Şölen – Eflatun

Atina Akademisi’nin kurucusu Yunan filozof Eflatun’un “Şölen” ve “Lysis” adlı iki “diyalog”unun yer aldığı kitapta ilk diyalogu Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu, ikinciyi ise Eyüpoğlu çevirmiş Türkçeye. Hayli açıklayıcı içerikteki notların da sonuna eklendiği “Şölen”in girişinde, Azra Erhat’ın hem “Şölen”i açıklayan hem de çeviri ile ilgili açıklayıcı bilgilere yer verdiği doyurucu bir yazısı da yer alıyor. Bu yazıda Eflatun’un “Şölen’i tıpkı bir tragedya, ya da bir komedya yazar gibi yazdığı”nı ve “yaşayan kişileri bir daha yaratarak” oluşturduğunu belirtiyor eseri, “… felsefe yapıtının da sanat yapıtı olabileceğini gösterir tüm dünyaya” diye ekleyerek. İlk diyalogun “Sevgi Üstüne”, ikincisinin de “Dostluk Üstüne” alt başlığı ile yer aldığı kitap, antik Yunan döneminin klasiklerinden ikisini içererek, sadece felsefe meraklılarına değil, sevgi ve dostlukla ilgili meseleleri olanlara da hitap ediyor.

İlk diyalogun orijinal adı olan “Symposion”a Türkçe bir karşılık bulmakta güçlük çektiklerini yazmış Azra Erhat ve “hep birlikte içme anlamına gelen symposion, herhangi bir içkili akşam yemeği değil, Atina’da birçok özel koşullara, geleneklere göre kurulan bir toplantıdır” diye açıklamış. Açıkçası “şölen”i en uygun karşılık olarak kabul edebiliriz herhalde çünkü yeme ve içme keyfi bir yana (ya da onların da ek bir katkı sağladığı) bu organizasyonlardaki sohbetler gerçek bir şölen olsa gerek. Azra Erhat’ın “öykünün öyküsü” olarak nitelediği kitap bir dilden diğerine geçerek anlatılan (ve bu bağlamda dört kez ağız değiştiren) bir şölen akşamında, aralarında Sokrates’in de bulunduğu devlet adamları, tragedya ve komedya yazarları gibi kimselerin sevgiyi övmek üzere konuşuyor ve tartışıyorlar. Burada övmek eylemi, beraberinde sevginin tanımı, nitelikleri, sevgi yolu ile ulaşılanlar gibi konular etrafında dönen konuşmalar ile yapılıyor ve sadece bir yüceltme çalışması olmanın ötesine geçiyor. Retorik (belagat) denen yeteneğin derin fikirlerle dolu olduğunda ne kadar önemli bir “sanat” olduğunun kanıtı olarak gösterilebilecek bu diyalog, diyalektik kavramının kullanımı için de iyi bir örnek: Sevgi üzerine konuşanların -Sokrates’in, konuşmacıların düşüncelerini sorgulamalarını ve dile getirmelerine imkân sağlayan (kışkırtan da diyebiliriz) sorularının da yarattığı ortam sayesinde- fikirlerinin birbirleri ile çelişkileri üzerinden ilerleyen ifadeleri diyalektiği işaret ediyor bize. Eflatun’un bu diyalogu bir kurgu nihayetinde ve eserinde anlattığı akşam gerçekten yaşanmış mıdır, yaşandıysa gerçekten de bahsettiği insanların tümü katılmış mıdır veya gerçekten de onun yazdığı gibi mi dile getirmişlerdir düşüncelerini bilmiyoruz ama Azra Erhat’ın da belirttiği gibi bu felsefe yapıtını bir sanat yapıtı olarak kabul edersek, bunun çok da önemi kalmıyor aslında.

