Raşid’in Dürbünü – Jamal Mahjoub

Sudan asıllı İngiliz yazar Jamal Mahjoub’tan bir tarihsel macera romanı. 17. yüzyıl başlarındaki bir hikâyenin yaklaşık 400 yıl sonra Danimarka’da izinin sürülmesini anlatan ve bu iki dönemde yaşananları paralel olarak anlatan kitap özellikle ele aldığı temaları ve rahat okunan ve kimi bölümlerinde şiirsel bir havaya bürünen dili ile ilgi çekiyor. Kitabı bir “tarihsel macera romanı” olarak okuyacakları yeterince tatmin etmemesi muhtemel olan romanın, popüler olmak ile derinleşmek arasında kaldığını söylemek de mümkün.

Hikâyesi 1600’lü yılarda Cezayir’de başlayan Raşid el-Kenzi adında bir adam ve onun olağanüstü hayatında, kaderin kendisini sürüklemesi sonucu geldiği Danimarka’da bıraktığı izlerin anlamını araştıran ve yine Arap asıllı Hasan adındaki bir başka adam romanın iki ana kahramanı. Onları birbirine bağlayan iz ise romanın Türkçe adına da ilham kaynağı olan bir dürbün. Mahjoub kitabının özellikle ikinci yarısında daha fazla kendisini gösteren lirik bir dil ile anlatıyor bu iki adamın yaşadıklarını ve ağırlığı Raşid el-Kenzi’ye vererek. Romanın merkezinde “bilgi” var; bilgi ve onun peşine düşerek keşfeden, sorgulayan, inanan ve inancını yitiren insanlar geliyor karşımıza. Kendisini yanına alan Danimarkalı bir adamın kütüphanesinin zenginliği ile başı dönen el-Kenzi’nin şu duyguları romanın bilgiyi merkezine aldığının iyi bir örneği: “O büyük kütüphanenin raflarını dolduran kitaplar imgelemini hem boğmuş hem kışkırtmıştı. Hepsini birden bir defada yutmak istemişti. Sayfa sayfa, satır satır kazmak istemişti yolunu, oradaki işaretler ve sayılarda gizli bilgi kendisinin oluncaya kadar. Mürekkep içip kağıt yiyebilirdi. Bu kitaplar göğün katlarına sahipti, onu bir koza gibi kuşatan, kutsal, dipsiz bilgiye.” Evet, bilginin ve gerçeğin peşinde olmak ve bunun bedelleri var kitapta. Mahjoub Batı ve Doğu’nun bilginin peşinde olanlara yaşattıklarını birbiri ile ilişkilendirerek anlatırken, iktidarların ve geniş kitlelerin “inanç”larına ters düşenlere aynı sertlikte yaklaştıklarını anlatıyor ve örneğin kitabın başında yeniçerilerin peşine düştüğü el-Kenzi’nin finalde Danimarkalı askerlerden kaçmak zorunda kalışını anlatıyor.

Mahjoub’un din ve bilimin çatışmasını da -belki yeterince etkileyici biçimde olmasa da- ele aldığı roman, tüm final bölümünde ve örneğin el-Kenzi’nin fırtınada batan bir gemiden kurtulmasını anlattığı bölümde hayli etkileyici bir dile sahip ve şiirselliği (karanlık yanlarının ağır bastığı bir şiirsellik bu) ile etkiliyor okuru. İnsanın hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın (Batı veya Doğu, bu örnekte) özünde aynı olduğunu ve -Hasan’ın yaşadıkları üzerinden- aradan geçen dört yüzyıla rağmen yabancı ve öteki olmanın hâlâ aynı zorlukları yarattığını vurgulayan kitapta yazar, “… her insanın inancının kendisiyle Yaradan’ı arasında bir mesele olduğunu…” söylerken keyifli bir okuma serüveni armağan ediyor okuyucusuna.

Romandaki bazı kavram ve isimlerin bir dipnotla açıklanmamış olması bir eksiklik. Örneğin Osmanlı döneminde Cezayir’in de aralarında olduğu Afrika’daki eyaletlerin yöneticilerine verilen “dayı” ünvanını çok az kişi bilir muhtemelen ve orijinalinde nasıldır bilmiyorum ama çeviride bu tür açıklamalara yer verilmemesi doğru olmamış. İlk “dayı”nın 1671’de göreve başladığını, buna karşılık kitaptaki “dayı” karakterinin bu tarihten çok önce geçen olayların içinde olmasını ise bir tarihsel çelişki olarak hatırlatmış olalım. Özetle, okuması keyifli bir macera romanı bu ve sadece macera ile yetinmeyip bilgiyi ve onun “kutsal”lığını odağına alması ile de önemli bir kitap kesinlikle.

