Kaptan – Marcel Desailly

Fransız futbol yıldızı Marcel Desailly’nin otobiyografisi. Fransa millî takımının forması ile 1998 Dünya Kupası’nı ve 2000 Avrupa Şampiyonası’nı, Marsiya ve Milan formaları ile Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Gana asıllı bu ünlü futbolcu, otobiyografisini Fransız gazeteci Philippe Broussard’ın yardımları ile hazırladığını söylüyor ve önsözde şöyle diyor: “Bu kitap hayatlarımı anlatıyor. Bütün hayatlarımı: Fransız Desailly’nin; Afrikalı Desailly’nin; futbolcu Desailly’nin ve daha özel olan, güzel olduğu kadar üzücü de olan benim hayatımı.” Kitabı, annesini ve -aynı anneden olan- kardeşlerini kendisi ile birlikte Gana’dan Fransa’ya götüren ve “beyefendi” olarak adlandırdığı Fransız diplomat ile annesine ithaf etmiş ünlü futbolcu ve hem modern dünyadaki bir futbol yıldızının hayatından hem de genel olarak futbol dünyasından hayli içeriden oluşturulmuş izlenimler ile dolu, okunması keyifli bir eser koymuş ortaya. Desailly, kitabı otuz üç yaşındayken ve futbolculuk kariyeri henüz devam ederken yazmaya başlamış. Nantes ile başlayıp, Marsilya ve Milan ile devam eden ve daha sonra Chelsea ile devam eden kariyerinde bu İngiliz takımında top koştururken yazılmış kitap ve bu nedenle pek çok yıldız futbolcunun kariyerinin son durağı olan Katar’da iki ayrı kulüpteki son futbolculuk günlerini ve emeklilik sonrasını kapsamıyor. Hayli iyi ve içten yazılmış bir önsöz ve hemen başlarda vurguladığı detaylarla (isminin hayli “antika” bir Fransız ismi olması ama kendisinin Afrika kökenli olmasındaki ironi gibi) samimi bir giriş ile başlıyor kitap ve Desailly samimiyetini -en azından bizimle paylaştığı kadarı ile- hep koruyor takip eden sayfalarda.

Desailly kitabında özellikle kökenleri başta olmak üzere ve magazin boyutlarına hiç uğramadan özel hayatından da bahsediyor bize -ve olması gerektiği gibi- bu paylaşımları kendi karakteri, hayatı, kültürü, kökenleri ve futbolculuk kariyerini şekillendirenlerle kısıtlı tutuyor. Gerçek adı Odenkey olan futbolcunun hayatını şekillendiren tesadüf (bir Fransız diplomatın daha önce evlenmiş ve boşanmış, “gayrimeşru” çocuğu olan bir Ganalı kadına aşık olup onu ve ailesini Fransa’ya götürmesi) okunması hayli keyifli bir kitaba kaynaklık eden bir müthiş hikâye yaratmış ve futbolla pek ilginiz olmasa da bugün dünyanın -maalesef- en büyük endüstrilerinden birine dönüşmüş olan bu spor dalının mekanizmaları ve o mekanizmaların en önemli parçası olan, ün ve para bolluğu içinde yaşayan yıldızların hayatları ile ilgili bu kitabın doğmasına neden olmuş. Dört yaşında geldiği Fransa’yı hep asıl vatanı olarak gören ve kendisini her zaman Fransız hisseden futbolcunun, yaşı ilerledikçe ve hayatı ile ilgili sorgulamaları başladıkça Ganalı kökenlerini de keşfetme arzusu duyması ve iki kimliğini -Fransız olan “doğal olarak” ağır basmakla birlikte- bütünleştiren bir noktaya gelmesini içten bir şekilde anlatıyor Desailly. Potansiyeli yüksek bir oyuncuyken genç yaşta bir trafik kazasında ölen ağabeyi Seth’in cenazesi veya yıllar sonra ilk kez gördüğü Ganalı gerçek babasının daha tanışır tanışmaz kendisinden finansal yardım istemesi gibi örnekler üzerinden Fransız ve Ganalı (aslında daha genel olarak Afrikalı) olmanın farkları üzerine de sık sık düşünmüş Desailly ve anlamaya çalışmış bu farkları ve çoğunlukla da uzlaşmış bu iki kültürü birbirinden ayıran unsurlarla.

