne sürecek kadar radikal görüşlere sahip bir yazarmış Papini.

Borges önsözde “Papini’nin hak etmediği bir biçimde unutulmuş olduğu”ndan kuşku duymadığını söylerken, bu kitaptaki öykülerin “insanın melankoliye ve alacakaranlığa eğilimli olduğu bir çağın ürünleri” olduğunu belirtiyor. Öykülerin tümünü birinci ağızdan yazmış yazar ve Borges’in ifadesi ile “gerçek görünmesini istemediği” bu eserlerinde kimi ortak temalar kullanmış. İntihar, ölüm, kimlik ve zaman gibi temalar on hikâyede de bir şekilde öne çıkıyor ve bir derleme olan kitabın bütüncül bir içeriğe sahip olmasını sağlıyor. Kimliğinden mutlu olmamak ve/veya yeni bir kimliği arzu etmek, intihar etmek, zamanın durdurulamazlığının neden olduğu hüzün ve melankoli gibi başlıklarla anılabilecek olan öykülerin tamamı hep bir kaybetme duygusunu da getiriyor okuyucunun önüne; bu bağlamda ele alınca da tüm gerçek-dışılığı ve gerilimi kadar ve zaman zaman onlardan da öte bir kırıklık havası ağır basıyor kitapta.

“Havuzda İki Yansı” adlı ilk hikâyede suda kendisine bakan ve kendisinin “7 yıl önceki hâli” olan bir yüzü gören adamın yaşadıkları anlatılıyor. Yazar bu “eski ben”i beğenmez ve hatta küçümserken, “şimdiki ben”in de bir gün “eski ben” olacağını hatırlatıyor okuyucuya. Bu kimlik tartışması bir sonraki öykü olan “Saçma Sapan Bir Öykü”de de ortaya çıkıyor. Kendisine getirilen bir öyküyü okuyan yazar, okuduğunun tamamen kendi hayatı olduğunu ama öyküyü yazanın kendisini hiç tanımadığını fark ediyor ve dehşete kapılıyor. Her iki öykü de yazarın “kendisini öldürmesi” ile sonuçlanıyor ve bu açıdan da bir ortaklığa sahipler.

“Zihinsel Bir Ölüm”, “yaşamın anlamının ölümde, yalnızca ölümde olduğuna” inanan bir adamın “ölmek isteme düşüncesinin zoru ile ölmek” yolu ile intiharını anlatıyor tedirgin edici bir şekilde. “Beyefendinin Son Ziyareti”, Shakespeare’in “The Tempest – Fırtına” adlı oyunundaki Prospero karakterinin bir cümlesine gönderme yaparak (“Sizin düşlerinizin yapıldığı kumaştanım ben”), bir düşün görüntüsü olduğuna inanan bir adamın kendisini düşleyen kişinin kim olduğunu (sahibinin kim olduğunu) sorgulamasını anlatıyor ve yine bir kimlik sorgulamasının izini sürüyor. “Neysem O Olmak İstemiyorum Artık” adlı öyküde de kimlik kavramı, bu kez kimliğin ret edilmesi biçiminde çıkıyor karşımıza ve “bedeninden ve ruhundan kurtulmak isteyen” bir adamı anlatıyor.

“Sen Kimsin?” başlıklı öykü de kimlik kavramı üzerinden ilerliyor ve “Ben, başkalarının kendisi için var olmadıkları biriyim” diyen bir adamın tüm tanıdıklarının birden onu tanımadıklarını söylemesi üzerine kendisine “kimsin sen” diye soran bir adamın trajedisine odaklanıyor. “Ruh Dilencisi” maddî olarak çok zor durumdaki bir yazarın (“ekmek ve şöhret açlığı” çekiyor yazar) “tamamen sıradan bir yaşama sahip” birisine hayatını anlattırmaya çabalamasını sergiliyor. “Başkasının Yerine Canına Kıymak”, İsa’nın insanlık için ölmesine benzer şekilde, arkadaşı için ölen bir adamın gereksiz fedakârlığını anlatıyor.

Kitaba adını veren “Kaçan Ayna” ise insanın yarın için bugünden hazırlanmasını öven bir adama karşı, “Bütün bir şimdinin bir gelecek uğruna feda edildiğini, o geleceğin de şimdiki zamana dönüşeceğini, bir başka geleceğe feda edileceğini…” öne süren yazarın tartışmasına odaklanıyor ve “kaçan ayna” metaforu ile etkiliyor okuyucuyu. Son hikâye olan “Ödenmeyen Gün”; yaşlı bir prensesin sırrını, zamanın geçmesi, kaybolan gençlik, yaşlanma ve ölüm üzerinden çarpıcı bir biçimde anlatıyor ve kitaba sağlam bir kapanış sağlıyor.

