Hoş Cinayet (Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi) – Ernest Mandel

Marksist ekonomist Ernest Mandel’in suçun ve “suç romanları”nın tarihini burjuva toplumunun tarihi ile paralel olarak anlattığı ve ilkinin ikincisinin yansıması olduğu tezini işleyen incelemesi. Troçkist bir aktivist olan Mandel’in Marksist bir bakış açısı ile yazılmış pek çok ekonomi kitabı ve Marksizm üzerine pek çok incelemesinin yer aldığı bibliyografyası içinde bu kitap farklı bir yerde duruyor şüphesiz ve Mandel politik görüşlerini yansıttığı bu kitap ile hem suç romanları (polisiye, dedektif, gerilim, casus vb. isimlerle de anabiliriz bu türü) meraklılarının hem de özellikle dünyayı sol bir perspektifle görenlerin çok keyif alacağı bir eser ortaya koyuyor. Kitabı değerli kılan pek çok öğesi yanında, iyi yazılmış bir polisiye okumanın keyfini hatırlatması ve buna teşvik etmesi de var ki başlı başına kitabı değerli kılıyor bu özelliği.

Kitabın başındaki önsözüne Mandel, “Polisiye romanları okumaktan hoşlandığımı itiraf etmeliyim” cümlesi ile giriş yapmış ve türün “edebî bir tür olarak muazzam başarısı karşısında büyülenmeden edemem” diyerek devam etmiş. Eserini “klasik diyalektik yaklaşım”la hazırladığını söylüyor ve polisiye romanları incelemeye zaman harcamayı önemsiz bulacaklara, “Tarihî materyalizm bütün toplumsal olgulara uygulanabilir ve uygulanmaladır” diye peşinen cevap veriyor. İncelemeyi on altı bölüme ayırmış Mandel ve her birinde toplumsal düzen ve ondaki değişimlerin suç romanlarında karşılığını nasıl bulduğunu yansıtmış özenli ve keyifli bir kalemle. Örneğin “Kahramandan Kötü Adama” adını taşıyan birinci bölümde “modern dedektif romanı “iyi haydutlar” hakkındaki popüler edebiyatın uzantısı” diyor (“diyalektik bir parende” ile “dünün haydut kahramanı bugünün kötü adamı ve dünün otoritenin alçak temsilcisi bugünün kahramanı olmuştur” diye ekleyerek) ve “iyi haydut hikâyelerinin Batı dünyasında saygın bir geleneği, en azından feodal rejimlere karşı çıkan toplumsal hareketlere kadar uzanan bir geçmişi vardır” tezini savunuyor. Feodalizm ve aristokrasiye karşı yükselen burjuvazinin dilini konuşan suç romanlarının bu düzen karşıtlığı nedeni ile haydutları (örneğin Robin Hood) “soylu” gösterdiğini ama zamanla burjuvazinin kendisi düzenin egemeni olunca haydutların tekrar kötü adama dönüştüğünü çünkü şimdi kendi iktidarları için bu suçluların tehlike oluşturduğunu belirtiyor. Kapitalizme karşı ilk isyanların başlaması ile birlikte devletin ve polis gücünün önemi artınca polisiyelerdeki suçluların tam bir kötü adama dönüşmesini de buna bağlıyor tezinin delili olarak. Benzer şekilde, takip eden tüm bölümlerde burjuvazinin yükselişi veya yozlaşması gibi değişimlerin suç romanlarındaki izlerini zengin bir referans listesi ile sunuyor okuyucuya ve kolaya kaçan bir tanımla “kaçış edebiyatı” olarak tanımlanabilecek bir türün de aslında ne kadar politik olduğunu hatırlatıyor bize. Evet, Thomas Mann’in söylediği gibi “Her şey politiktir” sonuçta kendisini ısrarla apolitik bir konumda tutanların itirazına rağmen.