Formasını giydiği tüm kulüplerin kendilerine özgü kültürleri üzerine de yazan futbolcu hem bu kültürler hem de genel olarak futbol dünyası için aslında hayli şanslı bir dönem de top koşturmuş. Tanığı ve parçası olduğu dönem epey malzeme sağlamış futbolcuya: Fransız millî takımı ile kazandığı büyük kupalar ve bu dönemin hemen öncesinde takım içindeki problemler, Fransız millî takımının ve millî marşının kendi sahasında Cezayir asıllılar tarafından protesto edilmesi, Marsilya’da oynarken kulübün başkanlık koltuğunda ünlü iş adamı ve politikacı Bernard Tapie’nin olması (aralarında Desailly’nin de takımda olduğu dönemdeki şike olayı olmak üzere pek çok yasa dışı işe bulaşan hayli popüler bir isim) ve Milan’da oynarken de kulübün başkanlığını bir başka popüler ve yine yasa dışı işlere bulaşan Silvio Berlusconi’nin (yine bir iş adamı ve politikacı!) yapması gibi unsurlar ciddi bir malzeme sağlıyor kitap için ve bunları da akıllıca ve özenle kullanmış Desailly kitabında.

Kitapta Desailly’nin kendisi ile ilgili çizdiği resim üzerinde de durmak gerekiyor; samimi ve dürüst bir bir dil kullandığını hissediyorsunuz ve kendisini bir kahraman (ya da bir yıldız) olarak resmetmekten kaçınıyor Desailly. Onun kendisi ile ilgili çizdiği resmin doğruluğuna güvenirsek -ki aksi için bir neden yok-, şunu kabul etmemiz gerekiyor ki tespitleri ve eleştirilerinin doğruluğuna katılacağınız futbolcu eleştirdiği gerçeklerle ilgili bir aksiyon içinde olmamış hemen hiç. “Sahte ortam”, “züppelik”, “sürekli para hakkında konuşmak” gibi ifadeleri sıklıkla kullanıyor futbol dünyası için ama bunu gerçek anlamda ne kadar eleştirdiğini anlamakta zorlanıyorsunuz. Futbolun endüstrileşmesinin bu sporun güzelliği ve doğasındaki paylaşma ve dayanışma duygusunu aslında yok ettiğini ve onu masum bir oyundan tehlikeli bir rekabete dönüştürdüğünü söylemeye kadar yaklaşıyor ama bunu asla net bir şekilde dile getirmiyor Desailly. Olimpik Marsilya’da oynarken yaşananlarla ilgili olarak bir yerde şunları yazıyor: “Tepki vermen, tavır koyman, kendin gibi kalman gerekirdi; ilkelerin ve gelişmen uğruna yöneticilerin dalaverelerine karşı gelmen gerekirdi dediğinizi duyabiliyorum. Futboldan başka hiçbir yeteneği olmayan, Fransa şampiyonu ve 1991 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde oynamaktan başka hiçbir sıfatı olmayan yirmi dört yaşındaki hangi insan tüm bunları yapabilirdi?” Burada gençliğini gerekçe olarak öne süren futbolcu, kitabın ilerleyen bölümlerinde “otuz yaş bunalımı”nı anlatırken ise şöyle yazıyor: “Futbol, insanları yaşlandırır. Futbolcular daha on beş yaşındayken olgun insanlar olurlar.”

