İstanbul Treni – Graham Greene

Istanbul TreniGraham Greene’in dördüncü romanı olan “İstanbul Treni” İngiliz yazarın ciddi bir başarı kazanan ilk eseri. Kendi ifadesi ile “ilk ve son kez, okuyucunun hoşuna gitmek ve şans yaver giderse filmi de yapılacak” bir eser üretmek için başladığı bu kitap her iki amacının da yerine gelmesini sağlamış. Roman 1934 yılında Paul Martin tarafından, kitabın ABD’deki adı olan “Orient Express” ismi ile sinemaya uyarlanmış. Greene bu romanını kendisinin “ciddi edebiyat” eserleri arasında sıralamıyor ve amacının okuyucuyu eğlendirmek olduğunu söylüyor ama sonuçta karşımızdaki isim Graham Greene ve bu “hafif” eserde örneğin ırkçılık ve politika gibi ciddi konular anlatılan olayların tam da göbeğinde yerini alıyor.

Roman Belçika’nın Ostend kentinden İstanbul’a giden bir trende geçen olayları anlatıyor ve son bölüm hariç tüm olaylar trenin içinde veya istasyonlarda yaşanıyor. Beş bölümden oluşan kitabın her bölümü bir şehirin adını taşıyor (sırası ile Ostend, Köln, Viyana, Subotica ve İstanbul) ve yan karakterlerin yanısıra beş temel karakterin hikâyesini anlatıyor bize roman: Devrim başlatmak üzere Belgrad’a giden bir sosyalist lider, işlediği cinayet nedeni ile Viyana’dan kaçan bir hırsız, iş için İstanbul’a giden bir Yahudi tüccar, çalışmak için İstanbul’a giden varyete dansçısı bir kız ve kaçak konumundaki lideri tanıyınca büyük bir haber yapma umudu ile peşine düşen lezbiyen bir gazeteci. Greene romanı yazdığı tarihlerde hem finansal açıdan yaşadığı sıkıntının hem de o dönem İngiltere’nin içinde bulunduğu ve “Great Depression” olarak adlandırılan ekonomik kriz döneminin neden olduğu karamsarlığın, bu karakterlerin hayatları ile ilgili bir çıkışın peşine düştüğü hikâyesine yansıdığını belirtmiş yıllar sonra. Roman başlarda bir Agatha Christie havası yaratır gibi olsa da, derdi “kim yaptı” olmaktan çok uzak. Kitap yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesinde (1931’de yazılmış kitap) hemen tamamı ilk kez bu trende tanışan karakterlerinin arasındaki ilişkilere ve her birinin içinde bulunduğu topluma uyum ve ayakta kalma çabasına odaklanıyor ama bunu yaparken de seyirciyi diri tutacak bir macera da sunuyor. Yahudi tüccarın ırkının ileride karşılaşacağı zorlu hayatın işaretlerine sık sık tanık olduğu romanda, Graham Greene’in -anti-semitik olarak adlandırılamayacak olsa da- bu karaktere sık sık hayli klişe bir şekilde yaklaşıp, onu örneğin sürekli para ile ilgili bir konunun içinde gösterdiğine de dikkat etmek gerekiyor.

Sosyalist liderin devrim hayali, genç dansçı kızın tanıştığı zengin adamla sınıf atlayarak farklı ve saygın bir hayata kavuşma hayali veya gazeteci kadının kalıcı ve kendisine sadık kalacak bir aşık bulma ve ön sayfalık bir haber patlatma hayali… Karakterler tüm bunların peşinde iken, Greene oldukça gerçekçi bir final ile bağlıyor romanını ve herkesi “ait olduğu” hayata geri bırakıyor tren yolculuğunun sonunda. Bir başka deyişle, yukarıda bahsettiğim karamsarlığı gerçekçi bir sonun parçası yapıyor. Hemen hep yağan bir karın altında geçen romanda Green’in dili hayli ustalıklı kullanımı (ilk bölümde karakterlerin tanıtımında olduğu gibi) ve tasvirler kesinlikle etkileyici. Graham Greene kalitesini taşıyan bir “hafif” roman bu ve okunmalı.