(“The Carrier”)

Amerika – Jean Baudrillard

Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın ilk kez 1986 yılında yayımlanan incelemesi/gezi kitabı. “Simülasyon” ve “hiper gerçeklik” kavramlarının tanımlanması ve açıklanması üzerine yazdıkları ile tanınan bu çok yönlü Fransız entelektüeli, A.B.D’yi ele alıyor bu kitabında ve altı bölüme (“Vanishing Point”, “New York”, “Yıldızsal Amerika”, “Gerçekleşen Ütopya”, “Gücün Sonu mu?”, “Desert for Ever”) ayırdığı eserinde sık sık Avrupa ile kıyaslayarak, diğer pek çok tanımın yanısıra “gerçekleşen ütopya” olarak andığı ve “yıldızsal” diye nitelediği A.B.D.’yi araştırıyor. Bu araştırmasının içeriğini ve yöntemini şöyle tarif ediyor Baudrillard: “Ben yıldızsal Amerika’yı araştırdım, hiçbir zaman sosyal ve kültürel Amerika’yı değil; otoyollarında saçma ve salt özgürlüğü sergileyen Amerika’yı araştırdım; töreleriyle, zihniyetleriyle derin Amerika’yı değil, çöldeki hızıyla, motelleriyle, madensel yüzeyleriyle Amerika’yı araştırdım.” Bu tarif kitabın hem dili hem incelemesinde yazarın kullanmayı tercih ettiği araçlar için çok iyi bir özet olabilir. Her bölümü bir fotoğraf ile açan ve kendisi de çektiği fotoğrafları ile de bilinen Baudrillard kitap boyunca zaman zaman çeşitli kavram ve bu kavramlarla ilgili eserlere göndermelerde bulunuyor ki çevirmenin kısa açıklamaları bir kenara bırakılırsa bu kavram ve eserlere aşinalığın kitaptan alınacak zevkin ve bilginin artmasını sağlayacağını unutmamak gerekiyor. Bu bağlamda başka okumaları da teşvik ediyor doğal olarak kitap. Deleuze ve Guattari’nin “alansızlaşma”, Lacan’ın çocuğun gelişimi ile ilgili “ayna evresi” ve Sartre’ın “kötü niyet” kavramları veya Lévi-Strauss’un “Yaban Düşünce” adlı yapıtının da aralarında olduğu pek çok göndermesi var filmin. Evet, bir entelektüelin yazdığı dolu bir kitap bu ve dikkatli bir okuma gerektiriyor ama kesinlikle önemli ve keyifli bir düşünsel süreci de tetikliyor beraberinde.

Kabaca söylersek, gerçeğin yerini taklitlerin aldığı bir “simülasyon evreni”nde yaşadığımızı öne sürer Baudrillard eserlerinde ve bu incelemesinde “ne bir düş ne de bir gerçeklik, o bir hiper gerçekçilik” sözleri ile tanımladığı Amerika için “… hiç simülasyon kavramı yok. Simülasyonun en güzel örneği kendileri; ama kendileri örnek olduklarına göre, bunu anlatma yollarından yoksunlar” diyor. Dolayısı ile, “Ola ki Amerikan gerçeğini yalnızca Avrupalı görebiliyor” diye yazıyor ve “mekân düşüncenin ta kendisidir” dediği Kuzey Amerika’nın (New York’un) dikeyliğinden üzerine epey yazdığı çöllerin yataylığına her biri üzerinde durup düşünmeye değer değerlendirmelerde bulunuyor.