Sık sık bir savunma yapma ihtiyacı hiseetmiş Desailly: “…herkes kendi canını kurtarmaya, kendi rolünü oynamaya çalışıyordu. Pek az kişi farklı davranmaya cesaret edebiliyordu. Ben, basit bir savunma oyuncusu olduğum bu grubun içinde göze batmamayı seçtim, buna sığındım.” (Marsilya’nın karıştığı şike olayı) gibi sözlere sıkça rastlanıyor kitapta. Kendisine hiç sorulmadan Marsilya’dan Milan’a satıldığında “hayatının değiştirildiğini” ama “bunun kendisine telefonda ve hiç önemli bir şey değilmiş gibi söylenmesi”ne bozuluyor ama bundan bahsettiği bölümü “Yine de… Milan!.. Milan! Milan!” ifadesi ile bitirirken mutluluğunu gizlemiyor. Bir yandan köle pazarında satılığa çıkarılmış muamelesi görmekten şikâyet edip, satıldığı yeni sahibi ile gurur duymak bir çelişki kuşkusuz. Bu çelişki elbette sadece ona özgü değil, bir yandan konumunun getirdiği ünün ve paranın tadını çıkarıp, diğer yandan bundan bunalmak ama bu duruma neden olan sistemi hiç sorgulamamak hemen bütün popüler isimlerin karşı karşıya kaldığı bir ikilem kuşkusuz. Bu sistem içinde kalıp -en azından bir şekilde- sistem dışı davranan futbolucular da var; örneğin Brezilyalı Sócrates veya Sırp Ivan Ergić, futbol dışındaki birikimleri, içinde bulundukları sistemi açık bir şekilde eleştirebilmeleri, politik olmaktan çekinmemeleri ve konumlarını/kazandıklarını bağış vs. gibi “risksiz” yardım faaliyetleri dışında da kullanmaları ile çok daha farklı bir yerde duruyorlar.

Kitabı okuduktan sonra gerçekten de futbolun sadece futbol olmadığını, hatta futbolun her şey olduğunu anlıyorsunuz bir kez daha. Kapitalizmin/sermayenin bu derece önemli bir ilgi ve heyecan kaynağını başıboş bırakması elbette mümkün değil; hem yarattığı rant nedeni ile hem de milyonlarca insan bir araya geldiğinde oluşacak güç sisteme karşı bir “tehlike” oluşturabileceğinden. Marcel Desailly’nin samimi bir dil ile yazdığı kitap -asıl amacı bu olmasa da- işte bu gerçeği hatırlatması ile de önem taşıyan bir kitap. Bundan belki daha da önemli olan ise, kitabı kaleme alanın futbol sevgisini ve futbola ve hayata masum bakışını her satırda hissediyor olmanız.

(“Capitaine”)

Eğil Dağlar (İstiklâl Harbi Yazıları) – Yahya Kemal Beyatlı

Yahya Kemal Beyatlı’nın Kurtuluş Savaşı üzerine ve çoğunluğunu savaş sırasında yazdığı yazılardan oluşan bir derleme. Yaşarken hiçbir kitabı yayımlanmayan Yahya Kemal’in bu kitabı da ilk kez 1966 yılında basılmış. Adını, yazarın kitaptaki birkaç farklı yazısında değindiği bir asker türküsününden (“Eğil dağlar eğil üstünden aşam / Yeni tâlim çıkmış varam alışam”) almış olan eserdeki yazıların büyük bir kısmı Ağustos 1919 ile Ocak 1925 arasında kaleme alınmışlar ve “İleri”, Tevhîd-i Efkar” ve “Hâkimiyet-i Milliye” gazetelerinde yayınlanmışlar ilk olarak. Kitaba ayrıca Yahya Kemal’in Fazıl Ahmet Aykaç’a yazdığı 1928 tarihli bir mektuptan bir bölüm ve yazarın adını taşıyan enstitünün arşivinden alınmış ve tarihi belirtilmemiş iki yazı daha eklenmiş Kurtuluş Savaşı ile ilgileri nedeni ile.