Klasik dedektif romanının “zekâların çarpışması” olduğunu ve bu çarpışmanın iki düzeyde (dedektifle suçlu arasında ve yazarla okuyucu arasında) sürdüğünü belirten Mandel, bu türün gerçek ustalarının “aldatmadan şaşırtmayı” başaranlar olduğunu söylüyor bu sınıfsal ve idelojik analizi öne çıkaran incelemesinde. Türün hikâyelerinin değişen toplumsal düzen ve koşullara bağlı olarak sokaklardan salona (Agatha Christie’nin romanlarında olduğu gibi) ve sonra ABD’deki içki yasağı ve büyük ekonomik bunalımla (ve bunların sonucu olan “örgütlü suç”un patlaması ile) birlikte tekrar sokağa dönmesini, suçluların ait oldukları sınıfların nasıl değiştiğini, örgütlü suçla savaşabilmek ve burjuva toplumunun düzenini koruyabilmek için gerekli olan polisleri yücelten romanların devreye girişini, örgütlü suçun bir adım sonrası olan devlet suçlarından dolayı casusluk romanlarının ve Bond gibi karakterlerin ortaya çıkışını ve karton kapaklı ucuz kitapların ortaya çıkması ile birlikte süratle artan okuyucu sayısından yola çıkarak bu türün neden popüler olduğunu da (hangi psikolojik ihtiyacı karşıladığını, bir başka ifade ile) anlatıyor kitabında.

Popülerliğin çoğunlukla okuyucunun içindeki “bazı bilinçsiz saldırgan dürtülere, içgüdüsel kan tutkusuna ya da ölüm arzusuna” atıfla açıklandığını ama bunun tarihsel bir açıklama ile desteklenmesi gerektiğini öne sürüyor. Suç tarihini burjuva tarihi ile ilişkilendiren yazar, bu yaklaşımı ile tutarlı bir şekilde, burjuva uygarlığının özelliklerini kullanıyor açıklama olarak: “Burjuva uygarlığı, insanların inandıkları için değil, ceza korkusuyla saygı gösterdikleri yasalarla dayatılan uygarlıktır” diyor ve “Yeni iştahların uyandırılması gerektiği yeni metaların üretimi, sermayenin giderek büyüyen yeniden üretimini olanaklı kılan mekanizmalardan biridir” diye yazarak “türün şiddet dürtülerini yüceltmesini” ve “başkalarının şiddet deneyimlerini paylaşmasını” popülerliğin nedenlerinden biri olarak koyuyor okuyucunun önüne. Orta sınıfın nitelik değiştirmesi (“bağımsız çiftçi, zanaatkâr ve esnaf sayısı azalırken teknisyen, memur ve hizmet sektörü çalışanlarının sayısının artması”) ve yeni orta sınıfın okuryazarlığının ve yaşam koşulları nedeni ile “kafayı başka şeylere yorma” ihtiyacının fazla oluşunu; elbette türün ilkel dürtüleri tatmin ediyor olmasını ve Alman filozof Ernst Bloch’a göndermede bulunarak, “burjuva toplumunun işleyişinin büyük bir esrar” olmasını da nedenler arasına ekliyor Mandel.

1985’de yayımlanan kitap, türün geçirdiği dönüşümün tekrar en başa, “kanun dışı kahraman” tipine geri dönülmesine yol açtığını söylüyor ama burjuva değerlerinin çürümesinin neden olduğu bu durumun daha çok biçimsel bir benzerlik olduğunu ifade ediyor. Yeni kahramanların eskinin “soylu haydutlar”ı gibi bir dava peşinde koşan asiller olmadığını, onları daha çok “savundukları bir davaları olmayan, umutsuz ve alaycı asiller” olarak tanımlamak gerektiğini söylüyor. Mandel’in 1985’e kadar getirdiği türün bu sınıfsal analizini oradan günümüze taşıyan bir eser hayli çekici bir kitap olurdu kuşkusuz. Örneğin Mandel’in incelemesinde sadece bir iki yerde çok kısaca değindiği Peter Wahloo ve Maj Sjövall’ın yaratıcısı olarak kabul edildikleri ve türe yeni bir soluk getiren İskandinav polisiyesinin 1980’lerden sonraki örneklerini nasıl değerlendirirdi acaba yazar?