(“Lo Specchio che Fugge”)

Macellanya – Jules Verne

Fransız yazar Jules Verne’in ölümünden sonra ve oğlu Michel Verne tarafından değiştirilerek basılan romanı. Michel Verne’in “Les Naufragés du Jonathan – Jonathan Kazazedeleri” adı ile ve bir kısmını yeniden yazarak bastırdığı kitabın Jules Verne’e ait orijinal el yazmaları 1977 yılında keşfedilince, roman hak ettiği şekilde, özgün hâli ile ve Magelannia adı ile basılmış uzun yıllar sonra. TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları” serisi içinde basılan kitap, Jules Verne’in sosyo politik bir manifestosu olarak görülebilir ve yazarın anarşizm ve sosyalizme getirdiği sert eleştiriler açısından dikkat çekebilir. “Ne Tanrı ne efendi”ye inanan gizemli bir adamın romanın sonunda kendini önce zorunlu, sonra gönüllü olarak tam zıt bir noktada bulması, kahramanının bu dönüşümü üzerinden Verne’e fikirlerinin bir çeşit propagandasını yapma olanağı sağlamış görünüyor. Yaşamını hiçbir devlete bağlı olmayan, tamamı ile özgür topraklarda sürdürmeye kararlı ve geçmişi hakkında kimsenin bir bilgisinin bulunmadığı -ve Verne’in de hemen hiçbir ipucu vermediği- gizemli adamın hikâyesi, “coğrafya romanı” olarak tanımlanabilecek bir türde yazılmış ilginç bir kitap ve savunduğu politik düşünceler üzerinden ilginç tartışmalar da yaratabilecek bir eser kesinlikle.

Kitabın çevirisini yapan İsmet Birkan’ın oldukça iyi yazılmış bir Jules Verne incelemesi var romanın başında. Öylesine yazılmış, derinliksiz bir tanıtım yazısı değil bu; Verne’in özgünlüğünü, türler dışı yazsa da neden bilim kurgu içinde değerlendirildiğini açıklayan bu incelemesinde şöyle yazıyor Birkan: “Jules Verne kafasını insana ya da evrene değil dünyaya takmış, demiştik…. “büyük” yazarlar gibi dolaşık olay örgüleri kurup derin karakter analizleri yaparak “insan yaratmak”la uğraşmaz. Okurun merakını diri tutacak kadar “öykü”, son derece kaba hatlarla, siluet hatta karikatür halinde çizilmiş kişilikler, gerisi bilgi…” Bu romandaki karakterler, özellikle de romanın kahramanı -yerlilerin ona taktığı ve velinimet anlamına gelen ismi ile- Kaw-djer karakteri, o denli siluet değiller belki ama Verne burada da olay örgülerinden yaratmıyor romanın gücünü; bir siyasal vasiyetname olarak nitelendirilebilecek eserinde bir koloninin kuruluşu üzerinden siyasî rejim ve özgürlük tutkusu tartışması açarak oluşturuyor eserin çekiciliğini. Birkan’ınki dışında, Fransız Jule Verne Derneği’nin başkanı Oliver Dumas’ın önsözü de yer alıyor kitapta. Yazarın oğlunun orijinal kitapta yaptığı ve ciddi içerik kaymalarına neden olan değişikliklerin de el alındığı bu önsöz, temel olarak eserin kendisine odaklanırken, Birkan’ın yazara odaklı incelemesi ile birlikte bir bütün oluşturuyor ve romana sağlam bir hazırlık sağlıyor okuyucuya.