Takdim yazısında kitabın 2005 tarihli bu baskısı için yapılan hazırlıklardan ve önceki baskılar için yapılan çalışmalardan, özellikle de Nihad Sami Banarlı’nın Yahya Kemal Enstitüsü kapsamındaki özenli araştırmalarında bahsediliyor. Enstitü adına Kâzım Yetiş’in kaleme aldığı yazıda, kitaptaki yazılarda yer alan eski kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarının “yayıncının yaptığı ısrarlı talep” üzerine sayfa sonlarına eklendiği belirtilmiş. Buradaki “ısrarlı” vurgusu enstitünün bu durumdan çok da hoşnut olmadığını ima ediyor ki bunu anlamak güç açıkçası; çünkü yazıldıkları tarihin doğası gereği metinlerde günümüzde hemen hiç kullanılmayan eski kelimeler ve Arapça/Farsça terkipler bolca yer alıyor ve bir sözlük olmadan kitabın potansiyel okuyucuları için yazıları tam anlamı ile sindirerek okumak pek mümkün değil. Neyse ki eklenen açıklamarla ilgili de iki sorun var: Birincisi, kelimelerin sadece ilk geçtikleri sayfada açıklanması ve tekrarlanması durumunda da sayfa numarası verilerek okuyucunun bu ilk sayfaya yönlendirilmesi. Okumayı güçleştiren bu durum herhangi bir yer tasarrufu da sağlamıyor çünkü zaten bu yönlendirme için bir yer ayrılması gerekmiş. Bir başka problem ise bazı eski kelimeler için herhangi bir açıklama yapılmamış olması.

Yahya Kemal’in kitaptaki yazılarının Mustafa Kemal tarafından okunduktan sonra kesilip saklandığı ve görüştüklerinde yazara bundan bahsedildiği biliniyor. Yazarın sonraki yıllardaki politika ve diplomasi hayatının ilk izlerinin yer aldığı yazılar ortak temalar üzerinden ilerliyor. Türk halkının kurtuluş mücadelesini, ordusunu ve Mustafa Kemal’i destekleyen ve millî duyguların -doğal olarak- ağır bastığı yazıların yanısıra İstiklâl Savaşı sırasında Yunan devletinin yaptıklarına ve planlarına karşı hayli sert söylemler de yer alıyor. Bu söylemlerdeki ifadeler bugün fazlası ile sert ve aşağılayıcı görünüyor. Yunanistan’ın ülkesini kurmak dahil tarihinin her aşamasındaki eylemlerini büyük devletlerin arkasına sığınarak gerçekleştirdiğini söylerken, hak etmediği şeyleri şımarık bir çocuk tavrı ile sürekli ağlayarak talep eden bir ülke profili çiziyor okuyucuya yazar. Venizelos ile Yunan kralı arasındaki çekişmeler, Yunanistan’ın İstanbul’daki Rum basını ve diğer gazeteler aracılığı ile yaptığı propaganda veya Türklere karşı giriştiği ve kaybetmekte olduğu savaş nedeni ile bozulan ekonomisi yazılarda sıkça ele alınmış ve milliyetçi söylemlerin düşmanı olarak konumlanmış Yunanistan. Elbette haklılık payları var bu ifadelerin ve bu pay da oldukça çok kuşkusuz. Ne var ki “… asker ve erkek bir kavim olmadıkları için…” veya “… ayıptan da zerre kadar utanmazlar” gibi ifadeler -dönemin koşulları gereği anlaşılabilir olsa da- fazlası ile sert yargılar şüphesiz ki. Yahya Kemal, Fransız yazar Edmond About’un Yunanistan ve Yunan halkı hakkındaki iki kitabına da sık sık göndermelerde bulunuyor eleştirileri ve aşağılamaları sırasında.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen Paris Konferansı’ndan başlayarak savaşı galip bitiren devletlerle ve Yunanistan’la yapılan tüm görüşmeleri de yazılarının kapsamına çokça almış Yahya Kemal ve bu bağlamda özellikle bir husus üzerinde sürekli durmuş. İzmir ve Edirne’nin yeni kurulan Türk devletine verilmesinin şart olduğunu ve ancak bu durumda Avrupalılar için Doğu’da kalıcı bir barıştan söz edilebileceğini öne sürüyor Yahya Kemal. Türklerin fetih yapmayı değil, yeni ve küçük devletlerinde sulh içinde yaşamyı istediğini ve “kutsal” bir önemi olan istanbul’u ve Edirne’yi savaştan uzak tutacak olmalarının bunun garantisi olduğunu yazıyor.