Mandel kitabın sonunda hem uzun bir bibliyografya ile konu ile ilgili diğer kitapların listesine hem de kendi incelemesi boyunca adı geçen suç eserlerinin listesine yer vermiş ki buradaki kitapların her biri özellikle de türün meraklıları için hayli çekici bir okuma listesi oluşturabilir. Özetle, sadece bu edebi türün düşkünlerinin değil, politik analizlere düşkün olanların da keyifle okuyacağı bir çalışma bu ve açıkçası bundan sonra okuyacağım her suç romanında olan bitene, “iyi” ve “kötü” karakterlere Mandel’in gözü ile bakmamı sağlayacak kadar da etkileyici. Yazarın kitabının son paragrafı ile bitirelim bu yazıyı ki burjuva toplumuna sıkı bir tokat atan ve polisiye romanın tarihinin neden aynı zamanda toplumsal tarih olduğunu açıklayan bu bölüm aslında çok da iyi bir özet kitabın kendisi için: “… çünkü burjuva toplumunun tarihi, aynı zamanda mülkiyetin ve mülkiyetin yadısınmasının, bir başka deyişle suçun tarihidir; çünkü burjuva toplumunun tarihi, aynı zamanda bireysel ihtiyaçlar ve tutkular ile mekanik olarak dayatılan toplumsal konformizm biçimleri arasındaki giderek büyüyen, patlamaya hazır çelişkinin tarihidir; çünkü burjuva toplumu, kendi kendine suçu beslemekte, suç içinden gelmekte ve suça yol açmaktadır; belki de burjuva toplumu, eninde sonunda bir suç toplumudur çünkü.”

(“Delightful Murder – A Social History of the Crime Story”)

Kamyonet – Peter Wahloo

İsveçli yazar Per Fredrik Wahlöö’nun (kitaplarının İngilizce baskılarındaki ve bizde bilinen adı ile Peter Wahloo) Franco döneminin İspanyası’nda geçen romanı, resim yapmak için bölgeye gelen bir Alman’ın parçası olduğu gerilimli olayları anlatan bir kitap. Gerek tek başına yazdığı romanları gerekse bir başka İsveçli yazar olan Maj Sjövall ile birlikte yazdığı ve Martin Beck adındaki hayali bir İsveçli dedektifin maceralarını anlatan polisiyeleri ile bilinen Wahlöö’nün pek çok eseri, başta Martin Beck’in maceraları olmak üzere, sinemaya ve televizyona uyarlanmış ve yazarı sanatın bu alanında da popüler kılmıştı. Bir polisiye, bir gerilim romanı ve belki en az bir o kadar da politik bir kitap bu ve elinize aldığınızda bitirmeden bırakamayacağınız türden bir eser kesinlikle. Politik ve cinsel bir gerilimi (ve şiddeti) o dönemde faşist diktatör Franco tarafından yönetilen İspanya’nın günlük hayatına mükemmel bir şekilde yediren roman, bu Marksist yazarın diğer eserlerini de hemen okuma arzusu yaratacak kadar güçlü bir çalışma.

Kimi edebiyat eleştirmenlerince, hem romanda hem özel hayatında partneri olan Maj Sjövall ile birlikte “İskandinav Polisiyesi”nin yaratıcısı olarak bilinen yazarın bu romanı farklı ülkelerden insanları odağına alan bir eser: Bir Alman, Norveçli bir çift, iki İspanyol erkek kardeş bu psikolojik yanı hayli yoğun olan gerilim romanının ana karakterleri. Bunlara bir İspanyol çavuşu, olayların geçtiği bölgede yaşayan (veya bölgeyi ziyarete gelen) başka yabancıları (Finli, İngiliz vs.) ve romanın baş karakteri olan Alman’ın geçmişindeki kimi Alman karakterleri de eklemek mümkün eserin “uluslararası” karakterini göstermek adına. Roman üçüncü ağızdan yazılmış olsa da, nerede ise tüm sayfalarda yer alan Alman karakter Willi Mohr’a odaklandığı için anlatılanlar, zaman zaman adeta birinci ağızdan yazılmış bir romanı okuyor gibi hissediyorsunuz; bu duyguyu uyandıran asıl olarak yazarın bu karakteri oldukça etkileyici bir biçimde çizmesi kuşkusuz. O kadar yakın hissediyorsunuz ki bu karaktere, düşünceleri ve hisleri bir süre sonra adeta size aitmiş gibi geliyor. Burada yazarın nerede ise görsel bir dil kullanmasının da payı var; örneğin ilk iki sayfayı okuduğunuzda kahramanın kendisini, yaşadığı evi ve evin içindeki tüm canlı ve cansız nesneleri hayli zengin ve canlı bir şekilde canlandırabiliyorsunuz gözünüzde.