Kitaptaki ikinci diyalog olan “Lysis” ise Sokrates’in etrafındaki delikanlılarla dostluğun doğasını tartışmasını anlatıyor. Dostluğun kimler arasında var olabileceği üzerine bir tartışma bu ve Sokrates genç adamları bir fikre ikna eder etmez, bu fikrin neden geçerli ol(a)mayabileceğini kanıtlıyor ve bir başka fikre geçiyor. Dostluğun birbirine benzer insanlar arasında mı yoksa zıt insanlar arasında mı veya iyi insanlar, kötü insanlar veya ne iyi ne kötü insanlar arasında mı var olabileceği üzerine ironik bir üslubu da olan bir konuşma yapıyor Sokrates ve retoriğin felsefede hem ne kadar önemli hem de ne kadar keyifli olabileceğini gösteriyor bize Eflatun. Sokrates’in konuşmasına başlama nedeninin, Hippothales adlı bir genç adama, diyaloga adını veren Lysis adlı gence duyduğu ama dile getiremediği sevgiyi açabilme fırsatı vermek olmasının da bir örneği olduğu gibi her iki diyalog da sevginin hem heteroseksüel hem de homoseksüel boyutları etrafında ilerliyor.

Özellikle “Şölen”de Eflatun’un bu sevgilerin hangisini öne çıkardığı hakkında pek çok yazı yazılmış bugüne kadar. Hatta Azra Erhat da girişteki yazısında şu açıklamada bulunmayı gerekli görmüş: “Ama övülen sevginin hep erkekten erkeğe sevgi olduğu da biz yirminci yüzyıl okurlarının dikkatini nasıl çekmesin? Eflatun, bu çeşit sevgiyi mi övmek istedi, bizim bir sapıklık saydığımız sevgiyi mi?”. Erhat eşcinsel nitelikli sevgiyi sapıklık olarak tanımlarken, Eflatun’un “Kanunlar” adlı eserinde bu tür sevgiyi “zararlı” diyerek yerdiğini de yazıyor. Sapıklık tanımlamasının yanlışlığı bir yana, belki de yine Erhat’ın şu cümlesi ile özetlenebilir bu durum: “Ama kadınla erkeğin apayrı çevrelerde, apayrı birer yaşam sürdükleri İlkçağ dünyasında, cinsel birleşmeler bir yana, sevgi duygusunun aynı cinsten insanlar arasında doğup geliştiğine de şaşmamalı.” Diyaloglardaki “sapık” ögelere karşı mahçup ama nedeni anlaşılabilir bir açıklama.

(“Lysis”)

İskandinav Hikâyeleri Antolojisi

Yekta Ataman’ın derlediği ve İngilizcelerinden çevirdiği, kuzey ülkelerinin on iki yazarından seçilmiş birer hikâyenin yer aldığı bir antoloji. Her ne kadar antoloji “İskandinav Hikâyeleri” adını taşısa da sadece İskandinav ülkelerinden (İsveç, Danimarka ve Norveç) değil, İzlanda’dan da yazarlar var kitapta. Toplam on iki yazarın birer hikâyesinin yer aldığı antolojinin girişinde Ataman, kısa bir önsözle İskandinav edebiyatını çok kısaca tanıtırken, her bir yazar için de kısa ama oldukça doyurucu bir biyografi de hazırlamış.

Varlık Yayınları 1960 sonları ve 1970 başlarında farklı ülkeler için (Macaristan, Rusya, Romanya, ABD vs.) o ülkelerin ünlü yazarlarından seçilen hikâyelerle oluşturulan antolojiler hazırlamıştı. İlk kez 1971 yılında yayımlanan bu kitapta ise, girişte adı verilen dört ülkeden seçilen üçer yazarın birer hikâyesi, toplamda 12 hikâye yer almış. Ataman bu on iki yazarın her biri için tek bir sayfadan oluşan biyografide hem sanatçının kısa biyografisini hem dünya ve sanat anlayışını çok iyi bir şekilde özetlerken, okuyucuyu hikâyeye de iyi bir şekilde hazırlamış. Ataman’ın bu katkısı antoloji hazırlamanın sadece “seçme” eyleminden ibaret olmadığını (olmaması gerektiğini) hatırlatan bir emeğin ürünü.