Yahya Kemal’in yazılarındaki bir diğer ortak tema Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş ki saltanattan Türk milliyetçiliğine geçiş olarak da ifade ediyor bunu yazar. “İspat etti ki bir zaman bir aşiretten cihangirane bir devlet çıkaran bu millet o cihangirane devletten bugün bir Türk vatanı çıkaracak kudrettedir. Bir nesil evvelkilere mevhum (gerçekte var olmayıp zihinde tasarlanan) saltanat tatlı bir hayal, milliyet esasları üzerinde bir Türk milliyeti acı bir hakikat görünüyor. Bugün biz o mevhumeye acı hayal, Türk devletine tatlı hakikat diyoruz.” diye yazıyor örneğin ve “Osmanlı” ile “Türk” tanımlarının farklılığı üzerinden dile getiriyor fikirlerini: “Osmanlı doğrudan doğruya kapu halkı, padişahın hizmetinde olanlar, hükûmet adamlarıydı… Osmanlı, Âl-i Osman’a vazife ile bir nispeti ifade ederdi.”, “Ancak ahir zaman ulemasının Osmanlılık hulyasında bizler, biz Müslümanlar yandık. Son asırda kaybettiğimiz en mühim şey bu millî idraktir” cümleleri ile Osmanlılığı ve sonucunu tanımlarken, Türklüğün tanımı olarak ise şöyle yazıyor: “Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telâkki eden, Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurlarının Kurûn-ı Vustâ’dan (Orta Çağ) beri terkibiyle vücut bulmuş bir millettir.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve bir ulus devlet anlayışının öne çıkarılması ile uyumlu söylemler bunlar kuşkusuz.

Anadolu’da savaşan orduyu islâmın ordusu diye tanımlayan Yahya Kemal’in yazılarında din de kendisine yer buluyor sık sık ve 10 Mayıs 1921 tarihli yazıdaki üç farklı ramazan algısında olduğu gibi dinsel duyguların kurtuluş savaşındaki ana motivasyon kaynaklarından biri olduğunu söylüyor. Savaş sonrasına ve dış politikaya da değiniyor yazar ve sonraki siyaset ve diplomasi hayatına hazır gittiğini kanıtlıyor. Yeni kurulan devletin “eski Türk ruhunun bakiyesi” olmadığını ve “yeni bir Türk ruhu” üzerine inşa edileceğini söyleyen; saltanatı “kemiyet” (nicelik), cumhuriyeti ise “keyfiyet” (nitelik) kelimeleri ile tarif eden Yahya Kemal’in, İstiklâl Savaşının o sırada İstanbul’da yaşayan bir aydının kaleminden günlüğü olarak da görülebilecek kitap, taşıdığı belge niteliği ile de önemli bir eser kuşkusuz.

Maigret Arizona’da – Georges Simenon

Belçikalı yazar Georges Simenon’un komiser Maigret’yi konu edindiği kitaplarından biri olan “Maigret Arizona’da”, yazarın Nazilerle “işbirliği” yaptığı gerekçesi ile hakkında yürütülen soruşturma yüzünden 1945 yılında gittiği ABD’de yazdığı bir roman. 1955 yılına kadar Avrupa’ya geri dönmeyen yazarın verimli çalışma temposu ABD ve Kanada’da da devam etmiş ve aralarında Maigret serisine ait olanlar da dahil olmak üzere pek çok roman ve hikâye yazmıştı Simenon. Bu romanın diğer Maigret eserleri ile kıyaslandığında çok önemli bir farkı var: Kahramanını Arizona’da bir duruşma salonuna sokuyor yazar ve genç bir kızın ölümü ile ilişkisi olduğu düşünülen beş askerin “ön soruşturma”sını izletiyor ona. Pasif konumu nedeni ile soruşturmanın/duruşmanın doğrudan bir parçası olamıyor Maigret ve her ne kadar herkesten öne suçluyu keşfetmiş olsa da hikâyenin asıl kahramanı olmuyor.