Bir coğrafya veya bir bilimsel coğrafya romanı bu, tür açısından değerlendirirsek. Romanın geçtiği Macellanya bölgesini (gerçek olmayan bu bölge Güney Amerika’nın güney uç noktasında yer alıyor ve Şili ile Arjantin arasındaki -romanın teması ile de örtüşecek şekilde- egemenlik savaşının da konusu) doğası, jeolojik yapısı ve tüm coğrafî özellikleri ile çok iyi bir şekilde tasvir ediyor Verne ve roman boyunca meydan gelen birtakım olayları da (Jonathan gemisinin batması, kahramanın yerli dostu ve onun oğlu ile kendi küçük gemilerinde bölgedeki adacıklar arasında yaptıkları yolculuklar gibi) coğrafyayı hep aklında tutarak anlatıyor bize. Bunu o denli güçlü bir biçimde yapıyor ki sadece coğrafya meraklılarının değil, ona pek de ilgisi olmayanların bile ilgisini çekecek bölümler var kitapta. Bununla da yetinmiyor Verne ve Portekizli denizci Macellan’dan başlayarak pek çok ünlü denizci, gezgin ve kâşif üzerinden bir keşif tarihi de anlatıyor okuyucuya uzun uzun ve esere bir keşif romanı havası da katıyor böylece. Elbette bu keşif tarihi bir yandan da bir kolonileştirme tarihi ama -yerlilere karşı gösterdiği hümanist tavırdan bağımsız olarak- bu konuya pek değinmiyor Verne. Misyonerlerin bölgedeki çalışmalarını ise övmüyor belki ama bir eleştiri konusu da yapmıyor ve -en azından hedefleri açısından- başarılı ve cesur olarak nitelendiriyor onların gayretlerini.

Kaw-djer’in yerlilerle arası iyi ve bu yerli kabilelerden biri de otuz kadar aileden oluşan “iktidarsız” bir toplum. Romandaki olayların başlangıcından “en fazla 5-6 yıl önce” oraya gelmiş Kaw-djer ve hiçbir ülkenin egemenliği altında olmadığı için yerleşmiş oraya. Bağımsızlık ve özgürlük fikrinin kendisi için her şeyden önemli olduğu ve hakkında kimsenin bir şey bilmediği bu adam, din kurumunu ve Tanrı’yı da işte bu kavramların karşı ucunda gördüğü için reddediyor. Onun, Oliver Dumas’nın “pratik olmaktan çok kuramsal” olarak nitelendirdiği dönüşümü romanın ana temalarından biri olarak çıkıyor ortaya. “Ne Tanrı ne efendi” diyen bir adamın kazazedelere yardım ederken tanıştığı insanlardan (özellikle de dinlerine bağlı bir aile öne çıkıyor burada) ve onlara yardım ederken soyunmak zorunda kaldığı rolden de etkilenerek geçirdiği bu dönüşüm okuyucunun ciddiyetle üzerinde durması gereken bir konu. Belki onlar gibi dindar bir havaya bürünmüyor romanın sonunda ama Tanrı kelimesi kendi günlük diline de giriyor ve Verne’in adeta ideal bir aile olarak onun ve elbette okuyucunun önüne koyduğu Amerikalı aile Kaw-djer’in “toplumsal hayata aykırı” düşüncelerinden -doğrudan dile getirmese de- birer birer vazgeçmesine neden oluyor. Bu ailenin iki çocuğuna çok bağlanması bile Verne’in ona ve bize verdiği bir ders niteliği taşıyor sanki. Özetle, Verne tüm toplumsal düzenlere ve hiyerarşilere karşıt olan ve “anarşist” olarak nitelediği Kaw-djer’i bu düzenlerin gönüllü bir parçasına çeviriyor. Bu açıdan bakınca ve kitaptaki başka öğelerle de desteklendiği gibi, eser Verne’in sosyal ve politik düşüncelerinin hayli açık bir uzantısı olarak değerlendirilmeli.

Kazazedelerin kurduğu koloninin oluşumu sırasında da bu bakışının doğrultusunda ilerliyor Verne ve İrlandalı ve Alman anarşistleri tüm acımaszılıkları, şiddetleri ve saldırganlıkları ile hayli kaba birer kötü karakter olarak çizerken, onların karşısına makul ve dindar kazazedeleri yerleştiriyor; bu karşılaştırmadan bir ders çıkarmamızı istediğini göstermekten de hiç çekinmiyor. Öyle ki sosyalizm eleştirisini yaparken, sadece romanın kurgu karakterleri ve kurgu olaylarından yararlanmıyor; sosyalist düşüncenin tarihteki önemli isimlerinden ve onların cümlelerinden (örneğin Pierre-Joseph Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” görüşü) yola çıkarak bu ideolojiye kendisinin yazar olarak karşı çıkışlarını da bir mutlak doğru olarak yerleştiriyor romana şu bölümde olduğu gibi: “… toplum düzeninin gerekleriyle mutlak çelişki halindeki bu tür fikirlerin yanlışlığını ve aynı zamanda tehlikelerini kavramasını; toplumun ancak toplumsal eşitsizlikler üzerine kurulabileceğini;… mutlak eşitlik ve adaletin bu dünyada mevcut olmasa da hiç değilse ötekinde mevcut olduğunu anlamasını…” Bu ifadeler romandaki bir karaktere değil, anlatıcıya (Verne’e) ait ve yazarın sosyalizm eleştirisinin de açık bir özeti.