Danimarka’dan Johannes V. Jensen, Martin Anderson Nexø ve Martin A. Hansen; İsveç’ten Selma Lagerlöf, Par Lagerkvist ve Hjalmar Bergman; İzlanda’dan Gunnar Gunnarsson, Haldor Laxness ve Thorbergur Thordarson; Norveç’ten ise Bjornstjerne Bjornson, Knut Hamsun ve Arnulf Overland’ın birer hikâyesi yer alıyor kitapta. İlk yayım tarihleri dikkate alınırsa, 20. yüzyılın ilk birkaç on yılında ilgili kuzey ülkelerinin toplumlarından portreleri karşımıza getirdiğini söyleyebileceğimiz ve Ataman’ın seçtiği hikâyeler bu edebiyat türünün ne denli güçlü olabileceğini kanıtlayan örnekler kesinlikle. Knut Hamsun gibi ülkesini işgal eden Nazilerle işbirliği yapanlardan Arnulf Overland gibi Nazi saldırısına karşı yazıları nedeni ile cezaevine ve toplama kampına gönderilen farklı yazarların eserlerinin her biri ülkesinin bireylerinin kısa hikâyelerini etkileyici bir şekilde anlatıyor bize. İyi bir antolojinin olması gerektiği gibi, kapsadığı yazarların diğer çalışmaları için okuma arzusu yaratmayı başaran bir derleme bu kesinlikle.

Yıkılış – Graham Greene

İngiliz yazar Graham Greene’in 1948 tarihli romanı. Orijinal ismi “The Heart of the Matter” olan roman Türkçeye “Yıkılış” olarak çevrilmiş; bir başka ifade ile söylersek, orijinal isim yıkılışın nedenini öne çıkarırken, Türkçe isim yıkılışın kendisini tercih etmiş vurgulamak için. Bu romanla birlikte üç romanı daha (“Brighton Rock”, The Power and the Glory”, “The End of the Affair”) sahip oldukları dinsel temalarla “Katolik Roman” türünün dört önemli eseri olarak gösterilen ve kendisi de hem eserlerinde hem özel yaşamında Katolik olmak üzerine düşünen ve üreten bir yazar olan Greene (yaşamının ilerleyen yıllarında kendisini “katolik agnostik” ve hatta “katolik ateist” olarak tanımlamışlığı da var), bu romanında adını vermediği bir Afrika sömürgesinde emniyet müdür yardımcısı olarak çalışan bir polis binbaşının özel yaşamındaki olaylar ve görevi nedeni ile tanık olduklarının sonucu olarak bir ahlâki ikileme düşmesini girmesini ve kendi inancını ve genel olarak bireyle Tanrı arasındaki ilişkiyi sorgulamasını anlatıyor. Yayımlandığı yıl, 1919 yılından bu yana verilmekte olan “James Tait Black Memorial” ödülünü kazanan roman, 1953 yılında George More O’Ferrall tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmış.

Greene romanını yazarken, İngiliz gizli servisi MI6’nın elemanı olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Sierra Leone’de geçirdiği günlerdeki gözlemlerinden yararlanmış ve binbaşı karakterinin sorgulamalarını etkileyici bir dil ile anlatmış okuyucuya. Yazar, baş karakterini “merhamet duygusu çok gelişmiş iyi niyetli ve zayıf bir adam” olarak tanımlıyor ve onun trajik sonu da bu acıma duygusu nedeni ile verdiği kararla geliyor. Karakterlerden birinin “Tam bir Babil Kulesidir burası” diye tanımladığı sömürge, yılın yarısında yağmurun hiç durmadığı, sıcağın ve nemin devamlı bunalttığı, sıtmanın hiç eksik olmadığı bir toplum ve buraya ait olmadıklarını her an hisseden karakterleri ile roman için ilgi çekici bir fon oluşturmuş. Her ne kadar Green bunu romanda hiç doğrudan dile getirmese de hemen tüm Batılı karakterlerin yaşadıkları ve hissettikleri bu toprakların onların doğal yaşam alanı olmadığını ve olamayacağını ortaya koyuyor. “… heyecana uygun bir hava değil buranın havası. Bayağılığa, kötülüğe, züppeliğe uygun bir havadır buranınki. Kin ya da sevgi gibi duygular, insanı deliye döndürür burada.” diyor kendi kendine binbaşı karakteri romanın bir yerinde. Yerel halkın beyazların hizmetinde veya önemsiz pozisyonlarda çalıştıkları ülkede, güç sömürenlerin elinde olsa da sömürülenlere hiçbir zaman tam anlamıyla güvenemeyen/güvenemeyecek bir İngiliz grubu anlatıyor roman ve kendileri de buranın yerlileri olmasa da oraya çok daha fazla uyum sağlamış Suriyelilerin -tüm dalavereleri ile- pratik hayatı yönettiklerini gösteriyor. İnancını ve yaşadıklarını sorgulayan baş karakterin kendisi için doğal olmayan bir ortamda yapıyor olması bunu, durumun trajik boyutunu artıran bir unsur olarak başarı ile kullanılıyor romanda.