İspanya’da 1936 ile 1939 arasında yaşanan ve bugün de izlerini hissettiren iç savaştan sonra ülkeye egemen olan General Franco’nun diktatörlüğü altında yaşayan toplumda geçiyor hikâye. Kahramanımızı sıkı bir sorgudan geçiren (gerçekten müthiş yazılmış bu sorgu bölümleri) İspanyol çavuş, “Buranın insanları iyi, basit insanlardır. Hiçbir şey istemezler, sükûnet ve düzen içinde ekmek paralarını kazanmakla ilgilidirler sadece. Belki fakirdir çoğu ama mutludurlar ya da başlarından geçen tatsız ve sıkıntılı olayları unuttuklarında mutlu olacaklardır. Doğru olanı öğrenecekler zamanla. Bu yoldalar zaten. Onlar için gerekli olan sağlam bir inanç, düzenli bir yaşayış ve hayatta kalabilecekleri kadar iş.” İfadeleri ile tanımlıyor bu toplumu ve ülkedeki diktatörün (ve elbette tüm diktatörlerin) “ideal toplum” tanımını da çiziyor bir yandan. Yazar Wahlöö kendi politik duruşunun izlerini taşımış romanına (Alman’ın finaldeki aksiyonu başta olmak üzere) ama ustaca anlatılan bir gerilimli hikâyenin doğal bir parçası yapmış tüm politik unsurları ve romanın edebî değerine hiçbir zarar vermemiş. Grevci maden işçilerinin katliamla sonuçlanan silahlı isyanı, parlamento üyesi bir askerin kızının yörede yaptığı gezide yaşananlar, Katalan veya Basklı işçilerin yoksulluğu ya da iki İspanyol kardeşin İç Savaş’ta Cumhuriyetçiler’in safında savaşmış ve kaybedilen bir mücadelenin yılgınlığını taşıyan babaları gibi unsurlar olay örgüsüne ustalıkla yedirilmiş.

Her zaman kronolojik bir sıra ile ilerlemeyen ve arada geri dönüşlerle anlatılan romanın başarılarından biri sizi romanın baş karakterine çok yakın hissettirmesi ama gerçekleri ve onun gizemi üzerindeki perdeleri yavaş yavaş açarken sizi doğal bir şaşkınlığa uğratabilmesi. Şaşkınlığa uğruyorsunuz çünkü bu denli yakınlık hissettiğiniz karakterin sizden de gizledikleri olduğunu fark ediyorsunuz. Geldiğini tahmin ettiğiniz gelişmelerin gerilimini hep diri tutmayı başaran, pasif ve sessiz bir adamın sondaki “aksiyon”u ile etkileyen ve finali ile hüzünlendiren bu roman faşizmin (ya da faşizan eğilimlerin) görünür bir şekilde ya da üzeri örtülü olarak toplumların içinde hep bir şekilde canlı kaldığını da söylüyor bize. Yine de kötümser bir duruş değil bu; Willi Mohr gibi “tarafsızlığı” ve “pasifliği” üzerimizden atabilme potansiyeli var içimizde, sonucu ne olursa olsun üstelik…

(“Lastbilen” – “Per Fredrik Wahlöö”)

Üç Ölüm – Lev Tolstoy

Rus yazar Lev Tolstoy’un üç ayrı öyküsünün bir araya getirildiği bir kitap. Yazarın “Üç Ölüm” (1859), “Tipi” (1856) ve “Polikuşka” (1863) adlı öykülerinden oluşan kitaba isim olarak da bunların birincisi seçilmiş. Sadece Rus edebiyatının değil, tüm dünya edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan yazarın bu üç öyküsü sağlam bir kalem aracılığı ile bize ulaşan güçlü gözlemleri, klasik edebiyatın izlerini taşıyan tasvirleri ve bir “dert”lerinin olması ile önemli ve okunması keyifli çalışmalar.