(“Orient Express” – “Stamboul Train”)

Entelektüel – Edward Said

ENTELEKTUELFilistinli – Amerikalı akademisyen, aktivist ve “entelektüel” Edward Said’in 1993’te BBC’nin “Reith Lectures” adlı radyo programında yaptığı altı konuşmanın metni ve yazara ait bir sunuş yazısından oluşan kitabın orijinal adı radyodaki konuşmaların da adı olan “Representation of the Intellectual – Entelektüelin Temsili” ve “Sürgün, Marjinal, Yabancı” alt başlığı ile bizde “Entelektüel” adı ile yayınlanan eser için çok daha doğru bir tercih. Kitap entelektüelin tanımına odaklanıyor elbette, ama bunu onun temsil ettikleri (etmesi gerekenleri) üzerinden yapıyor çünkü. “Entelektüelin Temsil Ettikleri”, Milletlere ve Geleneklere Pes Etmemek”, Entelektüel Sürgün: Göçmenler ve Marjinaller”, “Profesyoneller ve Amatörler”, “İktidara Hakikati Söylemek” ve “Tanrılar Hep İflas Eder” başlıklı altı farklı konuşma var kitapta ve Said bu konuşmalarda entelektüelin tanımı üzerinde dururken, Gramsci’nin “organik entelektüel” tanımını kullanıyor ve onun “entelektüelleri çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı” olarak tanımladığı bu organik entelektüellerin karşısına, otoriteyi ve iktidarı reddeden, milliyeti, dini ve geleneği ile arasına mesafe koyan entelektüelleri yerleştiriyor.

BBC’nin ilk genel yönetmeni olan John Reith’in 1948 yılında Bertrand Russell ile başlattığı ve günümüzde de devam eden radyo programının adı “Reith Lectures”. Programın içeriği ve altmış yedi yıldır sürüyor olması hayran olunması gereken bir yayıncılık başarısı, hele de bizimki gibi kamu yayıncılığının hükümetin borazanı olmakla (bugünlerde her zamankinden kat be kat fazlası ile) eş değer olduğu ülkeler için. Said bu programda yaptığı altı farklı konuşmayı “ufak tefek bir iki dipnot ya da örnek eklemek dışında büyük ölçüde oldukları gibi” bırakmış. Okuması gerçekten keyifli, sorgulamaya ittikleri ile çok önemli konuşmalar bunlar. Edebiyattan, felsefeden ve tarihten getirdiği örnekleri, geçmişte ve günümüzde entelektüelin konumu, rolü ve değeri açısından karşılaştırmaları ve bir entelektüele yakışır biçimde, onaylanmak için değil, “insanın özgürlüğünü ve bilgisini artırmak” ve “unutulan veya görmemezlikten gelinen insanlar ve konuları” gündeme getirmek için yazılan Said’in bu kitabı konuya ilgi duyanların mutlaka okunması gereken bir eser kesinlikle. Sonuçta radyo için hazırlanmış konuşmalar bunlar ve bir akademik çalışmanın yoğunluğunu ve derinliğini taşımıyorlar elbette ama konuya derli toplu yaklaşıyor ve tartışmayı daha derinlemesine inceleme arzusunu doğuruyor Said bu kitapla. Kitap boyunca Adorno’dan Gramsciye, Gore Vidal’dan Sartre’a uzanan referanslara başvuran Said’in edebiyat profesörü olarak üç ünlü romanın kahramanları (Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”ndan Bazarov, Flaubert’in “Duygusal Eğitim”inden Moreau ve Delauriers, Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nden Dedalus karakterleri) üzerinden yaptığı analiz ise özellikle bu romanları okumuş olanların çok keyif alacağı bir bölüm.