Santa Cruz Üniversitesi’nin yalıtılmış, kapalı ve yapay havası üzerinden örneğini verdiği şekilde Amerika’yı gelecek, Avrupa’yı ise geçmiş olarak görüyor Baudrillard. Tarihi, birikimi ve toplumsal düzeni ile Avrupa’nın bir anlamda elinin kolunun bağlı olduğunu öne sürüyor ve bunların ilk ikisinden yoksun olan ve üçüncüsünün de -“özgürlükler”i nedeni ile- yenisini kurduğunu iddia ettiği Amerika’nın düzeninin/yaşam tarzının vs. dünyanın geleceği olduğunu söylüyor. Burada gelecek kelimesini olumlu bir yargı için kullanmıyor Baudrillard, daha çok bunun kaçınılmazlığını öne sürüyor. “Amerika ile Avrupa arasında bir benzerlik arayışından çok bir karşılaştırma yapılırsa bir uyumsuzluğun, aşılamaz bir kopukluğun varlığı ortaya çıkar. Bu yalnızca bir fark değil, aramızda bulunan bir modernlik uçurumudur” veya “Amerika, modernliğin özgün versiyonudur; bizler dublajı yapılmış, altyazısı yazılmış versiyonuz” gibi yargıları ya da Avrupa’yı “gerçekleştirilmesi olanaksız tarihsel idealler bunalımı”, Amerika’yı ise “ütopyanın gerçekleştiği yer” olarak tanımlamak gibi tercihleri de benzer şekilde sanki daha çok şunu söylüyor: Avrupa başarılamamış bir “şey”, Amerika ise başarı veya başarısızlık gibi tanımlamalardan uzak bir kurgu; Avrupa kimlik sıkıntısı yaşarken, Amerika ise kimliksizliği üzerinden tanımlıyor kendisini.

Çölün ve otoyolun hem mekân hem de kavram olarak üzerine oldukça eğilen Baudrillard, kitabı Reagan’ın başkan olduğu bir dönemde yazmış ve “gezi”isini de o dönemde yapmış. Reagan’ın “gösteri” kültürü olarak bir başka versiyonu olan Trump’ın başkan olduğu günümüzde Amerika’nın ve Avrupa’nın bugün geldikleri noktayı (veya değişmeden kaldıkları noktayı!) düşünmek için de ciddi bir fırsat sağlıyor eser. Kitabın bana çağrıştırdığı Alman sinemacı Wenders’in A.B.D.’de geçen hikâyeleri gibi, bir Avrupalının gözünden anlatılan bir Amerika var burada. Bir gezi kitabı bir yandan ama alıştığımız türden çok farklı bir gezi kitabı. Amerika’yı görerek, onu yerinde anlamaya çalışan bir kitap, bir başka ifade ile söylersek.

(“Amerique”)

Felsefenin Tesellisi – Alain de Botton

Alain de Botton’un hayatımızda sıkıntı yaratan durum ve olaylarla, acı veren sorunlarla baş etmek için felsefeyi nasıl kullanabileceğimizi anlattığı kitabı. Daha önce “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” adını verdiği kitabı ile benzer bir “rehber” eseri okuyucuya sunan yazar, bu kitabında ise seçtiği altı filozofun felsefelerinden ve yaşamlarından yola çıkarak bize altı farklı kategori altında topladığı güçlüklerle nasıl mücadele edebileceğimizi anlatmış. Alain de Botton, kitabının adını Romalı filozof Boethius’un aynı adlı eserinden almış; Boethius karıştırıldığı bir suikast suçlaması nedeni ile öldürülmeden önce, bir kadın olarak çizdiği felsefe ile kendisi arasındaki diyaloglardan oluşturduğu kitabını yine kendisine bir teselli olarak yazmış. Korkunç bir işkence ile öldürülen Boethius en azından öncesinde bir teselli bulmuş mudur kitabı ile bilmiyorum ama bu kitabın yazarı okuyucusunu teselli etmek için elinden geleni yapıyor. Alain de Botton bunu yaparken de popüler bir dili tercih ediyor; bir yandan felsefeye ve adı geçen altı filozofa uzak olanlar için okuma tecrübesini kolaylaştırması ile doğru bir tercih bu ama öte yandan bu popüler yaklaşım felsefenin derinliğine pek de uymuyor ve hatta filozofları (ve elbette yazarın kendisini de) bir yaşam koçu rolüne büründürüyor. Yine de okuması hayli keyifli bir kitap bu ve onu adı geçen filozofların öğretilerine hâkim olmanızı sağlayacak değil, o öğretilere yumuşak bir giriş yapmanızı sağlayacak bir araç olarak düşünüp öyle okursanız epey bir teselli bulmanız da mümkün.