Hakkında yürütülen soruşturma sonucunda -pratikte işlemeyen- bir cezaya çarptırılmış Simenon ve beş yıl boyunca bir kitap yayımlaması yasaklanmış. Bu soruşturmadan uzaklaşmak için gittiği ABD’de, kendisinin de bir süre yaşadığı Arizona’da geçiyor hikâye. Bu ülkede mesleği ile ilgili bir inceleme gezisinde bulunan Maigret kendisi ile ilgilenen FBI ajanının işi nedeni ile onun bir süre yalnız bırakması üzerine oyalanmak için girdiği bir mahkeme salonunda yürütülen bir soruşturmayı takip ediyor. Altı jüri üyesinin yer aldığı soruşturmada jürinin kızın ölümünün bir cinayet sonucunda olduğuna karar vermesi durumunda asıl ceza mahkemesi başlayacak. İşte Maigret bu ön duruşmaları tıpkı mahkeme salonundaki izleyiciler gibi pasif bir konumda takip ediyor ama duruşma aralarında baş şerif, şerif yardımcısı veya ölen kızın kardeşi gibi karakterlerle diyalog kurarak resmî olarak olmasa da işin bir parçası oluyor. Dolayısı ile hikâyedeki heyecan veya gerilim, sadece ortada bir suçlu olup olmadığı (bir cinayet işlenip işlenmediği) ve bir cinayet oldu ise bunu kimin işlediğinin keşfedilmesi üzerinden yaratılıyor. Hikâyede “eksik” olan Maigret’nin dedektiflik becerisinin yerini ise onun yaptığı gözlemler üzerinden üretilen bir ABD incelemesi ve ABD ile Fransa’nın karşılaştırılması alıyor.

Eleştirmen Jack Edmund Nolan’ın “Anti Amerikalı” olarak tanımladığı kitapta Maigret üzerinden bu ülkeyi anlamaya çalışıyor Simenon. Kitabın sonuna düştüğü nota göre Temmuz 1949’da tamamlamış kitabı Simenon ve dört yıldır bulunduğu bu ülkenin gerçeklerini bu romana yedirmeye çalışmış. Sonuçta gözlemler ve değerlendirmeler kısa bir bir dedektiflik romanının (belki daha doğru bir ifade ile, bir duruşma romanının) boyutunun ötesine geçmiyor ama yine de dönemin ABD’si için bir Avrupalı yazarın sözleri önem taşıyor kuşkusuz. Şerif yardımcısı olan çiftlik sahiplerinin birlikte bir suçluyu yakaladığının söylenmesi üzerine Maigret’nin “Fransa’da çevrede oturan insanlar suçludan ziyade polisi durdurmaya çalışırlardı.” demesi veya komiserin FBI ajanı Cole’un her zaman “çevik, dinç ve içinden geldiği belli olan keyfiyle” karşısına çıkmasının sırrını anlamaya çalışırken şu yargıya varması bu anlama çabalarının göstergeleri: “Bu, hiç kâbus görmeyen, kendisiyle ve başkalarıyla barışık bir adamın huzurlu neşesiydi… Maigret’yi çileden çıkaran da buydu işte. Bu tavır ona çok iyi yıkanmış, çok iyi ütülenmiş tertemiz bir giyisiyi düşündürüyordu… aslında onların da bütün insanlara özgü o sıkıntıları bildiklerinden ama utandıkları için böyle neşeli göründüklerinden kuşkulanıyordu.” Maigret’nin “Her şeyleri olan insanların yaşadığı bu ülkede yolunda gitmeyen neydi?” veya “Bazen insan hazır bir giysinin içinde sıkıldığını… hisseder ve öyle bir an gelir ki artık bu sıkıntıya tahammül edemeyip üstündekileri yırtmak ister” gibi cümlelerle ifade ettiği düşüncelerini, onun takip ettiği soruşturmanın parçası olan beş askerin davranışlarını anlatmak için de kullanıyor sanki Simenon.