“Tanrılar Hep İflas Eder” adlı son bölümde bir iktidara, partiye, lidere, dine, vs. kendisini sıkı sıkıya bağlayan ve hatta sonra başka bir Tanrı’ya da kolayca biat edebilen entelektüelleri eleştirirken, kitabının son cümlesinde “Laik entelektüel için o Tanrılar hep iflas eder” diyor ve “gerçek entelektüelin laik bir varlık” olduğunu ifade ediyor Said.

(“Representations of the Intellectual”)

Sinema Müdavimi – Walker Percy

Sinema MudavimiWalker Percy’nin ilk romanı olan kitap, ABD’nin prestijli edebiyat ödülü National Book Award’ı 1962 yılında kurgu dalında kazanmış olan bir çalışma. Terrence Malick’in bir aralar sinemaya aktarmak için üzerinde çalıştığı roman Amerikan edebiyatının klasiklerinden biri olarak kabul ediliyor bugün. Otuzuna yaklaşan bir borsa simsarı olan ve hayatındaki can sıkıntısını ve boşluğu müdavimi olduğu sinema salonlarında filmler aracılığı ile gidermeye çalışan bir adamın “arayış”ını ele alıyor kitap temel olarak. Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın hayranı olan ve onun “… çünkü umutsuzluğun özelliği, kendinde bu umutsuzluğun var olduğunun bilinmemesidir” sözü ile kitaba giriş yapan Percy eserini bu filozofun “varoluşçuluk” fikirlerinden yoğun bir esinlenme ile yazmış.

Percy kitabını, kendisini “Bütün vaktimi çalışarak, para kazanarak, sinemaya giderek ve kadınların refakatini arayarak geçiriyorum” cümlesi ile ifade eden kahramanının ağzından anlatmış. Çeşitli filmlere ve oyunculara, kitaplara veya gerçek karakterlere göndermelerde bulunan roman “nötr” bir dille yazılmış. Nötr ifadesi ile kastettiğim kitabın baş karakterini (veya diğerlerini) yargılamayan ve izah etmeye çalışmayan bir havaya sahip olması. Binx Bolling adındaki baş karakter hayatını rutin bir şekilde yaşarken, hayatım hem içinde hem dışında gibi adeta. Bir başka deyiş ile, iletişim içinde etrafı ile ama kendisini bir şekilde dışarıda tutmayı da tercih ediyor; aslında bu bir tercih olmaktan çok kendiliğinden gelişen bir durum. Bir parça abartı ile, genç adamın filmlere gitmek dışında bir karar almadığı bile söylenebilir. Karakterlerden birinin ağzından duyduğumuz “Bir insanın bu olmak, şu olmak, herhangi bir şey olmak, hatta kendisi bile olmak zorunda olmadığını keşfetmiştim” cümlesi, sadece o karakteri değil Bolling’i de anlatıyor bize.

Bir pazar öğleden sonrasının keyifsizliğini anlatan kısa bir paragrafın yazarın (ve baş karakterinin) derdinin ne olduğunu çok iyi özetlediği kitapta, kahramanın halasının onu bir eylemi (o eylemi yapmaması nedeni ile) için eleştirdiği bölüm de benzer şekilde ve adeta adama yazarın seslendiği bir havada bize kitap için iyi bir ipucu veriyor. Adamın yaşadığı dünya ile uzlaşması veya bu dünyayı kabullenmesi ise geçirdiği travma nedeni ile psikolojik problemleri olan kuzenine kendi tarzı içinde (sıradan insanlara göre atalet olarak nitelendirilebilecek ama onun ölçülerinde ciddi bir aksiyon olarak kabul edilebilecek davranışlarının sonucu olan) yardımları aracılığı ile oluyor. Walker Percy’nin doğrudanlıktan ve “sıcak” bir dilden kaçındığı romanı, “silik ama ilginç” baş karakteri ile de okunmayı hak eden, herhangi bir arayışın peşindeki herkesin ilgisini çekebilecek bir çalışma.