Altı bölüme ayrılan ve metin içinde sık sık çeşitli görsellerin kullanıldığı bu eğlenceli (yazarın zaman zaman ironik bir tonu da var bu eğlenceyi arttıran) kitap çok rahat okunan bir eser ve “felsefeye giriş” için ideal bir kitap bile denebilir; daha doğrusu felsefeyi günlük hayatımıza sokmanın ve tüm o öğretilerin aslında sonuçta hayatla ve insanla ilgili olduğunu fark etmenin bir aracı olarak ilgiyi hak eden bir kitap. “Kabul Görmemenin Tesellisi” için Sokrates, “Yeterince Paraya Sahip Olmamanın Tesellisi” için Epikuros, “Düş Kırıklığının Tesellisi” için Seneca, “Kendini Yetersiz Hissetmenin Tesellisi” için Montaigne, “Kırık Bir Kalbin Tesellisi” için Schopenhauer ve “Zorluklar Yaşamanın Tesellisi” için Nietzsche karşımıza çıkıyorlar sırası ile bu kitapta. Yazar bir klasik resim veya kaldığı bir otelin lobisinde gördüğü bir dergi gibi unsurlardan yola çıkarak giriş yapıyor bölümlere ve “yaşamın kusurlu yanlarına karşı hazırlıklı olmak” için altı farklı filozoftan nasıl yararlanabileceğimizi anlatıyor. “Dışarıdaki gürültü patırtı hiç bitmeyebilir, yeter ki içimizden yükselen sesler bize rahatsızlık vermesin” diyerek bir bakıma, rehberliği eşliğinde bizi bu filozofların dünyasında gezdiriyor. Bu rehberlikte karşımıza çıkan/çıkardığı teselli yöntemlerinin bir kısmı tanıdık/basit vs. gelebilir ama bu yöntemlerin sonuçta o büyük filozofların düşünceleri/felsefeleri ile örtüşmesi güçlendiriyor onları ve açıkçası sık sık da “teselli ediyor” okuyucuyu.

Montaigne ile ilgili bölümde ondan bir alıntı yapıyor yazar; “Nasıl önemli birinin özel yaşamından yola çıkarak tüm bir ahlâk felsefesine varabiliyorsak, aynı şeyi sıradan birinin özel yaşamından yola çıkarak da yapabiliriz” demiş Montaigne ve bu ifadeyi yine onun “Biz, her birimiz sandığımızdan çok daha zenginiz aslında” cümlesinin hemen arkasından kullanmış yazar. Teselli için gerekenleri kendi “sıradan” yaşamlarımızda bulabileceğimizi anlatan bu ifade, yazarın bize teselli kaynağı olarak sıradan insanları değil, altı ünlü ismi seçmiş olması ile hoş bir zıtlık yaratıyor belki ama bu filozofların yerine altı sıradan insan herhalde bizlerin pek de ilgisini çekmezdi. Yine Montaigne ile ilgili bölümde, “Okumakta olduğumuz kitabı anlamadığımızda, genellikle bunun entelektüel birikim gerektiren bir kitap olduğunu düşünürüz” diye yazan ve filozofun “Zor (gizemli) kitaplarla pek bir alışverişim yok; ben ilgimi çeken, bana keyif veren, basit kitapları seviyorum” sözünden de destek alarak tam da bu şekilde yazmış kitabını. Channel 4 kanalında yayınlanan “Philosophy: A Guide To Happiness – Felsefe: Bir Mutluluk Rehberi” adlı belgeselin esin kaynağı da olan kitap, popüler sularda geziyor olsa da bir yaşam rehberi (üstelik eğlenceli türünden bir yaşam rehberi) olarak okunabilecek bir eser ve yalnız bir anımızda yaşamın herhangi bir acısı ile karşı karşıya kaldığımızda bir teselli sunabilir de bize gerçekten…

(“The Consolations of Philosophy”)

Kızıl Saçlı Amazon – Haldun Taner

Haldun Taner’in “Yaşasın Demokrasi” ve “Tuş” adlı hikâye kitaplarının bir araya getirildiği eser, bu kitaplardan ikincisinde yer alan hikâyelerden birinin adını taşıyor. Yazarın ironik üslubunun ve her biri 1940 ve 50’li yılların Türkiye’sinden (daha doğrusu İstanbul’undan) güçlü gözlemlerle oluşturulmuş karakterlerinin çekici kıldığı kitap, o yılların toplumsal değişim/dönüşümünün sonuçlarını da sergiliyor ve bunu çoğunlukla ağızda acı bir tat bırakan şekilde yapıyor. Karakterlerin hemen tümü bir ortada kalmışlığın, ikiyüzlülüğün veya süratle değişen topluma ayak udurma çabasının izlerini taşıyor. Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçiş yaptığı ve Demokrat Parti iktidarı ile birlikte, toplumun batı (asıl olarak A.B.D.) kültürü ile çok daha fazla muhatap olmaya başladığı yıllardaki çalkantıların izlerini taşıyan hikâyeler, toplumu oluşturan bireylerin -henüz- yerelliklerini de koruması ile ortaya çıkan komik veya trajikomik durumları da getiriyor karşımıza.