Nerede ise mistik bir yaklaşımı da var Verne’in romanda. Örneğin Kaw-djer’in tam da özgür yaşadığı toprakların Şili’ye bağlandığını öğrendiğinde aldığı trajik kararı uygulamaya geçirmek isterken kaza geçiren gemiyi görmesi adeta ona iletilen “kutsal” bir mesaj ve bir görevin hatırlatıcısı. Kazazedelerden birinin onu kazazedelerin karşılarına çıkaranın Tanrı olduğunu söylemesi ve onun da bir parça şaşırarak ama itiraz da etmeden bunu dinlemesi de bu dinsel yaklaşımın bir uzantısı elbette. Benzer şekilde, kolonide kurulan toplumsal düzen için büyük bir tehlike oluşturan altın yataklarının da “iyi insanları yoldan çıkaran şeytan”ın yerine geçtiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.

Verne’in sosyal ve politik düşüncelerinin epey izini taşıyan romanda eleştirilebilecek başka noktalar da var: Şili ile Arjantin’in bölgeyi paylaşma kavgalarında orada yaşayan yerlilerin fikirlerinin sorulmaması hiç eleştiri konusu olmadığı gibi böyle bir “hassasiyet” dile bile getirilmezken, kazazedelerin kurduğu kolonideki beyazların kendi bağımsız (özerk demek daha doğru) düzen talepleri öne çıkarılıyor sürekli olarak. Kolonideki bu insanların kazadan önceki asıl hedefleri olan Afrika’da Portekiz hükümetinin onlara tahsis ettiği toprakların Afrika’nın yerlilerine ait olduğundan ve kolonizmin bir sömürü düzeni olduğundan da hiç bahsedilmiyor romanda. Adı belirtilerek ve sürekli olarak eleştirilen “kollektivizm”in karşısına koyulan kolonideki toplumsal düzenin övgüsünün bir kapitalist düşünce övgüsü olduğu da açık kuşkusuz. “Ne Tanrı ne efendi” söyleminden kendisi bir efendi olmaya doğru ilerleyen ve Tanrı’yı da -en azından- ret etmeyen bir zihiniyete kavuşan Kaw-djer’e şunu sormak gerekli belki de: Şili’nin egemenliğini ret eden bu koloni her geçen gün büyürken kendisi de ileride bir Şili’ye dönüşmeyecek mi? Şili’den bağımsız ama onun toplumsal düzeninden farklı bir düzeni olmayan bu koloniyi ondan farklı kılan ne? Koloninin sahip olduğu özerkliğin tam olarak nasıl bir çekiciliği var?

Verne’in romandaki toplumsal düşünceleri yukarıdakinden çok daha farklı örneklerle ve daha derin karşıt düşüncelerle eleştirilebilir ve eleştirilmeli de. Ne var ki romanı belki de çekici kılan yanlarından biri de bu: Verne işte bu “bilimsel coğrafya romanı”nda okuyucuyu -fikirlerini savunacak olanları da eleştirecekleri de- bu tartışmaya kışkırtıyor bir bakıma. Bu politik içerik bir kenara koyulduğunda ise, iyi yazılmış, çekici bir eser bu ve yazarın edebî büyüklüğünü ve önemini ortaya koyan örneklerden de biri olarak okunmayı hak ediyor bu keyifli roman. Gizemli kahramanı Kaw-djer ise Jules Verne külliyatının içindeki önemli karakterlerden biri olarak esere ek bir çekicilik katıyor.

(“En Magellanie”)

Gece Yarısı Kapı Çalındı – B. Traven

Gerçek kimliği hâlâ bilinmeyen ve Alman olduğu tahmin edilen B. Traven’ın tek bir hikâyesini içeren bir kitap. Orijinal adı “Midnight Call” olan ve “The Night Visitor and Other Stories” adlı kitapta yer alan eser, “Effective Medicine” ve “Reviving the Dead” ile birlikte yazarın kahramanı “doktor” olan öykülerinden biri. Türkçe çevirisindeki adı gibi bir gece yarısı kapının çalması ile başlayan hikâye, Meksika’da yaşayan bir yabancının (“gringo”nun) doktorlukla ilgisi olmadığı hâlde, bir hastayı tedavi etmesi için eşkıyalar tarafından çağrılması ile gelişen olayları anlatıyor.