1981 yılında Maigret’nin maceralarından uyarlanan bir TV dizisinin bir bölümüne kaynak olan romanı Simenon izlediği bir duruşmada dinlediklerinden ilham alarak yazmış. Bazı eleştirmenler romanı ABD’nin Güney Batı bölgesinin başarılı bir resmi olarak tanımlarken, kimileri de Maigret karakterinin Paris dışındaki bu macerasını kahramanını çoğunlukla gözlemci konumda tutması nedeni ile yeterince çekici bulmamış. Maigret’nin kendisi için söylediği “Burada ne işi vardı?” cümlesi de bunu işaret ediyordur belki. Bu son değerlendirmede bir haklılık payı var ama sonuçta kahraman o olmasa da ortada nedeni araştırılan bir ölüm var ve Simenon okuyucuyu akıcı kalemi ile kızın akıbetinin nedeni ve bir cinayet oldu ise suçlunun kim olduğu konusunda merakta tutmayı başarıyor. Bunu yaparken, karakterler ve davranış özellikleri üzerinden ABD’yi de anlamaya ve anlatmaya çalışıyor bize ek bir keyif kaynağı olarak.

(“Maigret Chez le Coroner”)

Son Yaya – Ray Bradbury

Amerikalı yazar Ray Bradbury’nin beş ayrı hikâyesinin yer aldığı bir derleme. 600’ün üzerinde kısa hikâyesi olan, ayrıca romanları ve senaryoları da bulunan yazar, diğer türlerde de eserleri olsa da, daha çok “spekülatif kurgu” olarak adlandırılan türün ustası olarak biliniyor. Bilim kurgu, korku, ütopik/distopik kurgu gibi başlıkları barındıran bu türde her biri birbirinden çekici eserler üreten Bradbury’nin bir yazar olarak en önemli özelliği, hikâyelerinde her zaman insan unsurunu öne çıkarması. Bu derlemede yer alan beş eserde de kendisini gösteriyor bu unsur ve ister bilim kurgu ister doğaüstü türünden bir hikâye olsun, tümünde insan ruhunu ve karakteristiklerinin izini bulabiliyorsunuz. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insan her zaman ön planda bu hikâyelerde ve Bradbury diğer tüm unsurları, bir distopik ortamı veya bir doğaüstü olayı örneğin, insanı daha iyi ve çarpıcı bir biçimde anlatmak için bir araç yapıyor veya bir arka plan olarak kullanıyor.

Kitapta yer alan beş hikâye 1946 ile 1951 arasında yayımlanmış ilk kez. İlk hikâye olan “Sis Düdüğü” (“The Fog Horn”) 1951’de basılmış ilk olarak ve milyonlarca yıldır kendi türünden birini beklemenin korkunç yalnızlığını yaşayan bir deniz canavarının deniz feneri olarak kullanılan bir taş kuleye gösterdiği ilgiyi anlatmış. Fenerin bekçilerinden birinin “Hayat hep böyle işte. Biri, hiç gelmeyecek biri için hep bekler. Biri, bir şeyi onun kendisini sevdiğinden daha çok sever. Ve bir süre sonra o şey neyse yok etmek istersin, seni artık üzmesin diye.” şeklinde ifade ettikleri, Bradbury’nin bu canavarın kule ile ilişkisi üzerinden insanlar arasındaki ilişkilere göndermede bulunduğunu, bir canavarı anlatırken bile aslında derdinin insanlar olduğunu hatırlatıyor bize. Doğaüstü ve aynı zamanda hayli hüzünlü bir hikâye.