Kitaptaki ilk öykü olan “Üç Ölüm” üç farklı ölümü bir anlamda karşılaştırarak anlatıyor derdini. Yoksul bir arabacı, soylu ve zengin bir kadın ve bir ağacın ölümünü anlatıyor yazar ve kendi kişisel hayatında da önemli bir yeri olan din olgusunu öykünün parçası yaparken, insanın doğa ile ilişkisini de dokunaklı bir şekilde ele alıyor. Yoksul adamın ve ağacın ölümleri sessiz ve “güzel” bir şekilde, kadının ölümü ise “gürültülü” bir tören içinde gerçekleşiyor. Adamının dindarlığı saflıkla örülü ve kendine göreyken, dindar kadının dinden beklediği teselliyi bulamıyor olmasını Tolstoy’un dine yaklaşımı ile birlikte düşünmek gerekiyor kuşkusuz.

İkinci öykü olan “Tipi”yi kişisel bir tecrübesinden yola çıkarak yazmış Tolstoy ve yoğun bir tipi altındaki yolculuğu, bir adamın gözünden çok gerçekçi ve çarpıcı tasvirlerle anlatmış. Adeta okuduğunuz satırların görsel karşılıklarını da gözünüzün önüne getiren güçlü ve zengin bir dil kullanımı ve adamın geçmişte tanık olduğu bir boğularak ölme olayını anlatan bölümün etkileyiciliği ve sertliği öyküyü zaman zaman şiirsel bir havaya taşırken, öykünün kendisi bir olaydan çok bir resmi anlatması ile dikkat çekiyor.

Son öykü olan “Polikuşka” ise yine yoksul insanların çevresinde geçen ve çarın ordusuna askere alınma kurası etrafında geçen bir çalışma. Namuslu davranmaya çalışan bir adamın başına gelen talihsizlik, öyküye sertlik katan gelişmeler, paranın uğursuzluğu gibi unsurları karşımıza getiren öykü de yine gerçekçi bir yaklaşımla zenginlik ile yoksulluğu da karşı karşıya getiriyor sık sık.

Gümüş Damacana (Bütün Öyküleri) – Truman Capote

Amerikalı yazar Truman Capote’nin tüm öyküleri. Yazarın 1943 ile 1982 arasında yazdığı toplam 20 öyküsünün yer aldığı kitapta bir başka Amerikalı yazar Reynolds Price’ın Capote ve öyküleri hakkında okunmya değer bir tanıtım yazısı da yer alıyor. Her ne kadar “tüm öyküler” ibaresini taşısa da kitap, yazarın 11 ile 19 yaşları arasındayken yazdığı ve daha önce hiç basılmamış öyküleri 2013’te New York Halk Kütüphenesi’ndeki Capote arşivinde keşfedilmiş ve ilk kez 2015 yılında sunulmuş okuyucuya; bu kitap işte bu yeni keşfedilen öyküleri içermiyor doğal olarak.

Yazarın çocukluğundan ve hayatının Amerika’nın güneyinde geçen günlerinden otobiyografik izler taşıyan pek çok öykünün yanısıra, fantezi türüne sokulabilecek veya “aileler için öyküler” kategorisine yerleştirilebilecek hayli ilginç eserler var bu derlemede. Kimi öykülerin aynı karakterleri içerecek şekilde bir bakıma birbirinin devamı olarak yazılmış olmasının dikkat çektiği kitaptaki hemen tüm öykülerde yazarın “duygusal yoksunluklar”la geçen çocukluğunun izlerini sürmek mümkünken, yalnızlık ve cinselliğin neden olduğu baskı (Price yazısında, “eşcinselliğin o dönemde Capote için kahredici, her an eziyet eden bir olgu olduğunu” vurguluyor) yaygın temalar olarak öne çıkıyor. Kitaptaki öykülerden biri (“Doğum Günlerinde Çocuklar”) 2002’de Mark Medoff tarafından aynı isimle sinemaya aktarılrken, “Bir Noel Anısı” ve “Şükran Günü” adını taşıyan öyküler televizyon filmi olarak çekilmişler.