Uzun hikâye olarak nitelendirebileceğimiz öykü, Traven’in diğer eserlerinde de rastladığımız temaları içeriyor. Birinci ağızdan anlatılan hikâyede, geçmişinin epey maceralı olduğu anlaşılan, şimdi Meksika yerlileri ile birlikte yaşayan ve bir yazı makinasına sahip olan (karakterin yazarlığına ya da kendi de karakteri gibi Meksika’da yaşayan yazarın kendisine bir gönderme mi olduğu açık değil) gizemli adamın hikâyesinde, yazarın eserlerinde hep rastlanan kapitalizm eleştirisi ve Batı’nın “geri kalmış ülkeler”i sömürmesi kendisine bir öykünün sınırları içinde de olsa yer bulmuş. “Buyrukları, daima silahı taşıyan kimse verir” bölümünde olduğu gibi alaycı bir yaklaşımın izinin de yer aldığı hikâye, temel olarak, bir yandan eşkıyalardan bir yandan da onların peşindeki güvenlik güçlerinden kendisini korumaya çalışmasını anlatıyor kahramanının ve bunu keyifle okunan satırlarla yapıyor.

(“Midnight Call”)

Yarının Tarihi – Jean Fourastié / Claude Vimont

Fransız ekonomistler Jean Fourastié ve Claude Vimont’un birlikte yazdıkları kitap, yazarların ifadesine göre, “son elli yıldır temel sorunlar olarak görünmüş olan nüfus ve ekonomi sorunları”na odaklanan bir inceleme. İlk kez 1956’da basılan kitap bizde 1968 baskısı temel alınarak 1975 yılında yayımlanmış. Dolayısı ile günümüzden elli yıl önce yayınlanmış ve “Yarının Tarihi” başlığını taşıyan bir inceleme belki eskimiş görünebilir ama aslında tam da bu “eski”liği nedeni ile okunması ilginç bir çalışma bu. Elli yıl öncesinde sorun olarak görünen olguların ve çözüm önerilerinin nasıl değiştiğini/değişmediğini görebilmek için iyi bir düşünme alanı sağlayan kitap, dünya nüfusunun 3 milyarın biraz üzerinde olduğu günlerin gerçekleri üzerinden yarın ile ilgili tespitler ve öneriler içeriyor; bugün dünya nüfusunun 7.6 milyar olduğunu düşünürsek bu tespit ve önerilerin nüfusun iki katından fazlasına çıktığı bir dünyadaki geçerliliklerini gözden geçirmek meraklısı için epey keyifli olabilir.

Giriş yazısına “Yarın bolluğa kavuşacak mıyız, yoksa insanlar 2000 yılında savaştan ölecekler mi” diye başlamış yazarlar ve yarın ile ilgili -nüfus artışının sonuçları açısından- iyimser (nüfus artış hızının yavaşlayacağına ve teknik gelişmenin verim artışı sağlayacağına inananlar) ve kötümser (nüfus artışının boyutları değişmeyen bir dünyada açlığa neden olacağını düşünenler) bakışlar üzerinden ifade etmişler düşüncelerini. Kötümserlerin 2000 yılında nüfusun 7 milyarı bulmasını beklediklerini, buna karşılık dünya nüfusunun 2000 yılında 6.1 milyar olduğunu düşünürsek -nüfus açısından- kötümserlerin endişelerinin haksız çıktığını söylemek mümkün ama elbette kitapta ele alınan ana konu nüfusun kendisi değil sadece. Aynı sayı için BM’nin 1958’de yaptığı tahminin daha isabetli olduğunu (6.7 milyar) ama onun bile gerçekleşen sayıdan 600 milyon fazla olduğunu da belirtelim.