İkinci hikâye 1946 tarihli olan “Küçük Katil” (“The Small Assassin”). Anne ile çocuk arasındaki varlığı doğal ve kaçınılmaz olarak görünen sevginin yerini bir korkuya bıraktığı hikâyede Bradbury, bebeğinin kendisini öldüreceğine inanan bir annenin ruhsal olarak çökmesini anlatırken,hikâyedeki gerçeği belirsiz bırakıyor ve kadının korkusunun ve inancının başkalarına (mantığa en fazla bağlı olanlara bile) geçmesini etkileyici bir şekilde anlatıyor. İnsanları incitilmeye karşı koruyanın önce yasalar, o olmasa bile sevgi olduğunu öne süren ve bebeklerin -doğal- bencillikleri ve sevgiyi henüz bilmemeleri ile potansiyel bir “canavar” olduklarına inanan kadının hikâyesinin belki de en çarpıcı yanı bir annenin çocuğuna duyduğu sevginin varlığını sorgulanabilir kılması. 2011 yılında kısa metrajlı ve aynı isimli bir TV filmi olarak çekilen hikâye, insan psikolojisinin derinliklerine dalan sıkı bir gerilim (ve korku) eseri.

1943 tarihli “Tırpan” (“The Scythe”) ailesine bir ev ve yiyecek arayan yoksul bir adamın karşısına çıkan mucize gibi bir fırsatın arkasındaki korkunç gerçekle yüzleşmesini anlatıyor. Ne olduğunu anlamadan devraldığı bir sorumluluğun taşıması imkânsız yükünü sırtlanmak zorunda kalan adamın trajedisini anlatan ve ileride Stephen King gibi yazarların yeni örneklerini verecekleri türden doğaüstü eserlerin başarılı bir örneği olan çalışma, kaderimizin kaçınılmaz sonunu uygulamakla yükümlü olan adamın hikâyesini okuyanın içini burkan bir tonda anlatıyor ve her satırında kaçınılmazlığın ve hüznün izlerini taşıyor. Sonuçta adamın yaptığının (yapmak zorunda olduğunun) aslında okuyucu olarak her birimizi çok yakından ilgilendirdiğini bilmenin tüyler ürperten havasının çok etkileyici kıldığı bir hikâye bu.

Dördüncü hikâye olan “Uzun Yağmur” (“The Long Rain”) 1950’de yayımlanmış ilk defa. Hiç dinmeyen ve bir işkenceye dönüşen sürekli yağmurun psikolojilerini bozduğu, roketlerinin düştüğü Venüs gezegeninde sığınabilecekleri bir “güneş tapınağı” arayan dört astronotu anlatıyor hikâye. 1950’den sonraki bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı Venüs gezegenin doğası ve koşulları ile Bradbury’nin çizdiği resmin farklı olması, “The Ray Bradbury Theater” adlı TV dizisinin 1992’de yayımlanan bölümünde Venüs’ten hiç bahsedilmemesi ve olayın başka bir güneş sisteminde geçtiğinin belirtilmesi ile çözülmüş. Dört farklı bireyin yağmurun neden olduğu korkunç koşullar ile baş etmeye çalışmasını okuyucunun ilgisini hiç yitirmeden anlatıyor bu hikâye ve kahramanlarının akıbeti hakkında hep meraklanmamızı sağlıyor.

Son eser olan ve kitaba da adını veren “Son Yaya” (“The Pedestrian”) adlı hikâyenin esin kaynağı Bradbury’nin kişisel bir tecrübesi olmuş. 1949’da gecenin geç bir vaktinde bir arkadaşı ile birlikte Los Angeles’ta ve başka hiç kimsenin olmadığı bir bulvarda yürürken polislerin kendilerinden kuşkulanması, Bradbury’e ilk yayım tarihi 1951 olan bu distopik hikâye için ilham vermiş. 2052 yılında geçen hikâye, geceleri herkesin evlerine çekildiği ve artık kimsenin okumadığı (ve sadece televizyon seyrettiği) bir dünyada bir yazarın 10 yıldır her gece sokaklarda yaptığı yürüyüşleri yalnızlık duygusunun egemen olduğu bir atmosferle anlatırken, kahramanın eyleminin “tuhaf”lığı tıpkı Bradbury’in yaşadığı gibi “polis”in dikkatini çekiyor. Karamsar bir gelecek görüntüsü çizen Bradbury “Sis Düdüğü”nde olduğu gibi yine etkileyici bir yalnızlık resmi gösteriyor bize.