(“The Moviegoer”)

Bülbülü Öldürmek – Harper Lee

bulbulu oldurmek2014 yılında “tesadüfen” bulunan ve ilk basımı 2015’te yapılan “Go Set a Watchman” romanına kadar, yazar Harper Lee’nin tek eseri olan ve kendisine büyük ün kazandırdığı gibi bugün bir Amerikan edebiyatı klasiği olarak kabul edilen, Pulitzer ödüllü bir roman. İlk kez 1960 yılında yayımlanan kitap, 1965 yılında Horton Foote’un Oscar kazanan senaryosu ve Robert Mulligan’ın yönetmenli ile sinemaya uyarlanmış ve film de romanın başarısını tekrarlayarak bugün klasik olarak kabul edilen bir sinema eseri olmuştu.

Baş karakteri olan küçük bir kızın ağzından anlatılan ve yazarın kendi çocukluğundan esinlendiği de söylenen kitap, 1930’lu yılarda ABD’yi ekonomik ve sosyal anlamda yerle bir eden ve “The Great Depression” olarak adlandırılan ekonomik kriz döneminde ve küçük bir kasabada geçiyor. Bir siyah adamın beyaz bir kıza tecavüz ettiği iddiası ile yargılandığı bir davayı odağına alan roman, bu dava üzerinden dönemin ABD’sindeki ırkçılık başta olmak üzere, yoksulluk, ikiyüzlülük, sınıf farklılıkları ve toplumda yerleşik cinsiyet algıları üzerine de pek çok şey söylüyor. Romanın bu temalar üzerine söylemleri, küçük ve masum bir anlatıcının ağzından karşımıza geldiği için de, bugün pek radikal görünmüyor kuşkusuz ama 1930’lu yılların söz konusu olduğunu düşünürsek, romanın epey sorumlu bir tutum takındığını söyleyebiliriz rahatça. Kitabın içerik açısından öneminin yanında, edebî açıdan bir önemi daha var: 10 yaşındaki bir kız çocuğu tarafından anlatılan ama büyükler için olan bir hikâye bu ve kitap bu “çelişki”nin güzelliklerini taşıyor. Bir yandan masum bir çocuk ve onun dili, diğer yanda büyüklerin önyargılarla ve diğer kötülüklerle dolu dünyası. Kitap çocuğun tanık olduklarının bir yandan onun masumluğunun ördüğü duvara nasıl çarpıp dağıldığını gösterirken, diğer yandan bu darbelerin onun bu duvarında açtığı gedikleri de hissettiriyor bize. Genellikle kısa cümlelerden oluşan kitap, küçük ve sıradan kelimelerle büyük ve kötü bir dünyayı anlatıyor bize ki kitabın bugün bile önemli olan bir yanı bu.

Kitabın Türkçe baskısı (Oda Yayınları, 2003, 6. Basım) ise zaman zaman tercüme problemleri ve yazım hataları ile okuyucuyu rahatsız edecek problemlere sahip ne yazık ki. Romanın girişinde yer alan ve Charles Lamb’e ait olan “Sanırım avukatlar da bir zamanlar çocuktu” ifadesi, kitapta “Sanırım avukatlar da bir zaman çocuktu” olarak yer alıyor ve söyleyeni de Charles Lang olarak gösteriliyor örneğin. Bir başka örnekte ise (“Sizler Walter Cunningham’ı bir iki dakikalığına benim pabuçlarıma yerleştirdiniz”), bir İngilizce deyim kelimesi kelimesine Türkçe’ye çevrilmiş ve ortaya İngilizce bilmeyenlerin anlayamayacağı bir sonuç çıkmış. Bu ve benzeri pek çok yazım hatasının altıncı baskısı yapılan bir kitapta olduğunu düşününce, bu özensizliğe bir gerekçe bulmak zor gerçekten.

(“To Kill a Mockingbird”)