Yaklaşık 40 yıla yayılan bir zaman içinde yazılmış olan bu öyküler yalnızlık ve cinsellik gibi ortak temaları içerdiği gibi, kimileri bu temaları da içeren ama farklı dertleri de olan ve yine farklı türler içine yerleştirilebilecek bir içerik ve biçime sahipler. Örneğin yalnız bir kadının başına gelen gizemli bir olayı anlatan ve tek başına olmanın “dehşet”ini ustalıkla yansıtan “Miriam” adlı öykü rahatlıkla bir gotik hikâye sınıfına sokulabilir. Bu Türkçe baskıya ismini veren “Gümüş Damacana” ise tam bir eğlenceli küçük kasaba hikâyesi ve kitaptaki birkaç başka hikâyede (“Doğum Günlerinde Çocuklar”, “Preacher”, “Benim Açımdan” vb.) olduğu gibi kasaba hayatından (ve yazarın çocukluğundan) gerçekçi resimler getiriyor okuyucunun önüne. Zenginlik, sınıf farkı veya sınıf atlama gibi temalar da -yazarın çocukluk günlerindeki yoksulluk ile daha sonra ünlü olduğunda içine girdiği yüksek sosyete hayatının zıtlığını hatırlamalı- kendisini gösteriyor bazı öykülerde (“Kendine Ait Bir Vizon”, “Duvarlar Soğuk”, “Kelepir” vs).

Yukarıda anılan “Miriam”gibi tam anlamı ile fantastik bir olay örgüsüne sahip “Acıların Efendisi” ve yarı fantastik “Başsız Atmaca”, yine ortak bir tema gibi görünen hüznün hafif bir mizah ile de buluştuğu “Cennet Yollarında”, etkileyici bir hırslı ve kötü karakterin resmini çizen “Son Kapıyı da Kapa”, unutmayı tercih ettiği ve ancak bu şekilde sağ kalabildiği bir hayatı hatırlatan genç bir adamın düzenini bozduğu yaşlı bir mahkumun hüznünü anlatan “Elmas Gitar”, aşkın gözleri kör ettiğini kanıtlayan “Çiçekten Ev”, yalnızlığın ve yaşlanmanın ama hayattan kopamamanın hüzünlü hikâyesi “Preacher Efsanesi”, yine fantastik bir öykü olan ve korkuların öne çıktığı “Gece Ağacı”, savaşın travmaya neden olduğu bir askerin trajedisine odaklanan “Şeylerin Biçimi”, Capote’nin herhalde zenginler arasındaki gözlemlerinin sonucu olan eleştirel “Mojave Çölü” ve baş karakteri olan küçük kızın küçük kasaba hayatının içindeyken taşımaya çalıştığı tüm zarafeti ile Hollywood’u düşlediği ve bana Capote’nin kendisini hatırlatan “Doğum Günlerinde Çocuklar”ın da yer aldığı kitapta üç öykü aynı iki temel karakteri (oğlan çocuğu Buddy ve “dostum” diye seslendiği yaşlı kadın akrabası Sook) anlatması ile dikkat çekiyor. “Bir Noel Anısı”, “Şükran Günü gelen Konuk” ve “Bir Noel” adlı bu öyküler sırası ile 1956, 1967 ve 1982’de yazılmışlar ve yirmi altı yıla yayılan bu süre boyunca yazarın çocukluk günlerinin izlerini nasıl aynı sıcaklıkla taşıyabildiğini gösterirken Amerikalıların pek bayıldığı Noel havalı eserlerin başarılı örnekleri olmuşlar. Bu öykülerin kelimenin tam anlamı ile bir Noel kartpostalı havasını taşıyan ve “kendisi istediğine sahip olamadığı için değil, istediklerine sahip olamayan başkalarına bu istediklerini veremediği için mutsuz olan” yürekleri anlatan birincisinde olduğu gibi, sevgi ve sıcaklığı ile sarıyorlar okuyucuyu bu üç öykü de.

(“The Complete Stories of Truman Capote”)