İncelemedeki kimi istatistikleri bugünkü değerler ile karşılaştırmak, yazarların kitap boyunca korudukları ve genellikle iyimser olarak nitelendirilebilecek bakışlarını destekliyor. Örneğin Fransa’da 1965 yılında “doğumda beklenen yaşam süresi” 67.5; aynı değer bugün BM’ye göre 81, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 82 olmuş durumda. Yazarların “teknik gelişme” olarak ifade ettikleri tüm yeniliklerin de -onların öngördüğünden de- hızlı bir şekilde insan hayatına katkı sağladığını görüyoruz günümüzde. Buradaki asıl sorun -yazarların da vurguladığı gibi- zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasında açılan uçurum. Bu giderek artan farkın nedenleri olarak yoksul ülkelerdeki daha hızlı olan nüfus artışını ve teknik ilerlemelerin yetersizliğini gösteriyor Jean Fourastié ve Vimont ikilisi. Burada kritik nokta, yoksul ülkelerin bu problemlerinin tamamen kendi eylem ve yaşayış şekillerinden kaynaklandığını öne sürmeleri. Örneğin “az gelişmiş ülkelerin ilerlemesine gerçek engel, parasal ya da teknik düzlemden çok, insansı, felsefel, törel ya da dinsel düzlemdir” diyorlar. Sonuç bölümünde ise şöyle yazıyorlar: “… yoksul uluslar(ın) Batı’nın gücünü sömürgeciliğe ve emperyalizme yükledikleri… oysa bizim gücümüzü sömürgeler oluşturmadı; tersine gücümüz, teknik ilerlemenin sağladığı gücümüz, bizi bu gücü kötüye kullanarak sömürgeler ele geçirmeye yöneltti.” Emperyalizm ve sömürgeciliğin neden değil, sadece sonuç olduğunu çok kesin bir biçimde ifade ediyor yazarlar ama bu fazlası ile liberal bakışın aksine, Batı’nın zenginliği -boyutu zamana ve koşullara bağlı olarak azalıp artmakla birlikte- emperyalizm ve sömürgeciliğin de sonucu olarak oluştu elbette. “Kapitalist ekonomili ülkelerde, ilerlemeye iten temel neden, yarışma ile ilerlemeye olan inançtır. Yarışma, işletmelerden daha iyi ya da ucuz bir ürün yapmak ya da satmak ve böylece pazarın daha büyük bir bölümünü ele geçirmek isteği…” ve “Reklamcılık, bilimin bulduğu yeni ürünlerin ve yeni düşüncelerin yayılmasını sağlar” gibi ifaderle rekabet ortamının ve bugün geldiği noktada asıl amacı tüketicinin ihityacını en iyi/doğru şekilde karşılamak değil, “tüketicide ihtiyaç yaratmak” olan reklamcılığın övülmesinin yazarların politik görüşleri ile tutarlı ama eleştirilmesi gereken ifadeler olduğunu da belirtelim.

“Doğu kavrayışı geleneksel biçimi içinde her türlü ilerleme düşüncesini dışta bırakır; Batı kavrayışı ise tersine toplumsal ve ekonomik ilerlemeyi benimser…” diye belirten yazarlar “İnsani Yardım” bölümünde Türkiye’nin Köy Enstitüleri deneyimini çok hatırlatan bir yöntemden bahsediyorlar ilginç bir şekilde. Zengin ülkelerin sorunlarını ele aldıkları bölümde, işsizlik, aşırı üretim ve zor kullanarak pazarlar aramak gibi sorunları “sahte” sorunlar olarak nitelendiriyorlar (sahte kelimesini tırnak içinde kullanmış yazarlar kitapta). Bu sorunların tümününün çözülebilirliğine oldukça iyimser denebilecek bir bakışla bakıyor yazarlar ama bahsettikleri tüm sorunlar, aradan geçen elli yıldan sonra varlıklarını aynen koruyorlar. Kapitalizmin doğasında yer alan krizlere ve bu krizlerin neden olduğu bireysel ve toplumsal yıkımlara hiç değinmeyen kitap, BM’nin hazırlayacağı ve yöneteceği bir programın (teknik ve insani yardım programı) yoksul ile zengin ülkeler arasındaki “ekonomik ve siyasal kopma”yı oldukça azaltacağına inanıyorlar ama en azından günümüzde pek de gerçekleşmiş bir durum değil bu. Kaldı ki sorun sadece ülkeler bazında değil elbette; ülkelerin içindeki zengin ve yoksul sınıflar arasındaki ekonomik kopmadan pek bahsedilmiyor kitapta ama sadece şu istatistik bile sınıflar arasındaki uçurumun nasıl büyüdüğünü gösteriyor bize: OECD ülkelerinde 2015 yılında en zengin %10’un geliri en yoksul %10’un 9.6 katıyken, bu oran 1980 yılında %7 civarındaymış. Leonard Cohen’in “Everybody Knows” şarkısında söylediği, gibi yoksulun yoksul kaldığını, zenginin -daha da- zenginleştiğini herkes biliyor sonuçta. Sorun buna nasıl yaklaşacağımız ve çözümü nerede aradığımız…

(“Histoire de Demain”)