Katolik olan binbaşının, devam eden savaş nedeni ile artan güvenlik tedbirlerine aykırı ilk davranışı, hikâyesine inandığı katolik bir Portekizli gemi kaptanının kızına yazdığı mektubu sansüre vermeyip ve kaptanı ihbar etmeden yok etmesi oluyor. Bu noktadan sonra kahramanımızın sorgulamaları da başlıyor: Yalan söylemek, zina, intihar vb. günahlar, bunların cezası, günah çıkarma, cehennem vs. hemen her bölümde çıkıyor karşımıza ve “Cehennemlik olma yeteneği, ancak iyi niyetli insanların yüreğinde bulunur her zaman” diye yazarak Greene, kahramanımızın akıbetini de hissettiriyor bize öncesinde. Acıma duygusu nedeni ile, başkalarını (biri karısı, diğeri sevgilisi olan iki kadını) kurtarmak için ve Tanrı’ya ihanetinin bedeli olarak kendisini feda ediyor bu karakter ve “…acıma duygusu yüzünden dürüstlüğünün ne denli bozguna uğradığını…” gibi satırlar onun tüm sorgulamalarının bir özeti ve inanan (ya da inanmak isteyen) ama inancı sarsılan adamın trajedisinin hikâyesini oluşturuyor. Tanrı’nın neden dünya üzerindeki tüm acılara göz yumduğu sorusunu cevaplayamayan bu trajik karakterin hikâyesi “dinsel bir metin” olarak algılanmamalı sadece; sonuçta herhangi bir kuvvetli inanç ve bu inançtan kuşkuya kapılmak da söz konusu olabilirdi burada. Greene o eski usûl romanların tadını kuvvetli biçimde hissettiren bu eserinde, “işlediği günahlarla Tanrı’ya acı çektirdiğini düşünen” adamın hikâyesini, trajik kararını aldıktan sonra kilisedeki “iç seslerinin çatışması”nda olduğu gibi etkileyici bir dil ile anlatıyor okuyucuya.

(“The Heart of the Matter”)

Piramit – William Golding

İngiliz yazar William Golding’in otobiyografik ögeler de taşıyan, 1967 tarihli romanı. Nobel ödüllü yazar bugün en çok “Lord of the Flies – Sineklerin Tanrısı” ve Man Booker ödülünü alan “Rites of the Passage – Geçiş Ayinleri” ile hatırlanıyor olsa da aralarında “Piramit”in de olduğu toplan on üç romanı yayımlanmış, diğer türlerdeki eserlerine ek olarak. Bu kitap Stillbourne (Stillborn: Ölü Doğan’a bir gönderme) adındaki bir kasabada 1920’li yıllarda geçiyor ve Oliver adındaki bir gencin hikâyesini anlatıyor. Üç bölümden oluşan kitap Oliver’ın çocukluğundan ve gençliğinden hatırladığı üç farklı hikâyeyi ortak karakterlerle ve onun ağzından getiriyor karşımıza. Bir büyüme hikâyesi olduğu kadar, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemini sınıfsal ayrımların net olduğu, herkesin herkesi tanıdığı ve gözlediği küçük bir kasabada yaşıyor olmaya da odaklanan bir kitap bu.

Yazarın oğlu David’e ithaf ettiği roman antik dönem Mısırı’nın bilge veziri Ptah-Hotep’in bir sözü ile açılıyor: “Eğer insan içindeysen kendin için aşk yarat, kalbinin bir ucundan diğerine dek”. Amatörce ama tutkulu bir şekilde piyano çalan Oliver’ın müziği kadar aşkın da ağır bastığı bir kitap için doğru bir seçim bu söz ve her üç bölümde de bu iki öge, müzik ve aşk (arayışı), öne çıkıyor. İlk bölümde, on sekiz yaşında olan ve sonbaharda Oxford’a gitmeye hazırlanan Oliver’ın “kasabanın gülü” Evie’nin peşinde koşması anlatılıyor; genç adamın peşine düştüğü aşkın duygusal yanı değil, aşkın fiziksel karşılığının peşinde o asıl olarak ve bunu gizlemiyor da hiç. Bu bölümde aşkı ve onunla birlikte ya da onun aracılığı ile kasaba hayatından kaçışı arayan Evie karakteri temel olarak. Kızdan “yararlanma”sını düşündüğümüzde Golding’in Oliver karakterini mutlak bir “iyi genç” olarak çizmeye çalışmamış olması dikkat çekiyor. “On sekiz yaş acı çekmek için iyi bir yaştır” diyor bu bölümde Oliver ama çektiği acı daha çok Evie’ye “sahip olmak” ve herkesin herkesin ne yaptığını bildiği kasabada bu işi gizli tutabilmek uğruna çektiği ile kısıtlı asıl olarak.