Kitaptaki son hikâye olan ve 1956 tarihini taşıyan “Salt İnsana Yöneliş” şu paragrafi ile sona eriyor: “Yine şapkalar kapışılır, pipolar aşırılır. İtişip kalkışıp, yumruklaşıp eski günleri, ilk gençliklerini anarlar. Her şeyi ilk kendilerinin keşfettiğini sandıkları, her şeyin en iyisini, en güçlüsünü, en görülmemişini kendilerinin yapacaklarına inandıkları, o bir daha geri gelmeyecek mutlu gençlik günleri…”. Sanatçı olmaya çalışan, Batı’dan duydukları sanat akımlarının peşinde ve çoğunlukla bir özenti içinde, dünyayı değiştireceklerini düşünen gençlerin zamanla yok olup giden ideallarini anlatan hikâye, içerdiği ironi (dozu kitabın ortalamasının altında kalsa da) ve arayan/savrulan karakterleri ile kitaptaki toplam yirmi beş hikâyenin havasını da özetliyor bir bakıma. Haldun Taner, bireyler üzerinden kurumları ile birlikte toplumu da eleştirisinin/taşlamasının kapsamına alıyor ve “Yağlı Kapı”da toplumda oluşmaya başlayan sınıfları ve sonuçlarını, “Heykel”de artmaya başlayan bireyselliği ve gösteriş düşkünlüğünü ve “Yaşasın Demokrasi”de çok partili hayata geçişi anlatıyor bize. Hikâyelerde yaşlı insanların düşkünlüğü de acı bir ironi ile getiriliyor önümüze, “Sahib-i Seyf-ü Kalem”, “Necmiye’nin Hatırı”, “Allegro Ma Non Troppo” veya “Sebati Bey’in İstanbul Seferi” adlarını taşıyanlarda olduğu gibi. “Made in U.S.A.” Batı hayranlığı içindeki yapay karakterleri anlatırken, “Kooperatif” gelişen, şehirleşen ve beraberinde yozlaşan bireyleri sergiliyor okuyucuya. “İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek” radyo sahipliği üzerinden özgürlük kavramını odağına alırken, bir bakıma kitaptaki en doğrudan politik olan hikâyelerden biri oluyor.

Hikâyelerin en kısa olanlarında bile karakterlerini okuyucuya -bazen sadece birkaç satır ile- doyurucu biçimde anlatmayı başaran ve her birini gerçek kılmayı başaran Taner’in bu hikâyelerinde dikkat çeken iki hususu da belirtelim son olarak: Gayrimüslimlerin İstanbul’da bir zamanlar toplumun asıl unsurlarından olduklarını görüyorsunuz birden fazla hikâyenin hatırlattığı gibi ve gerek bu gruba gerekse kadınlara ve “öteki” olanlara yönelik kimi sorunlu bakışların ne kadarının yazara ne kadarının karakterlerine ait olduğunu düşünmeniz gereken satırlarla karşılaşıyorsunuz. Gayrimüslim karakterlerin hemen tümü toplumun onlara bakışının izlerini dikkat çekecek ölçüde fazlası ile taşırken, kadınların sık sık karakterlerin namus/ahlâk anlayışlarının çerçevesinden anlatılması dikkat çekiyor. “İşgüzar Bir Polis” adlı hikâyede karısını kendisini aldatmakla suçlayan adamın, kadının kendisi ile görülen erkeğin kardeşi olduğunu söylemesi üzerine sarfettiği “Yoksa siz kızılbaş oldunuz da benim haberim mi yok” cümlesi toplumdaki bir iğrenç söylemi hatırlatırken bize, bu söylemle ilgili bir eleştiri veya yazarın kendisini bu söylemin dışına tutma çabası görünmüyor hikâyede.