İkinci bölümde Oliver’ın üniversitede okurken yaz tatili için geldiği kasabada annesinin zorlaması ile, kasaba halkının sergilediği bir müzikalde rol almasını anlatıyor. İlk ve son bölümün aksine mizahın da kendisine yer bulduğu bu bölümde müzikalin yönetmenliğini üstlenen ve kasaba dışından biri olan Evelyn karakteri, Oliver ile birlikte öne çıkıyor. Bir eşcinsel Evelyn ve kendi sonuçsuz aşk arayışı ve içine kısıldığı hayatın neden olduğu alaycı ve melankolik karakteri ile dikkat çekiyor. Bu bölümde müzikal hazırlıkları sırasında öne çıkan tartışmalar ile ve ilk bölümün genelinde, William Golding kasabadaki sınıf farklarını vurguluyor sık sık. En “üstte” kasabanın doktoru üzerinden anlatılanlar var, onların altında ise Oliver’ın ailesinin (babası eczacıdır Oliver’ın ve eczacı doktor kadar “önemli” değildir) yer aldığı grup. En altta ise bu iki sınıfa pek katılamayan ve yoksulların oluşturduğu grup yer alıyor. Özellikle ilk iki bölümde karakterlerin sınıfları hikâyenin gelişiminde önemli bir belirleyici faktör oluyor (“Anlaşılmıştı. Doktor Ewan’ın oğlu Çavuş Babbacombe’un kızını babasının arabasına bindiremezdi elbette”, “… onun toplumsal sınıfının çok üstünde olan birine hafifçe eğilip selam vererek…”, “bu selamlar gelgelim pek ender karşılık görürdü…” vs.). Doktor, ezcacı ve çavuşun sembolleri olarak görebileceğimiz sınıflı ve pek kaynaşmamış bir toplumu anlatıyor kısaca Golding.

Üçüncü bölümde, artık orta yaşlı biri olan Oliver’ın kasabaya yaptığı bir ziyarette çocukluğunda keman dersi aldığı Bayan Dawlish (yürüme şekli nedeni ile kendisine “Yo Yo” deniyor, aynı isimli oyuncağa gönderme yapılarak) karakteri ön planda ve onun da aşksız bir şekilde harcanan hayatını anlatıyor bize Oliver. Romanın ilk bölümünde piyano, ikinci ve üçüncü bölümlerinde kemanın ana karakterin yaşadıklarının aracı olduğu romanda sınıfsal ayrımla ilgili değişimi Henry karakterinin başlattığı söylenebilir. Galli yoksul bir genç olan adamın kasabaya yerleştikten sonra kurduğu işi büyütüp zenginleşmesi sınıfsal kalıplara bir darbe indirmiş (ya da indirecek) görünüyor, en azından görünüş olarak. Sonuçta sınıf ayrımları kolay kolay yok olmuyor kararlı ve sürekli bir direniş olmadıkça!

William Golding’in bu romanı olay örgüsü açısından yeterince güçlü görünmüyor açıkçası ama zaten yazarın derdi de bu değil. Roman 20. yy başlarında bir İngiliz kasabasında bir gencin büyüme hikâyesini toplumsal sınıf ayrımlarının belirleyiciliği ile aktarırken bize, toplumun kısıtlamaları nedeni ile kaybolan hayatları da sergiliyor. İlk ve son bölümde karanlık, ikinci bölümde ise eğlenceli bir yaklaşımı tercih ediyor bunu yaparken ve okunmayı hak eden bir eser yaratıyor sonuç olarak.

(“The Pyramid”)